Bugün yine hayatımda yaşadığım en güzel günlerden birini yazacağım…
28 Mayıs 2011’de İstanbul’a gitmeden önce, Bolu’daki son günlerimi yaşıyordum. Öğretmendim orada. Birkaç hafta sonra İstanbul’a tayinim çıkacaktı. Çocukluğumdan beri yaşamak istediğim şehre geç de olsa kavuşacaktım. Bugüne kadar yaşa(ma)dığım ve pişman olduğum, onu yaşa(ma)dığım için oturup ağladığım 12 bin şeyden biri de öğretmenliğe başlarken direkt İstanbul’dan başlamamaktır.
Hala Bolu’daydım. İnsanı homofobik yapacak, Bolu çiftetellisi adlı dünyanın en kötü halk oyununa maruz kalıyordum.
Aslında o gün Bolu’da değildim. Türkiye’de de değildim. Romanya’nın başkenti Bükreş’teydim.
Bolu’dayken hayattaki en sevdiğim faaliyete başlamıştım. Yani yurt dışına çıkmaya… Bunların hepsini beleşe gerçekleştirmiştim. Avrupa Birliği projeleri “ayağına”, okullardaki İngilizce bilen eleman kontenjanından beş kere beleşe yurt dışına çıktım. Çok güzeldi.
O günü unutulmaz kılan şey de Bükreş’te olmamdı. Bir diğer faktör de bugün (29 Mayıs 2021) olduğu gibi Şampiyonlar Ligi finalinin oynanacak olmasıydı. Geleceğiz o meseleye.
Bolu Fen Lisesi’nde bir seneliğine görevlendirme olarak derslere girdim. TR’nin en zeki insanlarından olan bu öğrencilerle çalışmak çok keyifliydi benim için. Mallardan bıkmıştım. O okulun devam eden bir AB “Projesi” vardı. Ben de o projenin yazışmalarını, final raporu yazım süreçlerini falan yürütüyordum. Tabii bu projelerin ziyaretleri vardı. Onlardan birine ben de katılacaktım. Oraya gidecektik de faydalı olan o projenin rutin faaliyetlerini gerçekleştirecektik de bla bla bla! Amaç beleşten gezmek. Biz de onu yapacaktık. Masrafları AB karşılıyordu, anlamayanlar için açıklamış olayım.
Bizim projenin ortağı Romanya’nın sikko bir kasabasında yer alan bir okuldu. Birkaç gün o okulda sıkıcı faaliyetlerde bulunduk. Birinci çoğul şahıs kullanıyorum, biz kimdik? Ben, müdür, müdürün karısı (ne işi varsa, neyse bana ne ya), başka bir öğretmen ve üç adet de veli. Bu grupla gitmiştik Romanya’ya. Tabii bunların hiçbiri İngilizce bilmediği için ben onların annesi, babası gibiydim. Su bile isterken beni devreye sokuyorlardı. Ayrıca yabancılara karşı kırılmaz ön yargılara sahip oldukları için çok zorlanıyordum. Neyse mağdur falan değildim, beleşten bir ülke daha görüyordum. Keşke her zaman böyle projelerde çalışsam.
Sikko kasabada işlerimiz bitince, birkaç gün de gerçek bir Avrupa şehri olan Bükreş’te vakit geçirelim demiştik. Bükreş’e geldik.
İnanılmaz bir şey oldu. Bükreş’te Avrupa’nın en büyük AVM’si varmış. Ekip oraya gitmek istedi. Mecburen onları oraya götürecektim. Dacia taksiye atladık. Hala öyle midir bilmiyorum ama o zamanlar Romanya para birimi çok değersizdi. Her yere taksiyle gidiyorduk ve neredeyse bütün taksiler Dacia idi. Zulüm başlamıştı. Akşama kadar orada onların alışverişlerine yardım ettim. Ki AVM gezmekten tek kelimeyle nefret ederim.
Bükreş’te gezilecek, görülecek yerler olmalıydı. Vardı da. Araştırmamı yapmıştım.
Bükreş’teki ikinci günümüz oradaki son günümüzdü. Ekip yine AVM’ye gitmek istedi. Bu sefer resti çektim. Onlarla gelmeyeceğimi çünkü şehir turu yapmak istediğimi söyledim. Otelin adını bir kağıda yazıp ellerine verdim. Taksileri çevirdim. Öndeki taksinin şoförüne “to the shopping centre” dedim. Gelirken de taksiye kağıdı göstermelerinin yeterli olacağını kendilerine söyledim.
Sonra ben de bir taksi çevirdim ve “to the Çavuşesku’s palace/Çavuşesku’nun sarayına çek kaptan” dedim. Adam şaşırdı. Her Avrupa ülkesinde olduğu gibi halkın İngilizce seviyesi bizimkine tur bindirecek seviyedeydi. Tabii bunun bazı teknik ve politik sebepleri var. Neyse. Taksici orasının Çavuşesku’nun sarayı değil de parlamento binası olduğunu söyledi. Sonra da kadın teklif etti elbette. Romanya’dayken bakkalından çakkalına, berberinden otel garsonuna herkes size kadın teklif ediyordu. Hatta yolda yürürken bile birisi gelip kadın isteyip istemediğimi sormuştu.
İlk iş olarak binayı gezecektim. Görseldeki bina dünyadaki en büyük binalardan biridir. O zamanlar ikinci solculuk dönemime yeni yeni başlıyordum. Henüz bir sene olmamıştı ikinci solculuk dönemim için. İlki lisedeyken oldukça zayıf belirip, kaybolan bir solculuk dönemiydi. İkinci dönem daha uzun sürecekti. Çavuşesku ve Romanya’daki sosyalizm deneyimi ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum.
Muazzama bir yapıydı. Rehber her şeyi anlatmıştı. Binanın sanıldığının aksine Çavuşesku’nun sarayı değil bütün devlet kurumlarının toplandığı bir yapı olduğunu söylemişti. Rejim değişikliğinden sonra bu projenin kısmen rafa kaldırıldığını ve binanın müze olarak kullanıldığını söyledi. Aşırı şatafat vardı. Dolmabahçe Sarayı’ndaki şatafatlı odalardan binlerce vardı. Yine de binayı gezmek güzel bir deneyimdi. Sonra oradan çıktım ve taksiye “city center” dedim. Şehir merkezinde indikten sonra ortalığı yürüyerek gezdim. Etkileyici bir meydanı vardı. O meydanda Çavuşesku halka son konuşmasını yapmıştı. Sokaklarda yalnız başıma, insanlıktan çıkarcasına yürüyordum. İşte yapmak istediğim şey buydu. Parklara gittim. Sokaklarda dolaştım. Binalara baktım. Çok güzel bir gün oluyordu.
Televizyon yayını olan güzel bir mekan bulmalıydım. Buldum da mekanı. Geniş bir mekandı. Bir pizzacıydı aslında. Akşama Şampiyonlar Ligi finali vardı. Bir masa ayırdım kendime. Sonra tekrar sokaklara attım kendimi.
Yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Akşam oldu.
Mekana girip, geniş bir tv’nin karşısındaki masama oturdum. Yanımdakilerle aramda mesafe vardı. Önce bir bira söyledim kendime. Sonra da bir pizza. Pizza tepsi kadardı. Çok güzeldi.
Maç başladı.
O günü güzel kılan en önemli şey o maçtı. Çünkü bana büyük bir armağan verdi o maç.
Maç Manchester United ve Barcelona arasındaydı. Daha önceden de Barcelona ve Messi maçlarını izlerdim. Evimde iki sene öncesine kadar televizyon olmadığı için sadece önemli maçları kahvede, arkadaşlarımın evinde izlerdim. Messi’nin o tarihten itibaren bana en güzel anları yaşatacak olan insan olduğunu bilmiyordum.
O sene Messi inanılmazdı. Finale gelene kadar inanılmaz maçlar çıkarmıştı. O final performansı da gelmiş geçmiş en iyi bireysel final performansı seçilmişti. Karşısındaki insan azmanı oyuncularla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Galibiyeti getiren golü de atmıştı. O zaman müthiş sevinmiştim.
O maçtan sonra Messi neredeyse o tv platformuna üye olmayı ve bütün resmi maçlarını izlemeye karar verdim. Yaptım da. Hala yapıyorum. Ronaldo’nun da bütün maçlarını izledim. Hala izliyorum. Messi’nin benzersiz ve tekrar edilemez olduğuna inanıyorum. Elbette bu kesin değil. Ondan daha iyi birisi gelebilir elbette ama ben ölene kadar gelmezse buna hiç şaşırmam. 10 yılıma müthiş bir güzellik kattı. Onu maçlarda izlemek, o akıl almaz işleri yaptığını görmek büyük bir keyif benim için. Ve bu macera esasında o gün başladı. Aslında Messi’yi izlemek için tv başına geçtiğim ilk maç 2008 Aralık ayındaki el clasico’dur ama bu sadık birliktelik 28 Mayıs 2011’de Bükreş’te başladı.
Guardiola’yı da çok severim. Bolu Fen Lisesi’ndeki futbol tutkunu öğrenciler beni kendisine benzetirlerdi. Kendisini karizmatik bulduğum için bu benzetmeden dolayı hep mutlu olmuşumdur. Ve bugün o da 10 sene sonra tekrar finalde. Bunu çok bekledi. Çok mutluyum onun adına. Futbola verdiğim emekten dolayı kendisinden bir isteğim var: Messi’yi bir kere daha ŞL finalinde gol atarken görmek. Liverpool maçının nasıl kaybedildiğini hala anlayamıyorum. Bu yüzden çok hüzünlüyüm. Umarım kalan üç, dört senede bu duyguyu yaşarım tekrar.
Ertesi gün Bolu’ya döndük. Yurt dışı tatili bitip gerçeklik başlamıştı. Nereden nereye… Yani oradan buraya. Buna çok da şaşmamak lazım. Herkes bir şekilde yaşıyor işte… Buna yaşamak denirse. Denir. Bu yaşamaktır. Beğenmiyorsan iade edemezsin.
Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.