8. sınıfları buldum ve kapıdan içeri girdim…
İlk kez öğretmenlik yapacaktım. Pardon, üniversite üçteyken bir aylık bir bağlama kursu öğretmenliği tecrübem vardı. Bağlamayı iyi çalmamam ve nota bilmeme rağmen hocalık yapacak birisi değildim kesinlikle. Zaten kovulduğum tek iş oldu o iş. Öğrenciyken çalıştığım bütün işlerden istifa ettim ve patronlar peşimden koştu sonrasında… Fakirliğin ABV! Sürekli çalış, sürekli çalış!
Dönelim öğretmenliğe… Bu yazının öncesinin öncesindeki yazıda bahsettiklerimden bir daha bahsetmek istiyorum. Bu hayat hiçbir şeyi fazla ciddiye alacak kadar kıymetli, değerli ve güzel değil! Öğretmenlik de böyle bir şey. Hiçbir zaman sınıfta yatmadım ama hiçbir zaman olmayacak duaya amin de demedim. Bunu doğru bulmuyorum. Büyüyünce sıradan (veya o dönemin diyelim) Anadolu insanı olacak çocuklar için fazla ütopik düşüncelere girerek olmayacak şeyleri başarmak için çırpınmanın manası yok. Öğretmenlik öncelikle bir iletişim işidir. Bunu iyi kurabiliyorsanız yapabileceğinizin en iyisini yapıyorsunuz demektir. Öğretim konusunda ise siz başrolde değilsiniz ne yazık ki! Aile, toplum ve devlet başrolde. Bunları aşarak bir şeyler başaramazsınız. Mücadele falan etmeyin… Yenileceksiniz, bu kesin. Tek başına bir insan, 40 yıllık bir çalışma süresince aile, toplum ve devleti yenemez. Bütün öğretmenlerin bu düşünceye erişip topyekûn savaş açacağına ne kadar inanıyorsunuz? Hadi siksen olmayacak olan bu şey oldu diyelim, bu öğretmenler statükoyu yenebilirler mi? O yüzden, böyle gelmiiş, böyle gideer! Bu toplumun ulaşabileceği en yüksek mertebe olacak olan götü boklu CHP iktidarı da bir şekilde ve bir gün siz kendinizi parçalasanız da gelecek parçalamasanız da…
O yüzden hiçbir bireye travma yaşatmadan, o ortamda yapabileceğinizin sınırlarını görmeye çalışın ve onu yapmaya çalışın derim öğretmenlere. Ben bunu yaptım. Renkli ve farklı bir insan olduğumu için öğrenciler beni hep sevdiler. Bu sevgiyi fazlasıyla hissettirdiler ama öğretmenler odasında ise hep duruma ve adamına göre davrandım. O yüzden kimileri beni somurtkan, sessiz, soğuk bulur kimisi bulmaz…
Öğrencilerin beni sevdiklerini ilk kez o 8. Sınıfta hissettim. İnanılmaz bir şeydi. Sınıfa girdim. SA, AS… Konuşmaya başladık. Tüm renkli ve samimi halimle konuşuyorum. Bir süre sonra çocuklar ne söylersem alkışlamaya başladılar! Nihayet “Alkış yok!” demek zorunda kaldım. O ilk ders öğrendiğim bir diğer faydalı şey de bu oldu: Kendinden emin olan ve orospu çocuğu olmayan öğretmen sınıfa hakim olur ve verdiği komutlar uygulanır! Biraz ders de yapayım dedim. Kitaplarına baktım. Bir gramer konusu işledim. Öğretmenlik hayatım boyunca hep yaptığım şeyi de o gün ilk kez yaptım: MEB kitaplarındaki alıştıramalar yetersiz ve kötüdürler. Kendim sorular ürettim tahtada. Okuldaki ilk günüm bu şekilde geçti.
Okul bittikten sonra yine öğretmen servisiyle Gerze’ye geldim. Saat 16.00’dan 17.00’ye kadar Gerze’de yapılabilecek her şeyi tükettim ve her zamanki gibi eşyasız evime gittim. Tek eşyam olan çekyatımın üzerinde “düşünme” eylemini yapmaya devam ettim. Gazete almışımdır. O yıllarda Gerze’ye gazete hafta sonları bir gün sonra geliyordu. Üç ana akım gazeteyi alıp her şeyini okuyordum.
BİLGİSAYARIM
Bir hafta sonra eşyalarım gelmişti. Ve tabii ki de bilgisayarım. Çok uzun yıllar boyunca eve girer girmez bilgisayarımı ve de Winamp’ı açardım. Listedeki binlerce parçayı karışık çalardım. Sanırım bu olaydan İstanbul’a gelince vazgeçtim çünkü orada bilgisayarımı salona değil de odaya almıştım. Winamp açar ve de FİFA 2001 oynardım. EA Sports’un FIFA oyunlarını 2005’e kadar oynadım çünkü o tarihten sonra bilgisayarım açmaz oldu oyunları. Şu anda çalıştırsa şu anda da oynarım. Bilgisayar futbol oyunlarına Tuna büyüyünce geri dönmeyi düşünüyorum.
Artık canım sıkılmıyordu. Zaten hiçbir zaman canım sıkılmaz benim. Cansız şeyler insanlardan daha çok ilgimi çektiği için hiçbir zaman canım sıkılmaz ve hiçbir zaman “yapacak bir şey bulamıyorum” demem. Doğrusu budur demek istemiyorum. Sosyalleşmek insanlar için önemli. Benim için değil. Bu şansım mı şanssızlığım mı emin değilim.
Sosyalleşmenin hiçbir zaman peşinde olmadım ama bir şekilde hep gidip onu buldum. Veya o beni buldu. Gerze’de de buldu. O konuya geçmeden önce maddiyattan bahsetmem gerekecek.
PARA VAR HUZUR VAR
Yazının başlığı “2002 Ekim’ine Kadar” Bu keskin dönüşümün önemli bir ayağı da maddiyattan geliyor. 2002 Ekim’ine kadar ağır fakirlik yaşamış, istediği şeyleri alamamış, sürekli part time çalışmak zorunda kalmış bir gençtim. İlk maaşım hatırlıyorum 400 “milyondu”. Memurluğa ilk başladığınızda bir buçuk maaş alıyorsunuz. 600 “milyon” aldım. Bir de eğitim-öğretim tazminatı diye öğretmenlere eylül ayında yapılan ödeme var. Sanırım 175 milyondu. Bana bazı akrabalarım da giderken para vermişlerdi. Yani cebimde bir “milyar” vardı. Bu benim için inanılmaz bir şeydi.
İstediğimi alıyordum. İstediğimi yiyip içiyordum. Görmemiş olduğum için saçma şeyler de yaptım. Örneğin Sinop merkezdeki bir dükkanın vitrininde gördüğün Adidas ayakkabıya bir maaş kadar parayı verdim. Çok yanlış bir hareketti.
Bir de ilk olarak gidip bir CD yazıcısı aldım… O yıllarda CD yazıcısı sahibi olmak büyük bir ayrıcalıktı. Benim için ütopik bir şeydi. En çok ne istersin deseler onu söylerdim. Artık gidip babalardan kız isteyebilirdim. CD yazıcım var, he he heeeeeyt! Ver ulan kızlarınızı! Kimse hayır diyemezdi. Maaşın yarısını vermiştim ama hiç pişman değildim. CD’lerini kopyalayacağım pek kimse olmasa da etrafta…
FORMAT
İnsan mecbur kalınca her şeyi yapar. Ankara’dayken bilgisayarıma format atmak gerekirdi zaman zaman. Bilgisayar bölümünde okuyan arkadaşlarım olduğu için onlara attırırdım. Gerze’ye eşyalarım gelince bilgisayarımda bir sorun oluştu. Kasayı ilçedeki tek bilgisayarcıya götürdüm. Çok ufak bir işlem için ücret aldı. Sonra arıza tekrarlandı ve bilgisayara format atmak gerekti. Ben de iş başa düştü diyerek hatırladıklarım kadarıyla formatı kendim attım. Bilgisayar sık sık tıkanıyordu ve format atmak gerekiyordu. Kendim atıyordum.
Öğretmenlik nasıl gidiyordu? Çok keyif alıyordum. Hala da öyledir gerçi. Sınıfta aşırı piç bir öğrenci yoksa derse girmekten keyif alırım. O bölgede aşırı piç bir öğrenci yoktu. Herkesin birbirini tanıdığı ufak yerlerde aşırı uç davranışlar kolay kolay görülmez. Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır” romanında karşımıza çıkan “Büyük Uyum”un biraz daha küçüğü bu bölgelerde kendisini hissettirir. Ömür boyu beraber yaşayacakları kesin olan bu insanlar birbirlerini idare ederler. Bazen birbirlerinin karılarına kocalarına göz koyarlar, her şey herkesçe bilinmesine rağmen gemileri yakmazlar. Çünkü bunu yapmalarının maliyeti büyüktür. Mütegallibe denilen parası ve statüsü olan ve onu insanları ezmekte kullanma konusunda hiç tereddüt etmeyen insan sayısı da çok fazla değildir. Bu yüzdendir ki küçük yerlerdeki sınıflarda aşırı piç öğrenci pek sık görülmez. Keyif alıyordum.
Bambaşka hayatıma alışmaya çalışıyordum. İstediğim her şeyi alabilecek olmak beni çok mutlu ediyordu. Daha bir sene önce parasızlıktan Ankara Kızılay’dan mahalleye yürümüştüm. Radikal bir değişiklikti. İnsanların sevgisi ve saygısı hiç görmediğim kadardı. Öğrencilerin sevgilerini hissediyordum. Öğretmen ve idareciler arasında da yavşak, negatif enerji yayan kimse yoktu. Sağcılar bile makul tiplerdi.
SİYASET
2002 Ekim yılında hükümette Anasol-D vardı. MEB DSP’nin elindeydi yani eğitim-sen’in. Solcular (rakıyı gizlemeden içen Atatürkçüler yani) birbirlerine torpil yapıyorlardı. Dikmen’de bir ilçe milli eğitim müdürü vardı. İtici bir adamdı. Bu adam ilçedeki Türk-Eğitim-Senlilere zulüm ediyordu. Yani mobbing yapmaya kalkıyordu. Türk-Eğitim-Sen yani dinciler ve milliyetçilerin sendikası. Onlara mobbing yapıyordu ve sevilmiyordu. Bir kere merdivenden inerken yanımızda yürüyen ve apolitik olan bir öğretmeni ellerini cebinden çıkarması için uyardı. 24 Kasım günü öğretmenevinde bir etkinlik olacaktı. Solcu (yani rakıyı açıktan içen Atatürkçü) şube müdürü beni de davet etti. Gittik. Çok az insan vardı. Gerze’den gelen bağlamacı öğretmen Semih ile orada tanıştım. Daha sonra sosyallik adına beni ortamlara sokacak olan Semih ile. İyi bir arkadaştı. Beraber çok saz çaldık. Hatta onun okulu için bir koro çalışması yaptık ve konserler verdik. Bu etkinlikte içki de vardı yanlış hatırlamıyorsam. Mobbingci öğretmen yanıma geldi ve benim Alevi olup olmadığımı anlamaya yönelik bir sohbete girişti. Kafası da iyiydi. “Ben Alevileri severim” falan diyordu.
Bu etkinlik 24 Kasım’da olmuştu yani 3 Kasım 2002’den 22 gün sonra!
Ne oldu o gün? Ak Parti tek başına iktidara geldi!
Ak Parti’den eğitime ideolojik saikleri olmadan yaklaşmasını beklemiyorum. Bunu kim olsa yapacaktı ama AKP’nin bu saikler uğruna birçok iyi şeyi mahvettiğini de düşünüyorum. Ve bunlar ideolojik değil teknik şeyler. Yani eğitimin içine etti. Eski burnu havada, tektipçi, Atatürkçü eğitim sisteminin (bu arada ölmedi, yakında hortlayacak zaten) de hayranı değildim ama “teknik anlamda” birçok iyi şey yok edildi Ak Parti tarafından.
3 Kasım günü büyük bir şok yaşamıştık hepimiz. Kaygı duymaya da başlamıştık. 4 Kasım günü olanlar hiç aklımdan çıkmıyor. Öncesinde dinci ve milliyetçi öğretmenler öğretmenler odasına girince merhaba veya günaydın derlerdi. Bu konuda yazılı olmayan bir baskı vardı üzerlerinde. 4 Kasım sabahı din öğretmeni kapıyı açtı ve içeri provokatif bir edayla “Selamıııın Aleyküüm” diyerek girdi. Meşhur Kemal Sunal filmindeki replikte dendiği gibi, “Biz adama bilezik gibi geçiririz” der gibiydi. Ben hiçbir şey demedim. Bazı solcu (açıktan rakı içen Atatürkçü) öğretmenler aleyküm selam dediler.
İlçe MEB müdürü bir ay kalmadan gönderildi. Sağcılar hemen her yere müdür ve müdür yardımcısı oldular. O din öğretmeni iyi ve samimi bir adamdı. Saadetçiydi ama vicdanlı bir adamdı. Karadenizli olduğu için de deli doluydu. Şimdi baktım da ilçe MEB müdürü olmuş Dikmen’e. Yaklaşık 30 senedir Dikmen’de yaşıyor.
Ben o aralar zaten apolitik bir tiptim. Dolayısıyla bu değişiklik benim hayatımı herkes kadar etkiledi. Seçimlerde ben de CHP’ye oy vermiştim, Ak Parti gelmesin diye.
ÖZLEM MEYHANESİ
3 Kasım’dan üç gün sonra yani 6 Kasım’da Özlem Meyhanesi’ndeydim.
Burayı severdim. Tesadüfen bulmuştum burayı. Daha doğrusu Lig TV aboneliği olan bir yer ararken bulmuştum. Bir yıl önce Gençlerbirliği’nin bütün maçlarına gitmiştim. Zaten 2011’e kadar GS benim hayatımdaki en önemli şeylerden biriydi. 2002 yılında Gençlerbirliği Ersun Yanal yönetiminde şampiyonluk mücadelesi veriyordu. Ankara’da olamadığım için hayıflanıyordum. GS’nin maçlarını izlemek o bambaşka hayatımdaki en güzel anlardandı.
Özlem Meyhanesi’ne gider, sobanın yanındaki masaya otururdum. Önden bir bira söylerdim. Tombul Efes gelirdi. Birinci bitmeye yakın bir Arnavut ciğeri söylerdim. Çok keyifli gelirdi onu yemek. Sonra bir bira daha. Fakat o sene GS ikinci olmasına rağmen tarihteki yani benim taraftarlık tarihimdeki ilk, berbat GS idi. Eski ürkütücü takımdan eser yoktu. Oyuncular sıradanın da sıradanıydı. Son gün alınan Cristian adlı forvet Hakan Şükür’e alışmış bizler için skandal bir transferdi. Yine de taraftarlık işte böyle bir şeydi. Güzel bir şeydi yani. Bu sikko hayata biraz güzellik katan bir şey. Hatta taraftarlığın otomatikman yüklediği mantık dışılık bile güzeldi. Maçları izliyor ve eğleniyordum.
6 KASIM FACİASI
O gün de yukarıda yazdığım üzere ÖM’deydim. FB-GS oynayacaktı. Normalde pek kalabalık olmazdı meyhane ama derbi zamanları çok kalabalık olurdu. Benim masa doluydu. Sandalyeye oturmuştum. Üç gün önce AKP tek başına iktidar olduğu için dağılmış vaziyetteydim zaten. Bunun üstüne FB de bizi 6-0 yenince yani tarihi fark atınca dünyam alt üst olmuştu. 4-0’dan sonra olacakları hissettiğim için dayanamamış ve çıkmıştım. Eve gidince 6 olduğunu görmüştüm. Benim için berbat bir gündü. Ertesi gün o FBli din öğretmeninin sokacağı lafları düşünüyordum. “Bir hafta da size iki kere nasıl geçirdik” cümlesini gözleriyle iletecekti.
Olursa Ekim’e kadardı! Yani eski hayatın devamı… Ama olmadı… Ekim’den sonra bambaşka hayat başladı. Her şehir değişikliği bambaşka hayatlar getirdi. Bakalım bu Aydın değişikliği de bunu gerçekleştirecek mi? Şehir değiştirmeye bayılırım. Yenilik nosyonu beni cezbeder. Eskileri satmadan yeni şeylere atılmaya bayılırım. 2002 Ekim’inde çok farklı bir denize daldım. O günleri yazmak istedim. Arşiv amaçlı… Bir de, belki Tuna da ilgilenir büyüyünce…
Not: Hızlı yazdığım için yazım yanlışlarını dönüp de düzeltemeyeceğim. Budur yani!