Geçenlerde İstanbul’da Cihangir’de bir kahveye gittim. Dediklerine göre Zeki oraya takılıyormuş. Gerçi görseydim ne yapacaktım bilmiyordum ama orada bazı Zeki filmlerinde ve bazı diğer nitelikli filmlerde oynamış aktör Ufuk Bayraktar’ı gördüm. Bir kaç gün önce beni ziyarete gelen arkadaşım da sürekli “Bekleme Odası”ndan bahsedince, tekrar izlememek kaçınılmaz oldu. “Bekleme Odası”nı izleyince her üç beş yılda bir Zeki külliyatını yeniden ele almak lazım diye düşünmeye başladım. Zira üç sene önce izlediğim bu film o tarihlerde zihnimi bu kadar meşgul etmemişti. Çok ilginç buldum Zeki’nin “Bekleme Odası”nda yapmak istediklerini. Tam olarak da kavramış değilim. Bu filmi çekmesinin iki sebebi olabilir gibi geliyor bana:
1. sebep (yaygın görüş) Zeki kendisine tanrısal bir varlık muamelesi çeken hayranlarından sıkılmış olmalı ki kendisini tüm zaafiyetleri, limitleri ve üç kağıtçılıklarıyla perdeye yansıtıyor ve “ben de sizin gibi bir ademoğluyum” mesajı vermeye çalıştı. Menemende sigara söndüren, maç izleyen, kolaylıkla yalan söyleyen, hatun götüren, insan satan ve bilimum [normal] insan davranışı.
2. sebep de şu olabilir gibi geliyor bana. Zeki kendisiyle dalga geçerek veya kendisiyle dalga geçebilen bir insan profili çizerek yine takdir bekliyor, insanları etkilemeye çalışıyor. Ağır mı oldu? Kendisini tanımıyorum ama insan doğasını az çok tanıyorum. Birisi bu bloğa yorum yaptığı zaman mutlu olduğumu itiraf etmek istiyorum. Bu da buna benzer bir şey olabilir. Böyle bir durum varsa kendisini ayıplamam; çünkü o üreterek, ortaya bir şey koyarak bunu yapmış olur o zaman. Bir de hiçbir şey üretmeden takdir bekleyenler var, onları ayıplarım işte.
Her iki durumda da kendisi benim en sevdiğim yerli yönetmen olmaya devam ediyor. Filmde bir yerde asistanı kendisine “bütün filmleriniz takdir ediliyor” gibi bir yıkama-yağlama servis ediyordu, o da “bırak ya hepsi palavra” diyordu. Kendisiyle karşılaşsam şunu sormak isterdim: sen gerçekten insan doğasını anlamaya mı çalışıyorsun?.
Zeki Demirkubuz – Bekleme Odası from elmalma brand communication serv on Vimeo.
/:Bu ilk yorumumu yazma amaçlarım:
1.Yorumlardan mutlu olduğunu itiraf eden blog sahibini mutlu etmek,
2.Blog sahibinin,filmi izlemesine ve yazıyı yazmasına dolaylı olarak neden olan arkadaşı olduğumu burdan duyurarak kendimi tatmin etmek:/
3.Demirkubuz hakkında şunları söylemek:
a)Demirkubuz,'Bekleme Odası'ndaki 'Ahmet' ile kendisinin "peygamber" gibi görülmesinden duyduğu rahatsızlığı,hayranlarınca tanrılaştırılan ünlü yönetmen Ahmet'i olabildiğince insanileştirerek ifade ederken aynı zamanda insana bakışını resmetmektedir:İnsan,üçüncü sınıf bir ressam tarafından çizilmiş kusurlu bir resimdir ve bu resimden fırlayan insanın yeri 'Üçüncü Sayfa'dır.
b)Realist bir görüntü vermeye çalışan Demirkubuz'un insanın sadece olumsuz yönünü vurgulaması bu görüntünün inandırıcılığını sorgulatmaktadır.Toplumcu olduğunu bildiğim Demirkubuz'un toplumcu-realist olmasını -hadi- beklemiyorum ama realist olmak,bardağın hep boş yanını mı göstermek demektir?Nazım'ın dizeleriyle soracak olursam:"Hiç umut yok mu?"
Sana katılıyorum "ünaldayı" rumuzlu kullanıcı. Yazdıkların benim yazdığım birinci sebebe benzer şeyler. Zeki hiçbir zaman umut vardır veya benzeri bir şey söylemedi. O hep insanların midesine sıkı bir yumruk atmayı tercih etti. Demek ki onun "realitesi" de bunlar. "Herkesin inandığı bir şey var bu ..mına koduğumun hayatında, benim ki de bu hikayeler ve bu karakterler" mi demek istedi acaba?
(:Sevgili blog sahibi,o "sıkı yumruktan" -Demirkubuz'un toplumcu bir geçmişi ve hala da toplumculuktan 'yana' olduğunu bidiğim için- neden biraz da sistem nasibini almıyor?Onun filmlerinden golü hep biz mi yiyeceğiz?Bi gol de sisteme çaksa da anlayabileceğim dilde,sonra bana dönüp "bu da mı gol değil Ünal dayı,ha,bu da mı gol değil" dese,ben o vakit alırım ağzıma vuvuzelayı grani grani çalarım:)
Yılmaz Güney kadar politik olsun,demiyorum;ama gişe kaygısı olmayan birinin arada eleştirel politik göndermeler yapmasında veya arada umut vaazetmesinde ne sakınca var?Hatta,bana kalırsa,gerçekten realist olmak istiyorsa bardağın dolu kısmını da göstermesi şart;yoksa,artık,bardağın tamamen boş olduğu mu görüyor?Hem insandan realist bahsetmenin yegane yolunun Dostoyevski veya Camu olmaktan geçtiği doğru değil;Neruda,Eluard,Picasso,Nazım Hikmet,Aziz Nesin olmak da mümkün!"Renkler ve zevkler tartışılmaz," dersen…:)
Sinemaya ben şöyle bakıyorum, tıpkı hayattaki gibi, benim için aslolan sorulardır, kuşkulardır, bilmediklerimdir; çünkü kendimi en zayıf, en yalnız hissettiğim şeyler de bunlar. Cevapları verilmiş soruların ya da ortada olan gerçeklerin benim için bir önemi yok. Bildiğim bir şeyi yapmama gerek yok. İnsanın acısının, insanın derdinin buralarda yattığını düşünüyorum. O yüzden filmlerimde de böyle düşündüğüm için, hayat hakkında böyle düşündüğüm için filmlerim de buna göre şekilleniyor. Yani bu Zenon okçusu gibi de olabilir hayat. Tamam, yani çok okumuz olsa, hedefe isabet ettirme şansımız mantıken daha çok olabilir ama tek bir okun konsantrasyonu da farklı, fazla oka sahip biri de o konsantrasyonda olamaz. Genel ölçülere göre birçok şeyi ben yapıyorum, bu doğru, ama ben de genel ölçülere göre film yapmıyorum. Yani benim filmlerim onlarca, yüzlerce sinema salonunda şu kadar para kazanıp izlenen filmler değil. Niye, çünkü film yapma nedenim başka. Yani özetle söylersem, şu anda bu dış etkiler nedeniyle, dışardan gelen, bana ait olmayan dünya içerisinde bende bir film yapma arzusunu uyandıran şeyler yine de filmlerden çok -filmler de var elbette ama, bu pratik bir sorundur- edebiyat yapıtları.
Bir de şunlar var:
Sosyalist olmana rağmen filmlerinde politik konuları öne çıkarmıyorsun. Daha çok insan doğasına odaklanmış durumdasın. Acıyı, yalnızlığı, aşkı anlatıyorsun. Neden?
Acı yalnızlık işin görünen kısmı. Dünyanın adaletsizliğini, insanların sömürüldüğünü herkes kadar ben de biliyorum, bu konularda acı çekiyorum. Bunları anlamak için özel zekaya gerek yok. Sinemanın benim ilgimi çeken yanı insanın içindeki gizemi sorgulamam izin vermesi. İyilik, kötülük, erdem, namusu birarada yaşıyor insan. O noktada büyük bir anlaşmazlık var ben o anlaşılmayanı anlatıyorum. Kendimi insan ruhunun belgeselini yapmaya çalışan bir sinemacı olarak görüyorum. Nasıl bir doğa belgeseli doğaya karşı bir gözlem yapıyorsa ben de insan ruhu üzerinde gözlem yapmaya çalışıyorum. Bunu yapabilecek tek yolun da sanat olduğunu düşünüyorum.
Çözebildin mi insan ruhunu peki?
İnsanın başlangıcından bu güne büyük bir bilinmezlik var. Fiziksel olarak büyük bir yol kat edildi. DNA'nın çözülmesine kadar gelindi. Ama insan ruhuna dair bilinen bir şey yok. Kansere çare bulunmak üzereyken aşk acısına, ihanete, yalnızlığa en ufak bir çare bulunamadı. Uyuşturucular dışında yapılabilecek bir şey yok. Organ nakli yapılıyor ama ruhumuza dair en ufak bir bilgi yok ortada. Sinema anlaşılmazlıktan gelen büyük bir alan açıyor.
12 Eylül'ü bizzat ve acılarla yaşamı biri olarak bir 12 eylül filmi yapmazsın yani?
İnsanın zaten bildiğini anlatmaya gerek duymam ben. Konu olarak bir gün onu seçebilirim. Ama yaklaşımım faklı olur. 12 Eylül'ü birebir yaşadım. Bu ülkede çok büyük işkence görmüş az insandan biriyim. Ama yaşadıklarım bende hiçbir iz bırakmadı. Tüm bunların neden olduğu biliyorum çünkü. Askerlerin darbe yapmasını, işkence yapılmasını anlayamayacak ne var. 12 Eylül de, arkasında yatan mantık da bir hiçtir benim için. Benim asıl derdim, bunu insanlara hangi doğa, hangi içsel dürtülerin yaptırdığı olabilir, o kadar. Ben bunun peşinde olurum. Ben yargıç değilim, hak aranmıyorum. Anlamak zorunda olan biriyim.
Demirkubuz,"bu ülkede çok büyük işkence görmüş az insandan biriyim," demiş,bunu nerden biliyor?Bu bilgiyi paylaşma amacı ne?
"Ama yaşadıklarım bende hiçbir iz bırakmadı," demiş;tekrarlanmaması için hiçbir şey yapmıyor,tekrarlanırsa hiçbir sorumluluk hissetmeyecek demektir veya -ki büyük olasılıkla- (iz bırak)mamış gibi davranıyor.
"Tüm bunların neden olduğunu biliyorum çünkü.Askerlerin darbe yapmasını,işkence yapılmasını anlayamayacak ne var.12 Eylül de, arkasında yatan mantık da bir hiçtir benim için," demiş ki bu açıklama onun neden politik filmler (de) yapmadığını veya -en azından-politik göndermeler dahi kulanmadığını açıklamakta;çünkü Demirkubuz,insan veya dünyadan hoşnut olmasa da,"acı çekse de",bunları yalnızca anlatmaya da değil -ilginç- yalnızca kendisi anlamaya çalışıyormuş,bakın:"Benim asıl derdim,bunu insanlara hangi doğa,hangi içsel dürtülerin yaptırdığı olabilir,o kadar.Ben bunun peşinde olurum.Ben yargıç değilim,hak aranmıyorum," demiş,zaten 'Bekleme Odası'nda da Ahmet'e şunu dedirtiyor:"Adalet,en fazla,hak arayanların elinde zavallılaşır." Kardeşim,sen hak mak arama,anladık ama benim hak aramama ne diye bok atıyorsun?Hak aradığımda,adaletin benim elimde zavallılaşacağı 'laf'ı (kim söylerse söylesin)eni boyu aşan, derinlik görüntüsü vermekten başka derdi olmayan bir 'hakaret'tir.
"Anlamak zorunda olan biriyim," demiş.Demirkubuz'un derdi,yaşadığı işkenceleri yapanların ruhunu anlamakmış ve sinemayı ve sanatı bu amaç için tek yol olarak görüyormuş,yani işkencecilerle ve onların politik yapısıyla bir derdi yokmuş,onlarla hesaplaşma filan gibi bir derdi de yokmuş;olabilir,veya olmayabilir.
Dertlere deva bulmak için veya yalnızca insanı veya toplumu "anlamak" için sanattan,bilimden,gözlemlerden,deneyimlerden ve politikadan,kısacası teoriden ve pratikten yararlanmayı anlıyorum ama bunun için sanat yapmayı,kesinlikle,anlayamıyorum;yani sanat yaparak insan nasıl "anlayabilir" veya "bilebilir" anlayamıyorum,bilemiyorum:)