15 AĞUSTOS 2017
Telefonumun kayıtlarına göre 2019 Şubat’ında, Atina’da karımla 30 bin adım atmışız. Bu adım sayısı resmi olarak elimdeki en yüksek adım sayısıdır ama tahinimce hayatımda, bir günde en fazla adımı 15 Ağustos 2017’de attım.
Yürümek benim için çok keyifli bir şeydir. Şu anda her gün üç saat yürüyorum. Hayatımda bir an bile yorulduğumu hatırlamam. Bunun içi doktora gitmeyi düşünüyorum ama o gün sanki biraz yorulduğumu hissetmiştim. Gerçi bunun sebebi uykusuz olmamdı ama yine de yorulmuştum. Bakalım o günün hikayesine…
O gün Barcelona’da başlamıştı, Paris’te bitmişti.
2017 yılı gezmek anlamında hayatımdaki en iyi yıldı. O sene Yunanistan, Katar, Güney Kore, Japonya, İspanya ve Fransa’ya gitmiştim. Baş döndürücü bir seneydi benim için.
Ağustos ayındaki İspanya-Fransa gezimi Mart ayında falan planlamıştım. Biletler ucuza gelmişti o yüzden.
İstanbul’dan uçakla Madrid’e uçmuştum. Havaalanından direkt Santiago Bernebau durağına gitmiştim metroyla. Madrid’e ayak bastığım ilk gün, çantamı kalacağım eve bırakmadan direkt Bernabeu’ya gitmiştim. Şu anda yıkıldı o stat ve yerine yenisi yapılıyor ama o stat benim futbol seyirciliğim boyunca benim için çok heyecanlı maçlara ev sahipliği yapmıştı. Statı gezerken o maçları tekrar yaşadım. Madrid’de birkaç gün kaldıktan sonra otobüsle Barcelona’ya geçtim. Gezdiğim şehirler içerisinde en beğendiğim Barcelona olmuştu. Hala da öyledir. Muhteşem bir şehir. Orada da birkaç gün kaldıktan sonra gezimin son ayağı olan Paris’e gidecektim…
Uçak biletlerini alırken Barcelona ile Paris uçak bileti fiyatına hızlı tren bileti de olduğunu görmüştüm. Kırsalı izleye izleye Paris’e gitmek daha çekici gelmişti, o yüzden Paris’e trenle gitmeyi tercih etmiştim.
Bir sorun vardı. Trenim 7.00’de hareket edecekti. O saatte gara otobüs yoktu. Saat başı bir otobüsün geldiği yazıyordu ama gelmemesi riskini almak istemedim ve garda sabahlamaya karar verdim. Gündüz gara gidip nasıl bir yer olduğuna baktım. Evet banklar vardı. Gar kapalı olsa bile çevresi aydınlık, açık bir alandı; orada sabahlayabilirdim.
Gece son otobüsle gara gittim. Saat 23.45 falandı. Marketten su ve kuru gıda almıştım. Hava güzeldi. 01.00 gibi falan gar kapandı. Benim gibi beş altı kişi daha vardı. Hepimiz garın önündeki açık ve boş alana çıktık. Herkes yere çöktü. Uzun geceye hazırdı herkes. Kimse kimseyle muhatap olmak niyetinde değildi ki bayılırım insanlarla muhatap olmamaya…
Bir evdeki yatak harici yerlerde uyuyamadığımı çok iyi bildiğim için her şeye hazırdım. Birkaç şişe bira almalıydım veya bir şişe şarap ama İspanya’da sokakta içki içmek yasak olduğu için yapmadım.
Sonra bir tane tuhaf bir tip geldi. Saçma sapan bir şekilde alanda yürüdü durdu. Sonra bir sigara küllüğüne tekme attı ve gitti. Ortalık sigara külü oldu. Uyuşturucu almış gibiydi. Oradaki beş, altı kişi tedirgin olduk. Çok kızdım. Bir daha gelip de saçma bir hareket yapacak gibiydi. Bu sefer sanki kişilere bulaşacaktı. Her şeye hazırlandım psikolojik olarak. Geldi ama yine saçma sapan yürüyüşler yapıp gitti. Bir ara çantamı orada bırakıp sokak aralarında tur attım. Çantamda dört beş tane tişört, iç çamaşırı ve çoraptan başka bir şey yoktu. Bu geziye çıkarken yandan bol cepli iki tane şort aldığım için her şeyi orada saklıyordum. Çalınırsa çalınsındı. Garda internet de olmadığı için canım çok sıkılıyordu. Dolaştım ama hala sabah olmasına saatler vardı.
Neyse bir şekilde sabahı ettim ve trene bindim. Hayatımda beş, altı kere hiç uyumadığım oldu. Bunlar da biri hariç hep yolculuk yüzündendi. O bir seferde de Siyaset Meydanı’nda türküler programı yüzünden uyumamıştım. Uykusuzluğa hiç dayanamam ve uyumadığım bir gecenin ertesi gününde 19.30’da giderim.
Trenle manzara seyrede seyrede gittim Paris’e. Fransa tarımda çok iyidir. Bu yüzden mutfakları da çok iyidir. Türklerinki gibi sossuz, marinasyonsuz dana kavurma (eskiden koyun kavurma) en iyi yemekleri değildir. Çok güzel manzaralar eşliğinde Lyon Garı’na vardım. İsmi bu muydu?
Davar gibi seyahat etmeyi hiç sevmem. Ayaklarımın beni ulaştıracağı sürprizlerin heyecanıyla yanıp tutuşmam. Bu yaklaşım araştırma tembellerinin bahanesidir. Hayatımda ilk defa ve belki de son defa Madrid’e, Paris’e gidecektim, davar gibi sokaklarda gezemezdim, o dört günde görülmesi gereken her yeri görmeliydim. Bu yüzden gitmeden önce yaptığım araştırmalarla üç şehri de henüz gitmeden avcumun içi gibi biliyordum. Bu sefer çantamı kalacağım yere bırakmak istedim çünkü Paris’te fazladan bir günüm vardı. Çantamı bir banliyödeki hostele bıraktım. Banliyö ama buraların Bostancı’sı gibi temiz, bakımlı ve düzenli bir yerdi. İstikamet Eyfel Kulesi olmalıydı. Çünkü gezilecek yerler oradaydı.
Kendi kendime oynadığım bir oyun var. Önemli bir mimari yapının önüne gelince, ona hemen bakmam. Önünde olduğumu anladığımda yavaş yavaş kafamı kaldırırım. Adeta heyecanlı bir film sahnesi izliyor gibi hissederim kendimi. Eyfel’e gitmek için hareketlendim ve indiğim durağın Hitler’in meşhur pozunu verdiği yer olduğunu biliyordum. Yavaş yavaş kafamı kaldırdım. Manzara muhteşemdi. Zamanında bir mimari fuar için inşa edilen ve geçici olduğu düşünülen Eyfel Kulesi karşımdaydı. Kule geri sökülmemişti. Birçok Parislinin tepkisini çeken yapı 100 küsur yıldır oradaydı.
Büyük yürüyüşüm başlamıştı. O günkü büyük yürüyüşümle Mao’ya tur bindirmiş olmalıydım. Veya Seydi Ali Reis’e… O yürüyüşü, büyük yürüyüş yapan şey Eyfel tırmanışı olmalıydı. Eyfel’e çıkmak istedim. Asansör ile çıkmanın 50 Euro ama yürüyerek çıkmanın 20 Euro olduğunu gördüm. Yürüyerek 2/3’lük bir kısmına çıkmana izin veriyorlardı ama olsun yine de sonuç tatmin edici olacaktı. Müthiş bir sıra vardı. Ağustos sıcağında Eyfel’e yürüyerek tırmandım. Bu arada sıcaklar beni hiç rahatsız etmez. Sinir bozucu oluyorum biliyorum ama naapim öyle. Benden güçlü çok insan gördüm ama benden daha dayanıklı bir insan görmedim bugüne kadar.
İnternetten yaptığım araştırmayla Eyfel2in ikinci katına çıkmak için 674 basamak çıkmak gerekiyormuş. Afyon Kalesi için de 701 basamak çıkmak gerekiyormuş. Yani yaklaşık olarak bir Afyon Kalesi kadarmış. 40 dakika falan sürüyormuş. 40 dakikada çıktım. Manzara muhteşemdi. İnternetim olmadığı için oradan gitmem gereken yönü tayin ettim. Zaten biliyordum. İnmek elbette daha kolaydı. İstikamet Concorde Meydanı.
Meydana doğru hareketlenirken bir şeyler içmek istedim. Elbette bira içecektim. Yurt dışında ağırlıklı olarak bira içerim çünkü. Bir markete girdim. O da nesi? Kendisi için “Sanat Sanat İçindir” başlıklı bir yazı yazdığım Chimay Blue 1.20 Euro idi. Yani 12 lira. Şu anda Metro Grossmarket’lerde bu bira 35 lira falan. Bir tane aldım ve içerek yürümeye başladım. Bir tane de konserve tarzı bir şey alıp, bir parkta yedim. Sonra bir yerden bir bira daha aldım. O zamanlar TR’de olmayan bir Fransız buğday birası olan Blanc’tan aldım. Buğday birasından ziyade portakal aromalı bir lager gibi olan o birayı sevmiştim. Çok ucuzdu. Bir Euro’nun altındaydı. Sonra o da TR’ye geldi ve anasının nikahına satılmaya başladı.
Concorde Meydanı’na doğru gidiyordum. Etrafımı inceliyordum. Birkaç gün sonra ihtişamdan kusacak duruma gelecektim. Paris gerçekten ihtişam demekti. Her yerde sanatsal bir yapı vardı. Sıradan apartmanlar bile sanat şaheseri gibi görünüyorlardı. Bağdat Caddesi’ne benzeyen canım banliyöme gitmek istiyordum artık.
Concorde Meydanı’na ulaştım. TR’deki en büyük meydanlarından biri olan Sivas Meydanı’nı bile üçe katlayacak kadar büyüktü. Ortada Napolyon’un Mısır seferinden getirttiği obeliks sütunu vardı. Adamların emperyalisti bile vizyonlu. Napolyon Mısır’a giderken bir de arkeolog ekip almıştır yanına. Concorde Meydanı’nı baştan sonra yürüdüm ki bu iş bayağı uzun sürdü. Sonra arkalarda bir yerlerde olan Madeline Kilisesi’ne gittim. Atina Parthenon’un mimari yapısına çok benziyordu. İçine girmesi de beleşti. İçine girip gezdim. Sonra Şanz Elize’ye gittim.
Dünyadaki en ünlü cadde olan Şanz Elize Concorde Meydanı’na açılıyordu. Epey uzunca bir cadde. Yürümeye başladım. Bir kafenin önünde kafede şifresiz wifi olduğunu gördüm. İnternete girdim ve telefonuma mesaj yağdığını gördüm. Bir gün önce IŞİD Barcelona’nın en ünlü caddesi olan La Rambla’da bir katliam yapmıştı ve 30 kişi ölmüştü. Kamyoneti caddeye sürmüştü bir IŞİD militanı. Ailem ve dostlarım Barcelona’da olduğumu biliyorlardı. Bir gün önce o caddedeydim. Her zamanki gibi oradaki dilim pizzacıma gitmişim. Barcelona’da yemek çok pahalıydı. Orada keşfettiğim dilim pizzacıda 2 Euro’ya satılan dilim pizzalar çok iyiydi. İki tanesi beni akşama kadar tok tutuyordu. IŞİD militan bir gün önce bu eylemi gerçekleştirseydi bok yoluna gidebilirdim. Beni merak edenleri rahatlattım ve interneti kapatmak zorunda kaldım.
Şanz Elize caddesinin sonu meşhur Zafer Takı’na çıkıyor. İnternette havadan fotosunu görmüşsünüzdür. Düzenli şehir planlaması diye. Marx’ın Fransa Üçlemesi’nde barikat savaşlarında daha iyi hareket edebilmek için askerlerin caddeleri genişlettikleri yazar. Yani olay oydu. Caddeyi gerisin geri döndüm. Dönerken Petite Palace’yi gördüm. Onun kapısı kadar etkileyici bir kapı görmedim hayatımda.
Concorde Meydanı’na geri vardım. Jardin Bahçeleri başlıyordu orada. Jardin Bahçeleri’ne girdim ve yürümeye başladım. Bu bahçe Luvr Müzesi’ne çıkıyordu. Oraya kadar gittim. Geri döndüm. Concorde Meydanı’nın bu sefer sağ taraflarına doğru yollandım.
Artık iyice geç olmaya başlamıştı. Hayatımda ilk defa yorulduğumu hissettim bir ara.
Banliyöme doğru yollanmalıydım. Yaklaşık 45 dakikalık bir metro yolculuğuyla hostelime vardım.
Hostelim fena değildi. Barcelona’daki hostelim leş ötesiydi. Paris’teki iyiydi. Duşları tuvaleti temizdi. Ayrıca ben engelli duşunu kullandım ki orası tertemizdi. Direkt görevli bana orayı işaret etmişti. Muhtemelen Cezayir, Fas asıllı biriydi. Duşu alıp iyice temizlendikten sonra karnımı doyurmak istedim. Büyükçe bir market vardı yakınlarda. Barcelona’da ana caddede kaldığım için büyükçe market bulamıyordum ve küçük bakkallardan dandik ürünler alıyordum.
Marketten iki Chimay, bir dondurulmuş pizza, yeteri kadar su, karton bardak ve kahvaltılık malzeme aldım.
O aralar 38 yaşında olan ben için hosteller biraz tuhaf kaçıyordu. 19, 20 yaş grubu insanlar kalıyorlardı hostellerde. Ama kimsenin kimseyi umursadığı yoktu. Kafeteryada güzel bir masaya geçtim. Chimay’in red olanını içtim önce. Sonra blue olanın açtım ve mikrodalgada ısıttığım pizzayla götürdüm blue’yu.
Ertesi gün koca bir hindi buduyla yapacaktım bu işi. Büyük market sağ olsundu.
İşte böyle.
Hayatımda yorulduğumu hissettiğim tek gündü. Chimayler alkol oranı olarak yüksektir. Kafam da güzeldi. O hosteldeki yataklarda fermuarla kapatılan bir kumaş parçası sayesinde ışığa maruz kalmıyordunuz. Kumaşı çektim ve uyudum. Kafa da güzeldi. Gerçi o uykusuzluk ve o yorgunluk üstüne Jardin Bahçeleri’ndeki bir bankta bile sabah kadar deliksiz uyurdum… Çok güzel bir gündü. O günkü fakirlik ve serserilik (ama entelektüellikle yoğrulmuş) çok hoşuma gitmişti. Mağdur falan değildim. TR’deki öğretmenler gibi feyk mağduriyet ayaklarına yatmayacağım. Barcelona’dan Paris’e gitmişim, terbiyesizlik yapacak değilim ama dediğim gibi o fakirliği ve o serseriliği sevmiştim…
Not: Yazıyı hiç durmadan yazdım. Yazım yanlışlarına bakamayacağım.