Yeşil Peri Gecesi

Edebiyat dünyasındaki üçlemelere ihtiyatlı yaklaşırım. Çünkü bazen yazarın “üçleme” olarak düşünmediği eserler topluluğuna üçleme deniyor. Bazen de ilk eser tutunca, yazar garanti yoldan yürümeyi seçiyor ve eserin devamını kaleme alıyor. İlk roman çıktığında o romana “Bir” ibaresi ekleyen var mıdır? İşte o yazar bana daha tutarlı gelir.

Neyse…

Üçlemeler genelde iyidirler aslında. Ayfer Tunç’un da bir üçlemesi var. Üçleme olarak planlanmadığı kesin bence. Hatta yazar, ilk roman umulduğu kadar sansasyonel olmayınca sanki işi inada bindirmiş gibi. Çok da iyi yapmış! Zira üçlemenin ikinci romanı olan ve bugün değineceğim “Yeşil Peri Gecesi” çok çok iyi bir roman! Yazar sansayonel bir kitap yazmayı başarmış.

Aslında ben üçlemeyi okumadım. “Yeşil Peri Gecesi”ni okudum. Şu anda da ilk kitap olan “Kapak Kızı”nın yarısındayım. Üçüncü kitap “Osman”ı ise yakın zamanda okumayı planlamıyorum ki tavsiyelerine önem verdiğim insanlar o kitabın da çok iyi olduğunu söylediler.

Ayfer Tunç okumak uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazarların sadece isimleri bile sizi, onlar hakkında pek bir şey bilmeseniz de etkiliyor. AT, benim için öyle biriydi. Kendisinden okuyacağım ilk kitap için “Deliler Evi” (ismi normalde daha uzun bir roman) adlı roman önerildi. “Yüz Yıllık Yalnızlık” gibi sayısız karakter barındırdığı yazıyordu yorumlarda. Herkesin çok sevdiği “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı ben çok tutmamıştım. Bazen öyle oluyor. Hepimize olur. Herkesin ayılıp bayıldığı bazı eserler bize hitap etmeyebilir. Okurken iyi bir psikolojide olmayabiliriz mesela. Doğru seçim olacağından neredeyse emin olduğum Ayfer Tunç’tan okuduğum ilk roman beni çok etkiledi.

Gelelim romana…

Nasıl bir roman? Bu soru benim için çok önemli. Birçok yazımda bahsetmiştim. Bir romandan bahsederken “Konusu ne?” diye sormak yerine “Nasıl bir roman?” diye sorulması gerektiğini düşünüyorum.

Bir kere mizantropik bir roman. Bunu ilginç buldum çünkü kadınlar pek mizantropik olmazlar. Veya erkekler kadar olmazlar diyelim. Mizantropi yani insandan nefret etmek. Onun ortaya çıkardığı yaşamdan ve toplumsal ilişkilerden nefret etmek… Nefret edilmiyorsa bile bunların türlü türlü arızalar barındırdığını ve hümanist hülyaların birer safsatadan ibaret olduklarını düşünmek…

Kadınlar erkeklerden daha “duygusal”, daha sevgi dolu olurlar. Ayfer Tunç bu romanda insan üzerine atılmış, simli parıldak şeyleri silkeliyor. Genel olarak insanoğluna, özel olarak da onun toplumuna, onun ailesine, onun erkek egemen yapısına, ayrıca onun kadın saflığına da (olumsuz anlamda saflık) cepheden saldırıyor. Bu saldırı gerçekleşirken en kötü sahneler, en kötü tecrübeler, en mide bulandırıcı ayrıntılar okuyucuya sunulmadan geçilmiyor. Roman kahramanı Şermin, en kötü şeyleri yaşıyor. En kalitesiz ortamlarda bulunuyor. En büyük hakaretlere maruz kalıyor. Kendisi de fena fena şeyler yapıyor.

Bayılırım! Mizantropik romanlara bayılırım. Çünkü ben de onlar gibi düşünüyorum. Daha doğrusu şöyle: İnsanoğlu denilen sefil mahluk, idealize edildiği yerden oldukça uzakta bana göre. Aslında onun yapısını ben doğal buluyorum ama onu idealize eden felsefeler veya ideolojiler veya öğretilerle derdim var benim. Biraz da bu idealize edilme olayı kaçınılmaz gibi de bakıyorum. Sabah akşam arızalarımızı tespit edip birbirimize anlatsak iyi kötü bir düzen içerisinde akıp giden bu yaşam nasıl bir hal alırdı acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Ayfer Tunç benzerlerinden milyonlarca olan Anadolu aile yapısını da hedef tahtasına yerleştiriyor. Aslında hepimiz onun ne olduğunu biliyoruz. Onları sevdiğimiz, sevmek zorunda olduğumuz bize belletildiği için belki bu düşünceler bizi rahatsız ediyor veya belki de bunların fena aileler olduğu, bizimkinin öyle olmadığını düşünüyoruz ama aslında çok azımız bunlardan azadeyiz. Mevcut durumda dayanışmacı, korumacı, sevgi dolu gibi görünen Anadolu aile yapısı aslında küçük birer hapishaneden ibaret. Normalde asla yan yana gelmeyeceğimiz insanlarla, başka seçenek olmadığından dolayı can yoldaşı oluyoruz. Mevcut Anadolu aile yapısı fazla iç içedir ve aslında kişi farkında olmasa bile o kişiye sevgi vermekten daha çok, ona yük yükler. Ben aslında Türkiye’deki arkadaşlıkların da yük yükleme özelliklerinin daha fazla olduğunu düşünüyorum ama bu romanda öyle bir şey yok tabii.

Feminist bir roman mı? Sanırım değil. Feminizmi tarif edebilecek kadar iyi bilmiyorum. Ve çeşit çeşit feminizmler olduğunu da biliyorum. Ama eğer şu şey olanıysa, yani kadınlar aslında bu durumda olmazlar, onlara toplumsal cinsiyet rolleri dayatıldığı için böyleler feminizmiyse kitap için feministtir diyemem. Kitaptaki bazı kadınlar da yılan kadın rolünü çok doğal, çok canı gönülden oynuyorlar. Evet, bazı dayatmalar vardır. Bazı kadınlar olmak istedikleri insanı bu dayatmalar yüzünden olamıyorlar ama kadın doğası denilen bir şey de vardır ve ona hiçbir şey dayatmasanız bile bazı şeyleri ısrarla yapmaya devam edecektir o. Bazı şeyler hiç değişmeyecektir. Mesela genç ve güzel bir kadın hele ki Şebnem gibi bayağı güzel bir kadın, hangi zamana ve hangi mekana giderseniz gidin mutlaka öncelikle güzelliğiyle değerlendirilecektir. Ve aslında kendisi de bundan hoşlanacaktır. İki tane doktora yapmış olsa bile, bir kadını güzel bulunmak kadar hiçbir şey mutlu edemez. Kadın içgüdüsel olarak o sermayenin ne kadar önemli ve değerli olduğunu hissedecek ve hayatını ona göre konumlandıracaktır. Konumlandırabilecektir daha doğrusu. Bazen Şebnem gibi şansı yaver gitmeyebilir de…

SPOILER

Kitabın sonu sanki mizantropiyi yürürlükten kaldırıp onun yerine umut ve dayanışmayı koyuyor gibi. Katılır mısınız? Şebnem’in hayatı boyunca yaşadıkları münferit şeyler değil ama kitabın sonunda yaşadıkları münferit. Çünkü o bir roman kahramanı. İnsanlar romanlardaki gibi yaşamazlar. Şebnem gibi bireysel ve oldukça cesur olan bir isyan bayrağını çekmezler. Şans da o kadar yanlarında olmaz. Romanda kafamı karıştıran tek şey bu ani ve keskin dönüş oldu. Eğer bir romanı başarılı bulmuşsam şurası neden şöyle oldu diye sorma hakkını kendimde bulmam. Sormuyorum o yüzden!    

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.  

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Ferdi Tayfur Türkiye’dir!

“Ben Orhan’la çalıştım; Müslüm’le, İbrahim’le de çalıştım. Ferdi Tayfur’un hayran kitlesi kadar kalabalık ve fanatik bir hayran kitlesi görmedim.” Oya Aydoğan

“1977 tarihli Çeşme filmini 12 milyon insan seyretmiştir.” İnternet

A: Batan Güneş filminde Ferdi Tayfur’un sevgilisine tecavüz ettiğiniz için sokakta tepki gördünüz mü?

Tecavüzcü Coşkun: Tepki mi! Can güvenliğim sebebiyle yurt dışına kaçmayı bile düşündüm. Bütün Adanalılar sokaklarda beni arıyordu.

“1993 yılında Gülhane Parkı’nda verdiği konsere 200 bin kişi katılmıştır.” İnternet

“Türkiye’nin en büyük şöhreti Ferdi Tayfur’dur.” Hakan Altun

“Ben böyle bir fanatizm görmedim.” Ebru Gündeş

“Ferdi Tayfur’la filmim, bir yılda Banu Alkan’ı korkunç bir star yaptı.” Banu Alkan

“Bende vatan ve millet gibi olgular çok gelişkin değildir ama seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var diye düşünüyorum. Oranın kültürel dokusu da bizi sarmalıyor.” Baran Doğan

Ferdi Tayfur!

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti!

Sanat veya spor camiasında benzer şöhretler var mıdır? Şimdilerde “yaşamamış” olduğu farz edilen Hakan Şükür geliyor aklıma. Veya Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen… Fatih Terim, Mustafa Denizli… Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses… Kadir İnanır, Tarık Akan, Cüneyt Arkın… Safiye Ayla, Arif Sağ… Bunlar büyük şöhretler ama hiçbiri Ferdi Tayfur kadar büyük şöhret olmadı bu ülkede. Siyasette kendi şöhretleri onun şöhretiyle kıyaslanabilecek olanlar bence yok değil yalnız! Örneğin Tayyip Erdoğan’ın kitleler üzerinde benzer bir etkinliği var bana göre. Muhalefet bunu yok saysa da, ciddiye almasa da Erdoğan 10 milyonlar nazarında gerçek bir star. Veya Atatürk de öyle bir olgu. O, her ne kadar ideolojik bir sürecin sonucunda var olduğu konuma gelmiş/getirilmiş olsa da Türkiye’de aşılamaz ve yenilemezdir. Erdoğan bile tüm şöhretine rağmen onu yenemiyor! 

Ferdi Tayfur ile ilgili bir şeyler yazmaya yukarıda alıntıladığım Oya Aydoğan beyanatını gördükten sonra karar verdim. Hak verdim kadına. Biraz araştırma yapınca da Ferdi Tayfur’un Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti olduğu iddiasının temelinin sağlam olduğunu gördüm. Bunun sebepleri üzerine düşünmeye başladım. Neden O? Bunun bir sebebi olmalıydı…

Ferdi Tayfur’un “Türkiye” olduğu iddiası bir anekdota dayanıyor. Jean Paul Sartre ile ilgili bir dava açmışlar ve ünlü bir politikacı da “Sartre Fransa’dır!” demiş. Olay ile ilgili bildiğim ve hatırladığım yegane şeyler bunlar. Sartre Fransa ise Ferdi Tayfur da Türkiye’dir. Yani Türkiye’nin en büyük starına bakarak Türkiye’nin tüm defolarını, tüm yetersizliklerini teşhis edebiliriz. Veya tersinde gideriz (solcu tartışmalarında bu tersinden gitmek deyimi çok kullanılırdı, dikkatimi çekerdi!)

Yani Ferdi Tayfur’a bakarak halkımızın bir fotoğrafını çekebiliriz. Buna gerek var mıdır, kaç kişi bununla ilgilenir, onlar ayrı konular. Ben severim böyle işleri ve de işsiz bir insanım! Daha önce star toplum ilişkilerini inceleyen yazılar yazmıştım. Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Müjde Ar, Arif Sağ, Neşet Ertaş ve Kemal Sunal ile ilgili yazılar yazmıştım. Son ikisini yukarıdaki paragrafta unutmuş olduğumu fark ediyorum. Oysa onlar da en büyük beş star arasına girerler…

Ferdi Tayfur’a bakmadan önce bahsetmek istediğim bir şey var: Bana göre insanın çocukluk ve de ilk gençlik yıllarında hayatına bir şekilde giren müzikler ömür boyu onun yakasını bırakmıyor. En azından benim için kesinlikle böyle diyebilirim. Arabesk müziğe o yıllarda maruz kaldım. Orhan Gencebay müziğinden ayrı bir paragraf olarak bahsedeceğim ama şunu diyebilirim ki arabesk müziğin bütün yanlışlıklarının farkında olmama rağmen onu hayatımdan aforoz edemiyorum. Çünkü ona maruz kalmışım. Veya pop müziği! Veya maruz kalmanın ötesine geçerek onunla ilgilendiğim halk müziğinin de bütün –doğru kelime seçmeliyim- “naifliğine” rağmen (diyelim) ondan vazgeçemiyorum. Dünyadaki en gelişkin müzikler olduklarından adım kadar emin olduğum klasik batı müziğini veya klasik rock müziğini –tüm çabalarıma rağmen- müzik dinleyiciliğimin orta yerine koyamıyorum. Çünkü onlara maruz kalmamışım!

En azından benim için böyle olduğunu yazdım ama geçenler de Twitter üzerinden okuduğum bir şeyler bende bu düşünceleri iyice pekiştirdi. Psiko Bilim adlı hesap bir araştırmadan bahsetti. Orada insanın en çok aklında kalan müziklerin insanın 15 yaşına ait olduklarından bahsediyordu. Ve o yaşlar civarlarına… İşte bu dedim. O yıllarda maruz kaldığım müzikler işte ömür boyu yakamı bırakmıyor. Bu deyim hoş değil biliyorum. Ve ben o müzikleri dinleyerek beynime çok mutluluk hormonu yani endorfin sağlattım. Hala da arabada giderken Ferdi Tayfur’dan son ses “Bana Sor”u dinlemeye varım…

15 yaşımda, benim için bir süper star olmasa da yeteri kadar Ferdi Tayfur dinlemişliğim vardı.

Neden Ferdi Tayfur?

Tekrar bu soruya dönelim. Şu iki şey mutlaka olmalı diye düşünüyorum: bu müzik “iyi” bir müzik olmalı ve de bu toplum Ferdi Tayfur ile özdeşleşme kurabilmiş olmalı. Hatta en çok onunla kurmuş olmalı ki daha başka “iyi” müzikleri icra edenleri Türkiye’nin en büyük şöhreti yapmamışlar.

İyi bir müzik midir bu müzik? Elbette öyledir. Ferdi Tayfur’un şarkıları kolay, akılda kalıcı melodilere sahiptir. Türkü formuna oldukça yakındırlar. Türk milletinin kolaylıkla benimseyeceği müzikal forma sahip 10’larca hit şarkısı vardır Tayfur’un. Arabesk müziğin kendisine yaşam alanı bulduğu 1970’ler şehirleşmesi (gettolaşması) Ferdi Tayfur’un 25’li, 30’lu yaşlarına denk gelmiş ve her star-toplum ilişkisinde gördüğümüz “tesadüfi kaçınılmazlık” ortaya çıkmıştır. Sözler dönemin psikolojisine çok iyi hitap eder. Acılarla yoğrulmuş olan sanatçı, çaresizlik içerisinde “Feryat” eder. E, herkes öyle gibidir zaten. Solculuk sağlam bir ideolojik temelden yoksun bir şekilde yükselmektedir ama solculuğun tabanını oluşturan insanların çoğu devrim marşlarından daha çok Ferdi, Orhan müziklerine maruz kalmaktadırlar ve o şarkıları çok sevmektedirler.    

Burada Orhan Gencebay paragrafını sıkıştırayım. Saz çalan bir insanım. Ferdi Tayfur şarkılarını bir kere dinlesem sazda çıkarabiliyorum. Hatta şarkı devam ederken bile ne geleceğini kestirebiliyorum çünkü o melodi yapısına sahip şarkıları, türküleri daha önce defalarca çalmışım… Ancak Orhan Gencebay şarkılarını, sahibinin onları elinde bağlamayla bestelemiş olmasına rağmen kulaktan çalamıyorum. İddiam odur ki Gencebay kadar müziği bilen, onun kadar yetenekli müzisyen Türkiye’de çok azdır, belki de yoktur. Yaptıkları birer devrim niteliğindedir. Müziği teknik olarak değerlendirmeyi bilmeyen insanlar bu değerin farkına varamıyorlar ve onu evet sosyo-politik olarak oturduğu yerle değerlendiriyorlar. Ben değerlendirmemi tamamen teknik olarak yapıyorum. Eşsizdir! Sosyo-kültürel olarak oturduğu yere kefil olamam. Kişilik olarak sergilediği performansa da kefil olamam. Müzikalite olarak, teknik olarak Gencebay müziği erişilemezdir, eşsizdir! Gencebay müzikalitesi 100 üzerinde 95’se Ferdi Tayfur müzikalitesi 72 falan olmalıdır. Peki, o halde neden Gencebay değil de Tayfur Türkiye’nin en büyük şöhreti oldu? Minibüsçüler arasında veya daha doğrusu eğitimsiz işçi kesimleri arasında Ferdicilik, Orhancılık rekabeti olmasına rağmen neden Ferdi? Sanırım özdeşleşmeyi daha iyi başardı…

Özdeşleşmeye gireceksek sesinden başlamalıyız diye düşünüyorum. Aslında ses yukarıdaki paragrafa yani müzikalite bölümüne ait bir özellik ama Ferdi Tayfur’un sesi, şarkı söyleme tarzı onun özdeşlemeyi diğerlerinden çok daha iyi yapmasının arkasındaki en önemli sebeplerden biridir diye düşünüyorum. Yani hepinizin bildiği üzere o ağlak, o feryat eder gibi olan ses halkımızın gönlüne dokunmuştur. Onu samimi bulmuş olmalılar bu yüzden. Kendilerinden biri gibi kabul etmişlerdir. Mesela Orhan Gencebay’da o halk adamı imajı yoktur. O yıllarda filmler de çok önemliydi. Gencebay’ın filmlerinde şamar oğlanı olduğunu hiç hatırlamıyorum. Gencebay’ı hep Abdurrahman Palay konuşmuştur örneğin. Yani Yılmaz Güney’i, Cüneyt Arkın’ı konuşan şu nayır, nolamaz diyen adam… Ferdi Tayfur’u ise Esen Günay konuşmuştur hep. Kadir İnanır’ı konuşan adam, o ses yani… Palay kadar bir alfa erkek sesi değildir Günay. Garibana da gider.

Şarkılarında resmen ağlayan, filmlerinde ağadan kırbaçla dayak yiyen (Çeşme, 1977) Ferdi Tayfur’un tipi, siyah saçları, kara gözleri de özdeşleşme için biçilmiş kaftandı bana göre. Tip önemlidir, her şeyde önemlidir! Gencebay’ın da uzun olmayan bir boyu vardı ama kaslı, formda yapısı veya zorlasan Avrupai olabilecek tipi onu yine farklı bir mertebeye koyuyordu. Kara, kuru Ferdi; halkımıza daha çok benziyordu. Ve ağlıyordu! Ve feryat ediyordu!

Türkan Şoray’ın oynadığı “Sultan” (1978) filmini hatırlayın. O film “güncel” bir filmdir. İkinci Boğaz köprüsünün geçeceği gecekondu mahallesindeki evler birer birer arsa simsarlarına satılırken güncellik kendisini gösteriyordu. Güncellik bir de mahalleye gelen Ferdi Tayfur filminde gösteriyordu. Cümbür cemaat herkes filme gidiyordu. İnsanlar perdeye tezahürat yapıyordu. Şarkıyla kendilerinden geçiyorlardı. Kavga ediyorlardı. Ağlıyorlardı. Bağırıyorlardı. Çocuk doğuruyorlardı. 40 milyonun, 12 milyonunun “Çeşme” filmine gittiği yazıyor internette. Hepsi “Sultan” filmindeki gibi izledi filmi ve çıkınca dediler ki “Tamam işte! Aradığımız adam bu! Kaşı gözü boyu bosu aynı bize benziyor. Ayrıca bağırıyor, ağlıyor. Şarkıları bizim köylerde duyduğumuz türkülerimize benziyor. Marabalık yapıyor. Dayak yiyor falan. İşte Marmaris’te koy satın alacak kadar şöhret yapacağımız adam bu!”

Bence bu şekilde Ferdi Tayfur Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti oldu. Kimse onun sınırlarına erişemedi. Sonra hem kendisinin devri bitti hem de ülkenin yarısını peşinden sürükleyen şöhretler dönemi bitti.

Kimini yakıp gitti

Kimini yıkıp gitti

Seni de alıp gitti

Bu şehrin geceleri

Ferdi Tayfur Türkiye’dir!  

Seve seve bir vatanımız ve bir milletimiz var. Onlardan kaçış yok. Bizi sarıp sarmalıyorlar. Az öteye gidin kardeşim ya, arkada boş yer var!

Türkiye Ferdi Tayfur’dur!      

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Toza Sor

Neyi soracağız?

Hayatın anlamını mı? İnsanoğlunun geleceğini mi? Evrenin sırrını mı? Tanrının var olup olmadığını mı? Kolanın formülünü mü? Nişabürekin ne olduğunu mu? Mourinho’nun Fenerbahçe’yi bu sene şampiyon yapıp yapamayacağını mı?

Neyi sorarsak soralım cevap alamayacağız.

Bunların ve diğer başka kritik soruların cevaplarını bilmek güzel olurdu, evet! Bu arada ben bazılarının hatta çoğunun cevabını biliyorum. Ama benim de ölesiye merak ettiğim sorular yok değil.

Neyse, “Toza Sor” bir kitabın adı.

Amerikalı yazar John Fante’nin en bilindik romanının adı.

Kimdir John Fante?

Kirli-gerçekçiliğin kurucusudur!

80’li yıllarda, Amerika’da bir edebiyat dergisi yazarı bu tabiri ortaya atmıştır ve Charles Bukowski bu türün “Godfather”ı yani “vaftiz babası/manevi babası” olarak kabul edilmiştir. “Toza Sor”u okuyunca Bukowski’nin neyden etkilendiğini direkt olarak anlayabilirsiniz. Zaten kendisi de bunu gizlemiyor. Kitaba bir ön söz yazmış. Orada Fante’nin kendisinin tanrısı olduğunu söylüyor. Kitabı keşfetme, ardından da yazarlık yolunu keşfetme serüveninden bahsediyor. “Kadınlar” kitabında da “Toza Sor”un en sevdiği kitap olduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ve Bukowski gibi bir serseriden beklenmeyecek bir şekilde, Fante’nin yaşlılığında ona yardım ediyor…

Bukowski’den bahsetmiştim. Bence kapıdan, avludan içeri sokulmaması gereken bir serseri. Ananıza, bacınıza fena şeyler yapabilir. Ama romanları ilgi çekici. Çok iyi, büyük bir yaratıcılıkla yazılmış metinler değiller ama ilgi çekiciler işte. O halde birisi; ilgi çekicilerse, iyi olmaları gerektiğini iddia ederse itiraz etmem. Erdem, dürüstlük, iyilik, ahlak, güzel, doğru gibi şeylerin mevcut halleriyle olduğu gibi kabul edilmemeleri gerektiğine inanıyorum. O halde bunları karşısına alan Bukowski’ye ilgi duymam benim adıma tutarlı olur. Onun vardığı noktayı da beğenmiyorum ama çıkış noktamız aynı sanırım.

Fante de iyilik, güzellik, ahlak, çalışkanlık gibi şeyleri olduğu gibi kabul etmiyor. Nasıl desem, Bukowski’den daha sofistike bir yanı var fakat! Daha bir üzerine düşünülmüş, daha bir rafine edilmiş, daha bir felsefeyle harmanlanmış bir serserilik Fante’ninki. Fante’yi kapıdan, avludan içeri sokar mıyım? Sanırım sokarım!

Kirli-gerçekçiliğin nasıl bir şey olduğu sanırım anlaşıldı. Fazla laf ebeliği yapmadan, dil oyunlarına girmeden hayatın kirli, acı veren taraflarını ele alan bir edebiyat akımı. Roman sanatının hep olağanüstü şeyleri ele alması ve aktarması gerektiğine inanmışımdır. Daha doğrusu en çok öyle romanları severim. Ama bu akımda hiç de öyle olağanüstü bir üslup yoktur. Sanki sokaklarda dolaşan serseriler kendi kendilerine konuşuyor gibidirler. Parasızdırlar. Evleri ve arabaları pejmürdedir. Karşı cinsle olan ilişkileri… Buna ilişki denir mi emin değilim. Ama denir elbette. Her şey yaşanır ve biter saygısızca. Kötü yiyecekler anlatılır sık sık. Keyif verici maddeler hayatın anlamı olmaya en yakın şeylerdir bu evrende. Onlar eleştirilemez, sorgulanamaz şeylerdir. Bence de öyledir bu arada… Keyif verici maddelerden uzak durmaya çalışan bir insan yaşamıyor demektir. Kölesi olmamayı başarmak lazımdır yalnız! Öyle de zor bir şeydir bu durum. Hem hayattaki en güzel şeylerden biri hem de en tehlikeli şeylerden biri.

Arturo Bandini, yazarın alter-ego’sudur (‘Gibi’ dizisinde yapılan espriye göre, halter ego’sudur.) Bütün (?) romanlarında aynı karakter vardır. Tıpkı Bukowski’nin tüm (?) romanlarında Henry Chinaski’nin olması gibi. Yazar olmaya çalışan bir genç çulsuzdur Bandini. 30’lu yılların Büyük Depresyon döneminde geçer roman. Ekonomik çöküş yaşanmaktadır. Toplumsal çöküşler de eşlik eder aslında bu döneme. “Dandik” eserler yazan Bandini, sefil bir hayat yaşamaktadır ve bize o hayatı aktarmaktadır. Tanrıyı, dini, aileyi ve toplumu direkt hedef alması 30’lu yıllar için bir devrimdir. Bukowski’nin aksine sadece bir kadınla yetinir. Pardon, iki. O kadınla yaşadığı saçma sapan ilişkiyi okuruz. 30’lu yıllar hesaba katıldığında bu anlatım dirty’nin de dirty’sidir. Camilla Lopez unutulmaz bir karakterdir. Bir an bile insana çekici gelmez ama ilgi çekicidir. Trajik sonu insanı hüzne boğar.

Çok beğendim kitabı. Sahte partiyi basıp, ortamı sarsan ilk romanlardan olsa gerek. Okumamışsanız mutlaka okuyun.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

“Güven”

Bitti, bitti, bitmedi!

Vedat Türkali’nin “Güven” romanını bitirdim!

Birinci cildi okuyunca “Bu Romanı Yazmalıydım” başlıklı bir yazı yazmıştım. Romandan etkilendiğimi, ikinci cildi okumadan da o yazıyı yazmamın yerinde olacağını düşündüğümü yazmıştım. İkinci ciltte olacaklar ve olmayacaklar belliydi. Tabu deviren bir roman değil “Güven”. Yazarın “Bir Gün Tek Başına” romanı o tanıma daha uygun sanki. Bir tarihi okuyorsunuz ve yarısında, eserin geri kalanının birinci bölümle aynı misyonda yazılmış olduğunu anlıyorsunuz.

Evet, birinci ciltte bıraktığımız tarih ikinci ciltte de devam ediyor. İlk yazıda belirtmiştim, Vedat Türkali çok şey bildiği gizli komünist örgüt tarihi hakkında bildiklerini yazmayı kendisine bir görev olarak atfetmiş ve o görev bilinciyle bu romanı yazmış. Yani yazmış olmuş olmak için yazılmış bir roman “Güven”. Ama bu yönüyle de benim sanata biçmiş olduğum misyonla çelişmiyor: Sanat “sanatçı” içindir. Sanatçı beklediği şeyi/ilgiyi/övgüyü/duygusal tatmini/misyon tamamlamış olma duygusunu eseri aracılığıyla elde ediyorsa ve o eser beğeni düzeyi yüksek kişiler tarafından beğeniliyorsa sorun ve de tartışılacak bir şey yoktur! Yazmış olmak için yazılmış bir roman olan “Güven” çok iyi bir roman!

Birinci ciltle ikinci cilt arasında misyon ortaklığı olsa da ikinci cildin biraz daha sarsıcı olduğunu belirtmek isterim. Neden?

Çünkü bir eserin; “Güven” adında, 1800 sayfaya sahip olan ve yeraltı komünist örgütünü arayan insanların maceralarını anlatan bir roman olduğunu biliyorsanız o roman sizde merak uyandırır, hafif tedirginlik yaratır, size bağımlısı olunası bir gerginlik yükler… Bir şekilde işkence sahnelerini okuyacağınızı bilirsiniz. Cinayetler de işlenebilir. Romandaki kişilerin en yakınlarından bile şüpheye düştüğü anların geleceğini hissedersiniz. Birinci ciltte bunları çok görmedik açıkçası. Ama ikinci ciltte…

İkinci ciltte işkenceler de yaşanıyor, cinayetler de işleniyor… Roman için çözülme, sonuca bağlanma bölümü… Yaşanılanlar insanı etkiliyor. Sarsıyor. Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı gibi insanı paramparça eden bir roman değil “Güven”. O romanın yaptığını yapan başka bir roman var mıdır emin değilim. Ama yine de bin parçaya bölünmeseniz de 100 parçaya bölünüyorsunuz. Polislerin emir kulu olup olmadığını düşünmüyorsunuz.

Türkali bu romanı yazdı. Romanda yaşanılanların birçoğunu yaşadı. İşkence gördü, sürgün yedi. Kendisinin hemen hemen bütün romanlarını okudum ve kendisinin bu işte yani bu halka devrim götürme işinde umutsuz olduğunu ve hayal kırıklığı duygusuyla dolu olduğunu her romanında hissettim. Dahası insanın doğasıyla bu yüce devrim olgusunun bağdaşmadığını düşündüğünü bütün romanlarında hissettim. Ben de öyle düşüyorum. “Her Şey Sınıfsal Mı?” başlıklı yazımda belirttiğim üzere liberal düşüncede olan insanların daha yüksek IQ!ya sahip olduklarını ortaya koyan bir araştırma var. 1940’lı yıllarda hepi topu 100, 150 “şehirli” (yani şehirde yaşayan anlamında) enteresan tipin, 15 milyonluk bu üçkâğıtçı köylü toplumuna devrim yaptırabileceğini düşünmek için hakikaten ya aptal ya deli olmak lazım. Özür dileyerek söylüyorum, o 150 kişinin yarısı aptal yarısı da deliydi zaten! Ben de bir dönem –aptal olduğum için- bu düşünceye kapıldım. Sonra IQ seviyem o kadar da kötü değilmiş ki radikal, ütopik siyasi düşüncelerden uzaklaşıp daha liberal düşüncelere yöneldim. Devrimle olmasa bile tarihin doğal akışı içerisinde bütün toplumlar gibi TR toplumu da daha iyi hale gelecek, daha gelişecek. Marksist tarihçi Hobsbawm’a göre TR toplumu dünyada değişime en dirençli toplumlardan biridir. Ben de ekliyorum ki değişime karar verdiği zaman da bunu en hızlı gerçekleştiren toplumlardan biridir. Dengesiz yani. Öngörülemez bir toplum.

Vedat Türkali de devrimin olmayacağını çok net biliyordu ama gençliğinde onun hayatına büyük anlam ve heyecan katmış bu olayın etkisinden ömür boyu kurtulamadı. Her romanında bu konuyu işledi. Arızalı insan doğasını ortaya koymaya çalıştı her romanında. Nihayet “Güven”le de son noktayı koydu. Ölenler öldü. İstanbul şiirinde “Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyordu ama sanki boşuna çekildi der gibiydi her romanında.

(ANADOLU) CİNSELLİ(Ğİ)K

Her romanında işlediği bir diğer konu da cinselliktir. Benim Anadolu cinselliği dediğim şeydir biraz da. Nedir Anadolu cinselliği? 31, kerane, eşek, Aydemir Akbaş’ın mavi slip donu, oğlancılık, kayınço elti görümce kaynana dörtgeni gibi dörtgenler ve ömür boyu devam eden travmalar… Bin bir baskı ve efsaneyle kıstırılmış, maruz olanların hayatlarını oldukça etkileyen bir olgudur Anadolu cinselliği. Kadınlar için ayıp (kendileri de erkekler kadar meraklısı değildirler ya), erkekler için mücadele başlığı, eş cinseller içinse intihar sebebidir “Anadolu” cinselliği. Bu romanda üff üff! Kör tuttuğunu! O yıllarda cinsellik bu kadar serbestçe yaşanmıyordu. Daha doğrusu gizlice yaşanıyordu, insanlık tarihi boyunca yaşandığı gibi. Ama işte bu devrimci insanlar toplumun ön yargılarından “biraz daha” sıyrılmışlardı. Biraz daha ama tamamen değil! Bakire olmadığı için Necla’yla arasına duygusal mesafe koyan anlı şanlı devrimci Turgut’tan hala var. Hobsbawm’ın dediği gibi TR toplumu dünyada değişime en çok direnen toplumlarda biri. Ve benim düşüncemi de tekrarlamak istiyorum: Değişimin kaçınılmaz olduğunu sezdiği anda da inanılmaz bir hızla değişen bir toplum. Yakın zamanda sosyal medya aracılılığıyla yaşanan flört devrimi de bunu kanıtlıyor. Geçen Twitter’da bir türbanlı paylaşımı vardı: “Bekaretimi kaybettim ama onurumu değil!” yazıyordu. Böyle işte. Dünya devrimini kovalayan (özünde köylü) Turgut, devrimci sevgilisine bakire olmadığı için gönül koyuyordu ama 100 yılcık bile geçmeden, Büşra Nur bacı tabuları deviriyordu. En azından dürüstçe… Yakında erkek arkadaşıyla eve çıkan Büşra Nur, ailesini evine iftara çağıracak ve herkes mış gibi yapacak. Bir 50 yıl sonra onu da yapmayacaklar. Büşra Nur’un kızı Alin Su öff öff! Tarih yazacak.

Romanda cinsellik resmen başrollerden birinde. Türkali bu bela konunun o kıstırılmış toplumda ne sorunlara sebep olduğunu çok iyi tahlil etmiş. Peşini bırakmıyor bu konunun. Tıpkı diğer romanlarında bırakmadığı gibi. Fotoğraf çekiyor.

UMUT VAR MI?

Dünkü “Her Şey Sınıfsal Mı?” yazımda bahsettim. Bence eşitsizlik insanın kaderi. Eşitsizlik deyince kötü bir duygu yükleniyor insana. Farklılıklar mı desek? İnsanın da dâhil olduğu bir biyolojik takım olan primatlar doğada fiziksel dezavantajlarının üstesinden gelmek için karmaşık sosyal ilişkiler inşa etme yoluna gitmişlerdir ve de entrikacılığı çok iyi kullanmışlardır. Şimdi insanız, Madagaskar’daki lemur değiliz elbette ama milyonlarca yıllık alışkanlıkları bir anda atmak olmuyor. Eşitlik diye bireylerin öne çıkma güdülerini engellerseniz bu durum şu anda tahmin edemeyeceğimiz sorunlara sebep olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için umutlanmak yersiz. Dolayısıyla da umut var! Anadolu cinselliği gibi isim babası olduğum başka bir şey daha var: Makul orospu çocukluğu… Batı toplumları gibi alt tabakadaki insanlara insanca yaşama koşullarını sağlayacaksınız, bununla birlikte bireylerin öne çıkma dürtülerini de bastırmaya çalışmayacaksınız. Bir düzen tertip olacak. Bence TR bunu başarabilecek olanaklara sahiptir.

Makul orospu çocukluğu, hemen şimdi!      

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Her Şey Sınıfsal Mı?

Değil!

Birçok şey sınıfsal ama her şey sınıfsal değil!

Sınıfsal derken işçiler ve patronlar arasındaki bir çelişkiden bahsetmiyorum. Hayattaki birçok şey ekonomik çıkarı gözeterek yapılır evet, ama her şey bunun için yapılmaz. Tarihte ilk kez enikonu Karl Marx tarafından ortaya atılan sınıflar mücadelesi olgusunun insanlık tarihi boyunca doğru dürüst sorgulanmadığını ve eşitsizliğin içselleştirildiğini görüyoruz. O halde Marx yanılmış olabilir mi? Eşitsizlik acaba insan doğasının bir çıktısı olabilir mi?

 Marksizme tıpkı bir dine bağlı gibi olan solcuların tüylerinin diken diken olduğunu hissediyorum. Çünkü bunu yapmasalar 10 yıllar boyunca yanlış bir hayat yaşamış olacaklar. Tıpkı 2015 yılında sudan çıkmış balığa dönen “bir kısım” MHP’li gibi…

Bir Twitter hesabı keşfettim: Psiko Bilim adlı bu hesap yayınlanmış ciddi makaleleri, araştırmaları okuyor ve yorumluyor. Araştırmanın vurucu yanını ve özünü paylaşıyor. Orada ateizm ve liberalizm gibi düşüncelere meyil veren insanların IQ’larının daha yüksek olduğunu ortaya çıkan bir araştırma gördüm. Hak verdim. Liberal demek TR solu için küfür gibi bir şeydir. Oysa radikal, ütopik düşüncelere, siyasi akımlara kapılmaktan ziyade toplumun tarih içerisinde doğal olarak daha iyiye gideceğini görmek bence daha akıllıca. 30, 40 yaşında olanlar doğru dürüst bir mücadele olmamasına rağmen gündelik hayatın nasıl da eskiye nazaran daha iyi olduğunu, toplumların nasıl da ileriye doğru geliştiğini görebilirler. Tabii bunun için ön yargılardan uzak bir şekilde bakabilmek gereklidir. Erdoğan’ın “Biz geldiğimizde bulaşık makinesi yoktu” şeklindeki cümlesi doğrudur. Şimdi her evde bulaşık makinesi olması Erdoğan’ın özel başarısı değildir elbette ama kabul edelim ki bu doğrudur. 1900’leri başında bir kadının ev işlerine ayırdığı vakitle şimdi ayırdığı vakit arasında uçurum vardır. Bunu erkekler mi bahşetmiştir? Feministler mücadeleyle mi bunu kazanmıştır? İkisine de hayır. Toplumlar doğal olarak gelişmektedir. Ha, TR kadınları hala 1900’lerin başındaki kadar ev işlerine vakit ayırmaktadırlar, buna bayılmaktadırlar ama o da onların kerizliğidir kesinlikle!

Soruya tekrar dönelim… Her şey sınıfsal mıdır? Tekrarlayalım: Değildir!

Kısa bir süre önce Twitter’da birisi bir hamburger görseli paylaştı. Denizden çıkmışsındır… Annen hamburgerin hazır olduğunu söyleyerek seni çağırmaktadır… Halk plajlarında satılan kalitesiz bir hamburger ve daha önce çokça kez kullanılmış olan yağda kızartılmış kötü patates kızartması vardı görselde. Kullanıcı “sinifsaldir mesela” notuyla paylaşmış görseli.

O kötü hamburgeri yiyebilmek “sınıfsal” mıdır? Benim de içinde bulunduğum epeyce bir insan ilk kez denize 15, 16 yaşlarında girdi. Çoğu o hamburgeri yiyemedi, evden getirilen atıştırmalıkları yedi. Benim dâhil olduğum grubun dışında yer alan epeyce kişi ise denize hiç gidemedi. Bu iki grubun içerisinde denize gitmek için yanıp tutuşan ama parası olamadığı için gidemeyenler kadar parası olduğu halde o vizyona sahip olmayan insanlar da vardı. O kültüre dahil olmayan, o kültüre ilgi göstermeyenler de vardı. 20 milyonluk İstanbul’da deniz girmek için yanıp tutuşan insanlar bunu mutlaka başarabilirler. Üsküdar’dan kalkan Şile otobüslerine binerler, metrekareye 8 insan düşen alanda denize girerler, karınlarını da doyururlar ve tekrar evlerine dönerler.

Görseli paylaşan kişinin baktığı yer yanlıştı. O şey ilk olarak sınıfsal değildi. Kültüreldi. 70’li yılların solcularının imkânları varken Birinci sigarası içmeleri gibi bir şeydi o paylaşım. Muhafazakar bir tutumdu yani. O görsele yorum yapan birisinin iletisi de çok tartışıldı. 90’lı yılların bir memur çocuğunun paylaşımında olay doğru yerden yakalanıyordu. Aradaki kültürel farkın altı çiziliyordu. 80’lerin, 90’ların orta sınıfları şimdiki orta sınıflardan daha kalabalıktılar. Bir şeyleri elde etmek olanakları daha fazlaydı. En alt kesim yine en alttaydı ama altın üstü orta sınıflar biraz daha oransal olarak fazlaydılar. Ama işte bu iki kesim arasında aşılmaz gibi görünen kültürel farklılıklar var.

Klasik Marksist önermeyle, maaşla çalışan herkesin işçi sınıfına dahil olduğu ve dolayısıyla siyaset yaparken birleşip ortak çıkar için mücadele etmeleri gerektiği tezinin Türkiye’de karşılığı yok. Yani bu uygulanamaz.

Çünkü Türkiye’de siyaset ekonomik çıkarlardan önce kültürel bölünmüşlükler üzerinde yapılıyor. Şu son seçim sonuçları herkesi ters köşe yapmış olsa da ben bunu savunuyorum. Veya 22 yıl çok uzun bir süre ve dolayısıyla tarih aktığı için insanlar kültürel olarak da birbirlerine benzemeye başlıyorlar… Asgari ücretli ortalama bir sünni muhafazakar insan, 150 k maaş alan bir “emekçi” Aleviden tiksinir burada! Onu adamdan saymaz. Onu çevresinde istemez. Ona kesinlikle ülke yönetiminin verilmemesi gerektiğini düşünür. Ne ortak çıkarı, ne tarihsel birlikteliği! 150 k maaş alan Alevi emekçi (yazılımcı) veya asgari ücretli Kürt veya 150 k maaş alan sünni ama tiyatroya giden, kitap okuyan insan… Keraneye giden, içki içen ama modern yaşam süren o kesimlere küfredip, açıktan onlara düşmanlık yapan atölye sahibi Duran Abi ona daha yakın gelir… Duran Abi nereyi işaret ederse ona oy verir bizim asgari ücretli vizyonsuz “emekçi” kardeşimiz! Yakalasa sizi siker maazallah! Uzak durun!

Mesele o emekçiyle ekonomik olarak aşağıda veya yukarıda eşitlenmek değildir! Mesele onunla kültürel olarak eşitlenmektir. O zaman sorunlar çözülecektir. Ve bence bu da mücadeleyle olmayacaktır. Tarihin doğal akışı içerisinde, kendiliğinden gerçekleşecektir. Belki de şu seçim sürecinde olan biten budur. Bu arada mesele demişken, ben bunu mesele olarak görmüyorum. Hepsinin köküne kibrit suyu! Mesele olarak göreniniz varsa diye diyorum. Duran Abi veya o Selman Usta için yapılabilecek bir şey yoktur. Rakımızı içeceğiz, flörtümüzü edeceğiz, konserlere gideceğiz, tatillere gideceğiz ve onların dönüşmesini bekleyeceğiz. Hiç mücadeleye gerek kalmadan, en fazla 40 yıl içerisinde onlarla kültürel olarak eşitleneceğiz. CHP iktidarı o zaman gelecek veya işte o, isim babası olduğum CAK Parti iktidarı! Yani hiç mücadeleye gerek kalmadan 40 yıl içerisinde CAK Parti iktidarı kendiliğinden gelecek! Oh mis!

Her şey sınıfsal mı sorusuna üçünce kez ve son kez dönüyoruz…

İnsan olarak tam bir provokatör orospu çocuğu olan ama aslında çok büyük bir entelektüel olan Sevan Nişanyan’ın çok doğru bulduğum bir tespiti var:

İnsan bu hayatta en çok ne için yaşadığını sormuştu birisi kendisine. Ünlü provokatör de düşündü ve dedi ki ne hayatta kalmak ne de üremek için yaşar, insan bu hayatta en çok itibar için yaşar! Yıllardır düşündüğüm ve formüle edemediğim şey belki de buydu. Neler yapmadık ki şu itibarı elde etmek için! Bu arada aslında bu formül daha çok erkekler için geçerlidir. Kadınlar güzel bir yuva kurmak ve sonra da o yuvayı çamaşır suyuyla silmek için yaşarlar genelde. Yoğurt kabı biriktirirler, 50 gram zeytini israf olmaktan kurtarırlar, dolapları düzenlerler, zaten düzgünce serilmiş olan yorganın üstüne bir de estetik yatak örtüsü sererler ve mutlu olurlar bunlar için. Sonra da burç yorumlarını okurlar. Ama erkekler itibar isterler. Ortamlarda kendileriyle ilgili övgü dolu sözler gelsin isterler. Hatta bazıları öldükten sonra bile anılmak için roman yazarlar, şarkı bestelerler, devlet/millet kurtarırlar…   

Yani eşitsizlik insan doğasının bir çıktısıdır. Birileri mutlaka birilerinden daha çok ön planda olacaktır. Olmak isteyecektir ve kaçınılmaz olarak olacaktır da… bu öne geçiş daha çok servet toplamak şeklinde olacaktır. Veya bir şekilde işte diğerlerine karşı bir üstünlük koyarak olacaktır. Bırakınız koysunlar! Bunu yapmazsanız insanın (erkeğin) var olma amacıyla oynamış olursunuz. Bu farklılaşma bazı Batı toplumlarının başardığı gibi en altı ve bir üstünü gözeterek, onlara insanca yaşam olanakları sunarak yapılırsa en ideali olur. İşte liberalizm! Devrimle bunun üzerine giderseniz, B planınız var mı? Bağlasan durmayacak olan daha etkili bireyleri nasıl idare edeceksiniz? İşte bu yüzden her şey sınıfsal değil. Bazı şeyler insanın, bireyin tutkuları yüzünden olur! Onun nefret ettiği şeyler vardır, onun hayran olduğu şeyler vardır, onun kutsal olarak gördüğü şeyler vardır ve bu etkili erkek birey milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyebilir. Cengiz Han’ın başlattığı Moğol Dünya Savaşı’nın (aslında birinci dünya savaşı o) sınıflar mücadelesiyle alakası yoktur bence. Ailesinin ormanda bilerek bıraktığı ve fare avlayarak hayata tutunmuş bir çocuktan bir psikopat ortaya çıktı ve o piskopat dünyanın gerisinin hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda amına koydu! (1100lü yıllarda yaşamış bir bireyin bugün Asya’da yaşayan milyonlarca kişinin genetik babası olduğu kesinleşti.) Hitler gibi bir manyağın tüm ulusu çılgınca bir projeye zorlaması, bunu başarması sınıflar mücadelesi miydi yoksa kolektif bir çılgınlık mıydı? Hangi makul insan Almanya’nın hem İngiltere, Fransa’yı hem de Rusya’yı yenebileceğine inanır! Ama inandılar işte! İnanmasalar bile inananlar o kadar fazlaydı ki seslerini çıkaramadılar. Tarihte kazanma ihtimali %10’dan az olan nice prens, şehzade, bey, ağa isyanı vardır! Bu insanlar isteseler ömürleri boyunca bir elleri yağda bir elleri balda yaşayabilirlerdi ama itibar için çılgın maceralara girdiler. Çünkü onlara o devasa çiftlik evi ve o kasabanın yönetimi yetmiyordu. Marksizm kazansa tıpkı sıradan insanlara parasız eğitim ve parasın sağlığın yetmeyeceği gibi… Onların hayatlarını bir anlam katamazsınız, bir mitoloji veremezsiniz onları mutlu edemezsiniz. PKK hareketi o yüzden Newroz adlı, 1979 yılında kimsenin bilmediği mitolojileri yaratmaya çalışıyor.

Dünyada, insanlık tarihinde “psikolojik” olan şeyler sınıfsal olan şeylerden katbekat fazladır!

Diyerek yazımı tamamlıyorum.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

MUTLULUK NEDİR?

Mutluluk nedir? Bana mutluluğun resmini yapabilir misiniz?

Mutluluğun resmini yapmamışlar fakat yapılan bir bilimsel araştırmayla, ona ulaşmanın bazı püf noktalarını açığa çıkartmışlar. Bu araştırmaya, bugün Psiko Bilim adlı X hesabında rastladım. Uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir mevzuydu bu. Araştırma sonuçları, mutluluğa erişmek için aşağı yukarı benim düşündüğüm şeyleri işaret ediyor.

Bunları yorumlamak istedim…

Akıllara hemen mutluluğun göreceli bir şey olup olmadığı sorusu gelecektir. Kime göredir, neye göredir! Bazı şeylerin göreceli olduğu mevzusunun, kime göre neye göre olayının bazı durumlarda maniple edildiğini düşünüyorum. O kadar görelilik iyi bir şey olmasa gerek. Kesin şeyler de var şu hayatta. Mutluluk konusunda mesela, yoksul olmak ve onun getireceği mutsuzluk göreceli bir şey olmasa gerek… Veya fiziksel olarak beğenilmemek oldukça somut bir mutsuzluk kaynağı olmalıdır.

Bahsetmemiz gereken bir şey daha vardır ki insanoğlunun her şeye alışacağına inanıyorum. Çok büyük trajedilere hariç insanoğlu her şeye alışır! Bir de “derdini sikeyim” mevzusundan bahsetmeliyiz sanırım. Bazı insanlar ortalamaya göre çok iyi koşullara sahipler ama türlü türlü sebeplerden dolayı mutsuz oluyorlar. Bu sebeplerini bir bölümü insana hadi oradan dedirtecek cinsten. Terbiyeniz müsaade ediyorsa hadi oradan yerine diğerini de söyleyebilirsiniz.

Gelelim mi şu maddelere?

Psiko Bilim hesabından öğreniyoruz:

Bir araştırmaya göre bir kişinin yaşam memnuniyetini en çok etkileyen faktörler:

*Sağlıklı olmak,

*Dış görünümünden memnun olmak,

*Kendine ayırabileceğin boş zamanın olması,

*Bir topluluğa ait olmak,

*Aileyle vakit geçirmek,

*Üst-orta sınıfta yer almak.

Bunlar arasında bir önem sırası verilmiyor. Bence en önemli şeyden başlamak istiyorum:

ÜST-ORTA SINIFTA YER ALMAK

Yani yoksul olmamak. Yaşamayan bilmez. Yoksulluk ve onun yükleyeceği mutsuzluk da yaşanmadan bilinmeyecek şeylere örnektir. Yoksul olmak ve bir ailesi olmak… Çocuklarının isteklerini yerine getirememek… Onların gelecekleriyle ilgili kaygı duymak… Yoksul çocuk olup doğru dürüst hiçbir şeye erişememek… Bunlar fenadır. O yüzden üst-orta sınıfa dahil olmak bence büyük bir mutluluk kaynağıdır. Mesela TR için bu sınıfa dahil olmak, 200 bin TL ve üzeri bir aylık gelire sahip olmak olabilir veya 250 bin… Bu kişi yılda üç, dört kere yurt dışına seyahat edebilir. Ev alabilir, araba alabilir. Güzel bir eş tarafından seçilebilir. Çocuğunu özel okula gönderebilir. Özel psikoloğa ve psikiyatra gidebilir vs. Hiç ağlamamalı ve zırlamamalıdır.   

BİR TOPLULUĞA AİT OLMAK

Bu maddenin nokta atışı bir madde olduğunu düşünüyorum. Yıllardır böyle düşünüyorum zaten. Ben bu konuda istisna olanlardanım. Bir topluluğa ait olmak benim mutluluk katsayım üzerinde etki etmiyor ama kabul ediyorum ki insanların geneli böyle değildir ve bu durum insanoğlunun doğasıdır. Öyle olmasaydı küçücük siyasi partilerde, hiçbir umut belirtisi yokken, yüce ülküler uğruna vakit ve emek harcayan insanlara rastlanılmazdı. Çünkü o topluluğun üyesi olmak, o yüce topluluğun üyesi olmak kişiye kendisini iyi hissettiriyor. Öyle biri olmak hoşuna gidiyor kişinin. Bir nevi vicdanını da aklıyor kişi. Veya vicdan yargıcı önünde kendisini… Din ve milliyet aidiyetleri de böyle bir şey. Devletlerin bunlara yatırım yapmalarını anlamak zor değil. Devlet olmak isteyenler de yapmalı bunlara yatırım. Çünkü insanoğlu biz duygusu içerisine girerse kendisini daha mutlu hissediyor.

AİLEYLE VAKİT GEÇİRMEK

Makro biz kadar önemli olan bir şey de mikro biz’dir. Yani aile… Burada aile bağlarının sağlam olmasını koşulunu hatırlatmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü aile var aile var! Bireylerin birbirlerine güvenli bir şekilde bağlandıkları, birbirlerine yanlış yapmadıkları ve sevgilerini hissettirdikleri ailelerde işler iyidir. Ama bunların terslerini düşünün ki vardır öyle aileler de, o tip ailelerde bu madde geçerli değildir. Aile yani çocuk yetiştirmek için sevgi dolu bir ortam hazırlanması da bence insanoğlunun seyri nereye giderse gitsin değişmeyecek, sadece güncellenecek şeylerden biridir. Belki ileride nikahlar, düğünler olmayacak ama çocuğun sevgi ve güven dolu bir ortamda büyümesi ihtiyacı ortadan kalkmayacak.   

BOŞ VAKİT

İnsanın kendisine ayırabileceği boş vaktin olması en önemli mutluluk kaynaklarından sayılmış. Bence kesinlikle doğrudur bu ama bizim toplumumuzda gerçek nedir şüpheliyim. Çünkü bu toplumda çalışmak kutsanmıştır. Çalışmayınca canının sıkıldığına inandırılmıştır insanlar. Doğru dürüst hobileri, ilgi ve alakaları da olmadığı için gerçekten çalışmayınca sıkılır insanlar. Bu davar toplum diyeyim, ne anlar boş vakitte kendisiyle vakit geçirmekten! Önemli bir madde ama biraz ışığa tutulması lazım diye düşünüyorum.

ÖNEMLİ OLAN İÇ GÜZELLİK

Hayır, değil! Önemli olan dış güzellik. Yani dış güzelliğe sahip insanlar birçok avantaja sahip oluyorlar. Kendileri bunları değerlendirmeyebilirler, o onların akılsızlığı! Mesela iri yarı olan bir erkek çocuğunun etkisiz biri olması kendi kabahatidir. Elbette IQ da önemli ama erkek çocukların dünyasında IQ yerlerde değilse, fiziksel üstünlük belirleyici olur. Kızlar için de güzellik bir altın bileziktir. Kızlar/kadınlar neredeyse sadece güzellikleriyle önem arz ederler. Bence bu mevcut durumdur. Olması gerekendir demiyorum. Dış güzellik açısında sıkıntılı bir erkeğin kendisini çekici yapabilecek daha birçok enstrüman vardır ama böyle bir kadını, varsa parası bile kurtaramaz. Genç ve bekar bir kadının erkeklere çekici gelmiyorsa çok ciddi psikolojik sorunlar yaşayacağına inanıyorum. En alttaki %5’lik kesimden eş bulabilir ancak. Bu kadın hele hele akıllı ve okuyan bir kadınsa onun vay haline! Tarih boyunca ürememiş (yani bir erkek tarafından beğenilmemiş) kadın sayısı çok çok çok azdır. Ama erkeklerde yanlış hatırlamıyorsam oran %40larda falan… SMV diye bir kavram vardır yani Sexual Market Value – Cinsel Piyasa Değeri diye çevirebiliriz. Yani bir insan başka bir insanla sevişecekse neye bakar? Elbette tipi güzel olanlar herkesten bir adım öndedir. Ama erkekler için en az tip kadar maddi güç, statü, zeka, renkli olmak gibi şeyler de devreye girebilmektedir. Hele hele maddi güç ve statü ortalığı yıkar geçer. Ama kadınların SMV’sini belirleyen şey, %99 dış güzellikleridir. Yani tip önemlidir. Beğenilmek büyük bir mutluluk kaynağıdır.

SAĞLIKLI OLMAK

Bu maddeyle ilgili de ben bir şeyler eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, sağlık önemli. Bunu hepimiz biliyoruz. Kendisi veya ailesi sağlık sorunu yaşayanlar ciddi mutsuz oluyorlar. Bu da bir gerçek. Ancak çok ciddi sağlık sorunlarını, genç yaşta kaç kişi yaşıyor? Buna da bakmak lazım. Tıp çok ilerledi. 50, 60 sene önce büyük problem teşkil eden hastalıklar artık kolaylıkla tedavi ediliyor. Ortalama insan ömrü tarihin en iyi seviyesinde. Daha da ileriye gidecek bir durumu kalmadı neredeyse. Yeni doğanlar için “tüm dünyada” beklenen 80 yıllık bir ortalama ömürden daha iyisi nedir, kaçtır? Ailesinde veya kendisinde genç yaşlarda ciddi sağlık sorunları olanları rencide etmek istemem ama şu bahsettiğim genç-yaşta-çok-ciddi-sağlık-sorunları artık istisna oldu… Nezleyi, gribi oluruz, sıkıntı yok. Bazen kolumuzu bacağımızı da kırarız. Endoskopi, kolonoskopi yaptırırız vs. Bunlar için önemli olanın sağlık olduğunu söylemek bence totolojidir.

HAYATA ANLAM YÜKLEMEK

Bu maddeyi ben ekliyorum. Hayata büyük bir anlam yüklemek, hayatta yüce bir amacı olduğuna inanmak da bence mutluluğu pekiştiren şeyler. Ben böyle düşünmüyorum. Tesadüf eseri dünyaya geldik, yaşıyoruz ve sonunda siktir olup gideceğiz. Ünlü ve önemli biri değilsek bizi 5 sene sonra kimse hatırlamayacak. Ünlü ve önemli olsak bile ne yazar! Biz öldükten sonra birileri bizi yapıp ettiklerimizle, yazıp çizdiklerimizle hatırlasa ne olur hatırlamasa ne olur! Hayatın büyük bir anlamı yok. Bu büyük anlamı bulanlar evet daha mutlu olabilirler. Bu büyük anlamı arayıp da bulamayanlar, olmadığına inanmaktan ziyade bulamadıkları için mutsuz oluyorlar. Bence yanlış yapıyorlar.

İmza: Mülayim REST    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Muhabbet Kasetlerinin Sosyolojik ve Müzikalite Olarak Değerlendirilmesi

Başlık, sıkıcı akademik metinlerin başlığı gibi oldu ama bu yazıyı yazarken eğleneceğim için sizin de eğleneceğinizi tahmin ediyorum…

Herhalde şu hayatta en çok dinlediğim “kaset” Muhabbet 4 olmalı!

En son kaset almamın üzerinden 20 sene geçmiş olmasına rağmen o günleri hala özlüyorum. O dönemlerde müzik, yani halk müziği ve özgün müzik hayatımdaki en önemli şeylerdendi. Şimdi öyle değil. Müzik dinleyecek vakit pek bulamıyorum. Messi, Ronaldo yılları gibi kaset alıcılığı yılları da, yoğun müzik dinleyiciliği de geride kaldı…

Yazıyı başlamadan önce müzikle ilgili iki tezimi tekrarlamak istiyorum:

  1. (Akademik metin gibi olmasın bu yazı, lütfen!) İnsanın çocukluğunda, ergenliğinde hayatına giren müzikler ömür boyu oradan çıkmıyorlar.
  2. İnsanlar müziği iki şekilde dinlerler: duygusal katılımcı olarak ve teknik gözlemci olarak…

Bu iki tezi herkesi de bağlayabilir, sadece beni de bağlayabilir. Emin değilim! Beni bağlıyor ama…

Çocukluğumda hayatıma giren müzikler bir türlü hayatımdan çıkmıyorlar. Onlardan çok daha nitelikli müzikler olduğunu bilmeme rağmen, onları hayatımdan çıkartamıyorum. Müziğin niteliği ve değeri farklı iki şey. Halk müziğinin değeri elbette vardır ama onun tekdüze ve klişelerle dolu bir müzik olduğunu kabul etmemiz gerekir. Veya ne gerek var şimdi buna değinmeye… Konumuza dönelim:

Muhabbet kasetlerini çocukken ve daha sonra üniversite yıllarımda bağlama öğrenmeye çalışan bir genç olarak çok çok dinledim. O serinin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’ü diğerlerinin toplamından daha çok dinlemişimdir.

Nedir Muhabbet serisi?

1982-89 yıllarında yayınlanmış olan bir kaset serisidir. İlk önce üç müzisyen vardır: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu. Daha sonra onlara Yavuz Top da dahil olur. 4’te Muhlis Akarsu yoktur, 6 ve 7’de de Arif Sağ. Biraz karışık. Ama bu işin beyni ve sürükleyici gücü olarak Arif Sağ’ı görmeliyiz. Onun olmadığı 6 ve 7 biraz yavan kaçar.

Muhabbet kasetlerini incelemek istiyorsak, yukarıdaki paragrafta yazdığım üzere, bu projenin beyni, sürükleyici gücü, süperstarı Arif Sağ’a biraz bakmamız lazım. 60’lı yıllarda Orhan Gencebay ile iki genç star bağlamacı olarak enstrümantal dinletiler vermeyi başarmış olması onu farklı bir yere koyuyor. 70’lerde arabesk müzikte şansını deneyen Arif Sağ aslında çok baskın Alevi kimliğini hiçbir zaman unutmamıştır. TRT’de ve İstanbul konservatuvarında parlak ve risksiz bir kariyer kendisini bekliyorken, bunları itmiştir ve devlet memurluğunun konforundan sıyrılıp risk almıştır. Bunu ne kadar bilinçli yapmıştır, bunun ne kadarı çıkıntı karakterinden ötürüdür bilemiyorum. Ama yapmıştır.

Ayrı bir yazıyı hak eden 1982 Şan Tiyatrosu konserinde, esasında yavan bir köylü çalgısı olarak görülen bağlamayla, ilk kez bir insan virtüözite gösterisinde bulunuyordu. Artık Arif Sağ bir stardı. Sazı çalarken kendinden geçerek alnına inen saçının perçemlerini sallamasıyla yakışıklı bir figürdü de Arif Sağ. Tip önemlidir!

Yakışıklı star Arif Sağ, hayatının en önemli iki şeyinden biri olan Alevi müziğini (diğeri de rakı) topluma sunmak için olanaklara sahip olmuştu. Araştırmalar toplumun %5’nin Alevi olduğunu gösteriyor. Belki o yıllarda asimile olmamış olanlarıyla birlikte bu oran %10 falandı. Ayrıca 70’li yılların –bana göre moda olan- solculuğu da hala diriydi. Yani o kaseti alacak bir 1 milyon insan vardı. Kaset çıktı.

Kısa zamanda bir fenomene dönüştü ve işte o süreç yedi yıl sürdü. Alevilerin TR genelinde bu kadar görünür, hissedilir, kabul edilebilir olması o tarihe kadar görülmüş bir şey değildi. Herkesin var olduklarını bildiği ama nefret ettiği, küçümsediği; uzak durulması, önemli yerlerden uzak tutulması gereken insanlardı Aleviler. Arif Sağ bu zinciri kırmıştır. Muhabbet serisinin sosyolojik boyutu budur. Yıllar sonra Çarkıfelek’e katılan Arif Sağ’a Mehmet Ali Erbil 80’li yıllardaki bir Almanya turnesinin anısını anlattırır. Alevi deyişleri söyleyen Arif Sağ’ın o turnede, o ekipte yer alması Muhabbet serisi olmasaydı, örneğin 70’li yıllarda mümkün değildi. Aleviler bu kasetlerle kendilerini kabul ettirmişlerdir. Kabul ettirmişler midir? Aslında bu sorunu cevabı halen hayırdır! TR ortalama adamı (homo ortalamus) halen Alevileri sevmez, onları beğenmez, onları çevresinde istemez, onlarla ilgili tuhaf tuhaf iddiaları sorgusuzca kabul eder. Bu kasetlerin sağladığı şey, Aleviler ilk defa “biz buradayız, varız” diye seslerini yükseltmişlerdir.

Bu arada yeri gelmişken burada açıklama ihtiyacı hissediyorum: Ben de Alevi bir ailede doğdum ama kendime Alevi diyemem. Benim için Alevilik, sünni İslam inancından “daha az saçma” bir şey değildir. İnsanoğlunun bütün spiritüel şeyleri geride bırakmasını arzu ederim ama bunun, en azından ben yaşarken, olmayacağını biliyorum. İnsanlar, özellikle de kadınlar spiritüel şeylere bayılıyorlar. İstihareye yatan Niğdeli Fatma teyzenin yaptığı, Hızır lokması dağıtan Sevim teyzenin yaptığından veya Fethiye’deki paralı öz benlik kampına katılan İlayda Su’nun yaptığından daha az saçma değil! Ama herkes Alevi olsa işime gelirdi, bunu da söyleyeyim. Benim sürmek istediğim yaşam tarzı üzerinde Aleviler baskı unsuru kuracak bir topluluk değil!

Kasetlerin müzikalite olarak değerlendirmesine geçelim. Arif Sağ Türkiye’ye bağlamada da virtüözlük olabileceğini kanıtlamış insanların başında gelir. Aslında ondan önce Orhan Gencebay vardır ama insanlar Gencebay’ın şarkılarını şarkı olarak dinlerler, bağlamada tarih yazılan eserler olarak değil! Yavuz Top’un olmadığı Muhabbet 1 ve 2 bana savruk görülür. Zaten bazı röportajlarda Arif Sağ bu kayıtların doğaçlama yapıldığını söyler. Dinlerken bazı hataları fark edersiniz. 70’li yılların muhalif ozanları, örneğin Mahsuni, Ruhi Su, İhsani veya geleneksel ozanları örneğin Davut Sulari, Aşık Veysel falan sazı çok kötü çalarlar. Bu insanlar büyük değerler oldukları için onlara laf söyleyemezsiniz ama gerçek budur. Sazı ilk defa “adam gibi” çalan birileri gelmiştir. Eksiklidir ama diğerlerinden daha iyidir.

Yavuz Top’un 3’te gruba katılmasıyla müzikalitede belirgin bir yükseliş olur. Artık rakı masasındaymış gibi değildir kayıtlar. Daha derli toplu ve teknik olarak bağlamayı konuşturan eserler gelmiştir. Bu işin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’te Muhlis Akarsu yoktur. Merhuma saygım sonsuz, çok güzel türküleri de var ama onu dinlemekten haz aldığımı söyleyemem maalesef. 4’te daha önce pek eşi benzeri görülmemiş güzellikte saz çalar üçlü! 5’te Akarsu yine gelir. 5, 4’ün üzerine çıkamaz. Sonra Arif Sağ iyice star olduğu için, veya SHP milletvekili olduğu için, veya da yüksek egolu ve çıkıntı karakteri artık diğerlerince çekilmez olduğu için 6 ve 7 Sağ’sız çıkar.

Bu kasetlerle bağlamada devrim yapılmıştır. TRT’nin dayattığı bozuk düzen akortlu, uzan sap bağlamalar terk edilmiş onun yerine bağlama düzeni akortlu kısa sap bağlamalar gelmiştir. Alevi deyişlerini çalmak için çok daha iyidir bu kısa sap bağlamalar fakat daha sonra o da bir nevi tahakküme dönüşmüş ve uzun yıllar boyunca sanki uzun sap bağlamalar yokmuş gibi davranılmıştır. Bugün zaten saz çalan, saza ilgi gösteren insan sayısı daha azdır ve onlar da her ikisini kullanıyorlar gibi geliyor bana.

Evet, insanlar (daha doğrusu ben) müziği iki şekilde dinler(im)ler: duygusal katılımcı veya teknik gözlemci olarak… İçinde Ali, Şah, Muhammet, yar, 40’lar, 7’ler gibi kelimeler geçen bir müzik eserini duygusal katılımcı olarak dinleyemiyorum ama teknik gözlemci olarak çook çook dinledim. Hala da arabadaki 1000 parçalık flash diskte varlar bu parçalar. Denk gelince dinliyorum. Müzik, serotonin hormonunu en kısa sürede ve en yoğun salgılatan sanat dalı olabilir. O yüzden dinliyoruz. Biz çocukken oradaydılar, seviyoruz işte, na’apalım!

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bu Romanı Yazmalıydım

“Çok şey biliyordum. Bunları güzel bir üslupla yazmak istedim.” Vedat Türkali

Fetiş yazarım olarak gördüğüm Vedat Türkali’nin “Güven” adlı romanını nihayet okudum. Aslında birinci cildini okudum, ikinci cildine yeni başladım. Yine de bu yazıyı yazmak istedim…

İkinci cildi de tıpkı birinci cildi gibi belli bir dönemde yaşanılanları ele alıyordur.

Bu romanı okumak yıllardır aklımdaydı ama 1300 sayfa oluşuydu beni engelleyen. Sayfa sayısının çokluğu kadar kitapta kullanılan puntonun küçüklüğü de göz önünde bulundurulmalı. Türk edebiyatının en kalın kitabı olduğu kesin gibi bir şey. Dünya edebiyatında da iyi bir yerlerdedir diye tahmin ediyorum.

Yazarın hemen hemen bütün romanlarını okudum. Müthiş bir kurmaca yaratma becerisine sahip. Dili çok kıvrak kullanıyor. Ele aldığı konuları çok çarpıcı bir şekilde işliyor. Ve de en önemlisi, insanı yüceltme gibi bir derdi yok. Komünist ideallere bağlı bir insan olarak öldüğünü bilsek de (buraya geleceğiz) insanoğlundaki defoları çok iyi analiz etmiş ve eserlerinde bunların üstüne korkusuzca gidiyor. Her zaman söylemişimdir: Ayakkabının içine kaçmış taş gibi romanları severim en çok! Bir roman okumak için günlerimi vereceksem, o kitabın beni sarsmasını beklerim. Sarsacak pek kitap kalmadı ya, o kitaptan en azından bana masal anlatmamasını beklerim. Yazar insanoğluna ve hayata, yaşamaya sahip olmadığı özellikler yüklememeli! Türkali bunu yapıyor. Çok iyi yapıyor hem de! O yüzden fetiş yazar(lar)ım(dan)!

OPUS MAGNUM

Yazarın ilk olarak “Bir Gün Tek Başına” romanıyla tanışmıştım. Hem de o dönemler iyi bir roman okuru değildim. Çok etkilenmiştim. Okuyanlar bilir: Türkçede yazılmış en iyi romanlardan biridir. Peki, bu kitap yazarın “opus magnum”u mudur? Opus magnum yani Latince “en önemli eseri” demektir. “Güven”i okumadan önce, ben öyle düşünüyordum. Ama elbette “Güven”i de okumak gerekir diye düşünüyordum. Çünkü bu kitap yazarın hayatını adadığı projeydi. Çok büyük bir projeydi. O şeyin, yani opus magnum’un “Güven” olduğunu sanıyordum.

“Güven”e başlayınca çok sarsıcı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu anladım. Bir sanatçının iki tane opus magnum’u olup olamayacağını düşünmeye başladım. Bu fikre kapılmak üzereydim. Roman ilerledikçe “Güven”in çok güçlü bir roman olduğu fikrinden uzaklaşmayarak, “Bir Gün Tek Başına”dan daha iyi bir roman olmadığına karar verdim.

YAPMIŞ OLMAK İÇİN BİR ŞEY YAPMAK

Bu tür şeylerden genelde hayır gelmez. Ya herru ya merru diye girişilen işlerde genelde merru gelir! Vedat Türkali’nin “Güven”i yazması ya herru ya merru şiarıyla girişilen bir iş değildi elbette ama bu romanı yazması diğer romanlarını yazma motivasyonlarından farklıydı. Bir tarihi kayıt altına almak için yazmış bu romanı. Çok iyi bildiği ve en başlarından beri içinde olduğu TKP tarihini kayıt altına almak istemiş. Bunu da belirtiyor zaten. Bu motivasyon “Güven”i benim nazarımda farklı bir yere oturtuyor. Onun bir kurmaca olarak değerini düşürmüyor elbette de, nasıl anlatsam! Bir sanat eseri tüketmekten daha çok kendimi bir belgesel izliyor gibi hissettim. İlgiyle de izledim. Vedat Türkali’ye “Güven”i yazdığı için kızmayalım! Hakkıydı ve yazdı! Biz de okuruz elbette ama işte roman, sanat, kurmaca daha başka bir şey. Bunları, şu anda bir roman yazan ve yazma motivasyonunun “bir bölümünü” “yapmış olmak için yapmak” şiarı teşkil eden bir insan olarak yazıyorum… Bana da kızmayın! Beni de okuyun!

KOMÜNİST

Aslında Vedat Türkali’nin “Komünist” adında bir anı kitabı var. Orada açıkça yaşadıklarını anlatıyor. Kızacağı kişilere kızıyor, onore edeceği kişileri onore ediyor. Bu kitap yetmez miydi? Kendisine yetmeyeceği açıkça görülüyor, o zaman dediğim gibi koskoca Vedat Türkali’ye 1300 sayfalık belgesel çektiği için kızmayalım. “Bir Gün Tek Başına” gibi insanın en insan yanına dokunan bir eser yazdığı için kendisine minnettarız. “Mavi Karanlık” ve “Tek Kişilik Ölüm” de cabası. İyi ki varsın Vedat Türkali!

DEVRİMCİ ÜTOPYA

Bu konuda çok yazdım. İşçi sınıfının devrimci bir müdahaleyle yeryüzündeki adaletsizlikleri ortadan kaldırarak çocuklara “güzel günler” göstereceğine inanmak ve bunun için işe girişmek insanoğlunun nice hülyalarından birisidir diye düşünüyorum. İnsanlar bu işlere genelde 15, 20 yaşlarında başlarlar. Ben de başlamıştım bu işe. 15 yaşlarında düşük yoğunluklu bir şekilde ve kısa süreliğine yaptım bu işleri. Orada kalmalıydım ama 30 gibi geç bir yaşta plansız bir şekilde, birden ve yoğun bir şekilde tekrar başladım. Kişisel dünyamdaki bazı arızalardan kaynaklandı bu geri dönüş esasında. Tesadüfiydi. Kandırmacası bol bir şeydi. Bir şeylere inandığımdan veya bir şeyleri dert ettiğimden değildi. Ahmaklıktandı, kabul ediyorum. Kitapta tarihi yazılan TKP’nin adını günümüzde taşıyan topluluk içerisinde üç, dört yıl bir şeyler yaptım. Ne alakaysa! Ara ara coşkun duygular yaşadım ama pişmanım.

TKP

Kitaptaki TKP’lilerde de günümüzdeki TKP’lilerde de örgüt fetişizmi vardır. Burunları büyüktür bunların. Kendilerini dünyanın en akıllı insanları zannederler. “Örgütlü” oldukları için kendilerini diğer insanlardan üstün hissederler. Oysaki bence ikisi de birer örgüt değildir. Örgüt veya hareketten ziyade enteresan insanların bir araya gelip varoluşsal kaygıları doğrultusunda bir şeyler yaptıkları birer “topluluktur” o iki TKP de. Onlar için “öyle bir insan olmak” hoştur. Yani yüce bir amaç uğruna mücadele eden ve diğer faydasız insanlardan farklı bir tipoloji olmak… Büyüleyici, “bir topluluğun parçası olmak” da es geçilmemeli.

Kitapta anlatılan topluluk toplam 100, 150 kişilik bir topluluk. Hepsi kafadan kontak olan birtakım mürekkep yalamış insanlar bunlar. Az sayıda da maceraperest işçi var içlerinde. Bu işler böyledir. İnsanların normal tipler ve enteresan tipler olarak ikiye ayrıldıklarını yazdım çok yerde. Bir avuç insandan oluşan gizli bir topluluğa üye olanların enteresan tip olmamaları mümkün değildir.

Kitapta bunları görüyor muyuz? Vedat Türkali’nin bu konuda tam olarak benim gibi düşündüğünü zannetmiyorum. O yüzden kitapta bunlar yok ama ben görüyorum bunları… Hayatındaki erkeğe yaranmak için onun siyasetine angaje olan, hatta onun tuttuğu takımı tutup futbolla ilgileniyormuş gibi görünen, rakıdan tiksinmesine rağmen rakıyı seviyormuş gibi görünen, onun dini hassasiyetlerine dâhil olan nice kadın tanıdım ben. Necla onlardan biri değil mi? Necla’nın aklında sefalet içinde yaşamaya çalışan emekçi katmanları ayağa kaldırıp devrimci bir yumrukla burjuvaziyi ezmek mi var gerçekten? Yoksa Turgut’la yaşadığı aşktan dolayı varoluşsal problemlerini unutmuş olması mı onu o hayata itiyor. Evet, aşkın gözü kördür. O insan mal değilse, “bir süreliğine” kördür diye düzeltelim. Aşk da Necla’nın gözünü kör ediyor. Turgut karşısına çıkmasa, ömrü boyunca “konspirasyonla” işi olmayacak… Turgut da mı aşık? Hayır aşık değil, o bir erkek. Genç bir erkek. Genç bir erkek olarak ona adrenalin veren şeyin peşinde gidiyor. Bilgisi, görgüsü kıt. Onun işte tam olarak “öyle bir insan olmak” hoşuna gidiyor. Bir dolu defosu var. Büyük siyasal dönüşümlere imza atan insanların defoları yok mu? Olmayanı yok. Ama devrimci ütopyaya bunları söyleseniz sizi döver.

Vedat Türkali 40’lı, 50’li yıllarda “konspirasyon” içerisinde yaşadıklarını unutamamış belli ki! Yaşadıkları ona şu hayatta en çok yoğun duygular hissettiren şeyler olmalı. Fakat akıllı ve çok düşünen bir insan olduğu için bu işteki yanlışlıkları, çıkmazları kavramış. Çok da şey biliyormuş, çok şey duymuş, çok şeye tanık olmuş. “Epik roman yazayım bari!” demiş.

Çok şey bilip, çok şey anlatmak istemek romanın edebi tadını bence kötü etkilemiş.

İkinci cildi bitirince belki bir şeyler daha yazarım…   

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Sigara İçin, İçki İçin, Kumar Oynayın veya 20 Sene Sonra Toto’dan İkramiye Kazanmak

İçki içiyorum… Hiç sigara içmedim ama 65 yaşından sonra ona başlayacağım… Kumar oynamayı yani bahis oynamayı uzun süredir yapmıyordum, tekrar başladım…

Bugünkü yazımızda kumar oynamaya yani bahis oynamaya odaklanacağız ama önce şeyi bir şey yapalım: Neden böyle cümleler yazıyorum? Bir öğretmen olarak bana bu tür şeyler yazmak yakışıyor mu? Burada elbette ironi var. Yarı gerçeklik de yok değil…

Ben bu dünyada, insanoğlunun gelmiş olduğu şu aşamada genel geçer kabul gören iyilik, dürüstlük, erdem, sağlıklı, güzel (yok o değil gerçi), namuslu gibi olguların sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Mesela dünyada “müthiş” adaletsizlikler varken bu düzende geçerli olan dürüstlük, erdem gibi olguları aynen kabul etmek ne kadar doğru! Devrimi veya devrimciliği işaret etmiyorum burada. O, hayal. Az biraz Avrupa gibi olsa her yer, yeter! Ama patronun oğlu Rio karnavalına gidecek diye sen neden şirketin işlerinin yolunda gitmesi için hassasiyet gösteresin…  

Bu kötü yaşamda da hayata renk ve adrenalin katan içki, sigara, kumar gibi şeylerin –başkalarının hayatını berbat etmediğiniz sürece elbette, bunu da açıklattınız bak- şeytanlaştırılmaması gerektiğine inanıyorum…

Bu şiarla tekrar İddaa oynamaya başladım. Ama İddaa hevesim kısa sürdü. Neden? Çünkü eski tutkum Spor Toto tutkusu devreye girdi. Bunun sebebi ise İddaa’nın ancak çay, çorba parası vermesi, buna karşılık Spor Toto’nun verdiği milyon TL’lerle çok iyi hayal kurdurmasıdır… İddaa’da iki, üç bin lira koyarak risk alabilirsiniz ve bala göte 5, 6 bin lira alabilirsiniz. Buna gerek olmadığını düşündüm ve İddaacılıktan vazgeçtim.

Başlıkta 20 sene diye yuvarlak hesap yaptım ama Spor Toto’yu hayatımda sadece bir dönem, o da 2001-02 futbol sezonunda oynadım. Oynamaya devam ederdim ama 2002 Eylül’ünde öğretmen olarak atandığım Sinop taşrasında Spor Toto bayisi olmadığı için mecburen onu bırakmıştım. O sezon Gençlerbirliği’nin bütün maçlarını stadyumda izlemiştim ve kardeşimle bir şekilde Spor Toto oynamaya başlamıştık.

Spor Toto’da 15 maç vardır ve 12, 13, 14, 15 bilenler ikramiye kazanır. 15 bilenler duruma göre 8, 10 milyon TL alabilirler. Tutturan kişi sayısına göre 1, 2 milyon TL de alabilirler, bu hafta olduğu gibi yani benim kaçırdığım üzere… Çok kişi tutturursa onlar da çay, çorba parası alırlar.

2002 yılında her hafta heyecanla Toto’yu takip ettim. Cuma akşamı bir maç olurdu. Çoğu zaman direkt o maçtan yatardım. Sonra cumartesi günleri gündüz 2. Lig maçları olurdu. Trt o maçları verdiği için o maçları izlerdim. Bu arada futbol kalitesi olarak berbat maçlardı ama heyecanlı oluyordu o maçları izlemek. Sonra cumartesi stadyumda Gençlerbirliği maçını izlerdik ve tribünlerde radyodan maçları dinleyenlerden sonuçları alırdık. Genelde de o anlarda dördüncü maçı da bilemediğimiz ortaya çıkardı yani “yatardık”…

Pazar gününe “yatmadan” ulaşabilirsek gündüz maçlarından mutlaka yatardık. Bu şekilde haftalar geçti. Mayıs ayına geldik. Üniversitede son senemdi ve öğretmen olarak atanıp Ankara’dan ayrılacağım iyice belli oluyordu ki hiç istemiyordum Ankara’dan ayrılmak. İşte o haftalardan birinde bu hafta yaşadığım duyguları yaşadım…

Cuma akşamı oynanan maçı bildim. Cumartesi günü tvdeki ve stadyumdaki maçları bildim. Radyocu dayılardan diğer da diğer maçları bildiğimi öğrendim. Cumartesi eve geldim. Kardeşimle birbirimize bakıyorduk. Yoksa 15’i tutturacak mıydım? Dedim ya Spor Toto çok iyi hayal kurduruyor. Ve birileri bu hayallere emeğiyle erişiyor… Herhangi bir “ibnelik” yoksa elbette… Hemen öğretmenliğe başvurmayıp, Ankara’da kral gibi yaşamaya devam edeceğim hayallerine kapıldım.

Pazar günü gündüz oynanan iki, üç maçı da tutturunca kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Geriye beş, altı tane maç kalmıştı. O zamanlar internet olmadığı için sonuçlar TRT’de 21.00’de yayınlanan Spor Stüdyosu adlı programın son beş dakikasında veriliyordu. Hayallerime ulaşmama bir, iki saat kalmıştı. Eve misafir gelmişti. Ben ise TV başında olacakları bekliyordum. Misafirler bir şeyler diyorlardı ama ben onları duymuyordum. Kardeşim onlara “Yalnız, Baran gerçekten zengin olabilir!” diye bir cümle kurmuştu. Artık misafirler de dâhil herkes sonuçların açıklanacağı anı bekliyorduk. Sunucu Levent Özçelik açıklamaya başladı. Geriye kalan beş, altı maçın ilk bir iki maçını da tutturunca heyecandan ölecek gibi oldum. Sonra birden açıklanan üç maçtan da yattığımı öğrendim ve dünyalar başıma yıkıldı. Elvedaydı Ankara! Elvedaydı 67 şehir, parkam, sigaram, sazım, Ankara Hamamönü’ndeki porno sinemam! Sınırlı olmayan mekâna, sınırlı olmayan zamana gidiyordum!  

O günü, o gün yaşadığım hayal kırıklığı duygusunu hiç unutmuyorum.

İşte onun benzerini bu hafta yaşadım. Cuma akşamı olan maç tamam! Cumartesi günü oynanan bütün maçlar tamam ki o maçlar arasında yılın maçı Leverkusen-Bayern maçı, Real Madrid-Girona maçı, Roma-Inter maçı falan var… Pazar günü 13:30’daki Sivasspor-Rizespor maçını izledim. İnanılmaz bir maç oldu. Rize tek kale oynadı. 50 tane pozisyona girdiler. 3,4 topları direkten döndü. Bir penaltıları VAR’dan döndü. Sonra Sivaslı adam 40 metreden frikiği koydu. 7’de 7 oldum.

16.00’daki maçlara başladım. Balkonda beyaz şarap eşliğine karım ve oğluma balık pişirirken göz ucuyla da maçları takip ediyordum. Hayaller kurmaya başladım yine. Öğretmenlikten istifa edebilecektim. Artık çalışmayabilecektim. Piç yaramaz öğrencilerden kurtulabilecektim. İstifa ettikten sonra birkaç tanesini koridorda yakalayıp dövmeyi bile planladım. Oh mis! İlk yarılar istediğim gibiydi. İkinci yarıları TV’den izlemeye başladım ve ikisi de beni yatırdı! Sonra akşam da Fener yatırdı! Üç maçtan yatmıştım….

Pazar günü akşamı oynanan maçları bildim. Pazartesi üç maç kalmıştı. Onları da bildim ve 12 bildiğim kesinleşti. 2002 yılı gibi. O zaman da bir kutu kola parası almıştım. Bu hafta da 88 lira aldım. O üç maç benim istediğim gibi bitseydi 8, 10 milyon TL değil de 1,25 milyon TL alacaktım. Çünkü 10 kişi daha bilmişti. Olsundu. Öğretmenlikten istifa ettirmezdi ama bir araba aldırırdı bana ki hiç fena olmazdı. İkinci arabaya ihtiyaç duyuyoruz şu aralar.

Bir gün boyunca iyi hayal kurduk. Teşekkürler Spor Toto. Hayatımıza renk geldi. Hayaller gerçekleşebilirdi de… Ultra uçuk, kaçık hayaller değil bunlar…

Neyse… Şerlisi neyse o olsun!

Bu işe iyice odaklanıp, önümüzdeki 20 yılda mutlaka ama mutlaka 15 bileceğime inanıyorum. Umarım 19. yılda olmaz bu iş.

İçki için, sigara için, kumar oynayın!

Ama rasyonel kumar…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Zeki Demirkubuz’un Son Filmi

Zeki Demirkubuz’un son filmi “Hayat” şu anda gösterimde (korsanı da eyçdifilmcehennemiizle nokta kom gibi sitelere düşmek üzere…) Ben o filmi izlemedim. Başlıkta kendisinin son filmini izlemiş olduğuna dair yaptığım ima aslında bir aldatmaca. Okuyucuyu yazıya çekmek için yapmış olduğum bir hile ancak doğruluk payı da yok değil…

Yani benim için son filmi… Çünkü ben yönetmenin 2016 yılında gösterime soktuğu “Kor” filmini izlememiştim, dahası böyle bir filmin varlığından haberim yoktu. Dolayısıyla benim için “Kor” yeni gösterime girmiş bir son film gibi bir şey… Ki kendimi yönetmenin sıkı hayranlarından biri addederim.

Bendeki bu sinema işleri dengesiz bir şekilde gidiyor. Eskiden çok iyi (dengesiz) bir sinema izleyicisiydim fakat yaklaşık 5,6 senedir sinemaya olan ilgim yine dengesiz bir şekilde azaldı. Örneğin Demirkubuz’un bir filminden haberim yok. Yazıya ara verip Google’a yöneleceğim ve Richard Linklater’ın, Coen Kardeşlerin, Todd Solondz’un, Pelin Esmer’in, İnan Temelkuran’ın haberdar olmadığım filmlerinin olup olmadığına bakacağım! Beş dakika sonra… İnan Temelkuran hariç hepsinin 2015 sonrasında çekmiş oldukları ve benim izlemediğim filmleri varmış! Oysa bu insanların sıkı hayranıydım, tıpkı Demirkubuz’un olduğu gibi.   

Bir gün tekrar iyi (ama bu sefer dengeli) bir sinema seyircisi olmayı planlıyorum elbette ama daha çok var o vakte diye düşünüyorum. Bakalım şu “Kor” filmine…

Birkaç hafta önce Nuri Bilge ve Zeki Demirkubuz arasında, çoğunlukla sosyal medya üzerinden bir tartışma yaşandı. Olayın iç yüzünü tam olarak bilmemiz mümkün değil diye düşünüyorum. Ve bu insanlar çok büyük egoya sahip insanlar. Her başarılı sanatçı veya sporcu veya politikacı veya çoğu zengin veya çoğu iri yarı insan gibi… İlgi büyüleyici bir şeydir ve insan ona ulaşmak için her türlü maymunluğu yapabilir. İlgiye sahipse onu korumak için de her türlü maymunluğu yapabilir. Zamanlarının dolmuş olduklarını bir türlü anlamak istemeyen ünlü sporcular veya ünlü sanatçılar bu duruma örnektir. Kılıçdaroğlu örneğin! 75 yaşında adam Ankara’da ofis tutmuş!

Yukarıdaki paragrafın son bir iki cümlesini alıp “’Kor’ ile ilgili söyleyeceklerim” diye yayınlayabilirim aslında… Zeki Demirkubuz sinemasının özetini –bir bakıma- anlatan bir, iki cümle. Baştan beri hep aynısını yapıyor. Bazı Zeki Demirkubuz yazılarımda aktardığım anekdotu burada da aktaracağım: 2006, 2007 gibi annemlerin evlerinde her gün kendisinin bir filmini içerideki bilgisayarda izliyordum, annem kardeşime “La Okan, bu Baran manyak la! Her gün aynı filmi izliyo!” demişti. 1994’te gösterime giren “C Blok”tan beridir yani 30 yıldır hep aynı filmi mi izliyoruz? Bence “Kıskanmak” hariç evet!

KÖTÜ İNSAN, CİNSELLİĞİ SÖMÜRÜLEN / CİNSELLİĞİYLE SÖMÜREN KADIN

Evet, hep bunlar var. Kayıtsız, duyarsız, kötülük yapmakta tereddüt etmeyen insanlar… “Orospu çocuğu” orta/üst kesimler… Alt kesimden olmalarına ve dolayısıyla üst kesimler tarafından kullanılmalarına rağmen erdemden yoksun, leş gibi hayatlar yaşan insanlar… Ortada kalan çocuklar… “Kader”deki kadın karakterin deyişiyle “sikildikleriyle kalan” kadınlar; onları “sikseler” başka türlü, “sikmeseler” başka türlü belalara paçalarını kaptıran erkekler…   

Sahi, hayat bu kadar kötü mü? Şöyle bence: Hayatta katlanılmaz derecede büyük trajediler yaşayan insanlar varlar ama oldukça azlar. Onların dışında kötü tecrübeler, kötü hayatlar yaşayan insanlar epeyce çok, özellikle de fakirler arasında fakat birincisi, fakirlik bu insanlar için çok büyük bir dert değil, ikincisi de bu insanlar başlarına gelen kötülüklere kısa süre sonra alışıyorlar ve onları umursamıyorlar. Tanrı, din burada çok iyi işlev görüyor. Toplu halde yaşama kültürü de çok iyi işlev görüyor. Sonra bok gibi hayatlar yaşamış olarak ve o durumu umursamadan ölüp gidiyorlar. Sanırım Zeki Demirkubuz bu iki kesim arasında geçişli bir durumu filmlerinde ele alıyor hep. Biraz o dayanılmaz trajediler yaşayanlardan, biraz da o duyarsızlaşmışlardan… Ülke düzeyinde meşhur olmuş bir sanat yapıyor ne de olsa!

Bu yüzden beğeniyorum kendisini. Doğru okuyor insanı ve Türkiye toplumunu. Bunların köklü ve devrimci bir şekilde, yüce bir şey oluyormuş gibi değişeceğine olan inancım yönetmenin kendisi gibi sıfır. Bu yüzden favori yönetmenlerimden.

“Kor” da böyle bir şeyi ele alan bir film. Yine ilgiyle izledim ve beğendim. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’ın asla yapmadığı bir şeyi yapar, yani teknik şeylerde bazen vasatlıklar ortaya koyar. Bu filmde onların oldukça az olduğunu düşünüyorum.  

Bu filmin “seveninin” çok az olduğuna inanıyorum çünkü insanlar bir sanat eserinde onları rahatsız eden şeyler ve karakterler görünce o eserin “kötü” olduğuna kanaat getiriyorlar. Bir eser onlara mutlaka hoş duygular yaşatmalı. O yüzden Zeki Demirkubuz filmleri az izlenir, az beğenilir. Olsun, biz seviyoruz ve onun için hdfullfilmcehennemi nokta kom’u tıklamaktan geri durmayacağız! Mücadelemiz sürecek…

Not: Todd Solondz’un “Happiness” adlı filminden uzak durunuz! Ciddiyim!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın