O gün hava karlıydı…
Hayır, karlı değildi. Orhan Pamuk evreninde sıkça karşımıza çıkan kar olgusuna anıştırma yapmak için böyle başlamayı düşünmüştüm. O gün hava güneşliydi. Yazdan kalma bir havaydı ama kalma bir havaydı işte… Kış kendisini hissettirmeye başlamıştı. Birileri pikeye geçmişti, birileri yorgana geçmişti, birileri şortla vedalaşmıştı, birileri kış biralarına geçmişti. Şu son maddeye giren 16, 17 kişi olmalıydı İstanbul’da. Dışarıda gezmeyi imkânsız kılacak kadar –Bu arada benim için en ideal gezi derecesi 17, 18 falan diye düşünmüştüm hep. 12’de de yapardım şehir gezilerini ama aşağısı sıkıntı doğururdu. İki sene önce Kars’ta 14, 15 derecelerde yaptığım şehir gezileri tadına doyulmazdı- soğuk olmayan o perşembe gününde “Bir Orhan Gezisi”ni gerçekleştirmiştim… 21. yüzyıldaydık…
Gorki Okuryazar iç ses: Öff ya bıktım bu özel derslerden! Özel dersin parası tatlı ama kendisi çok acı… Bir tane veledin ki çoğunlukla mal olurlar yoksa neden özel ders aldırsın ki ailesi, ilgisini sürekli canlı tutmak için türlü türlü hokkabazlıklar yaparsın. Geçen neydi o? Baran Doğan bir şey demişti… Ailesini aramıştı bir şehir gezisindeyken ve “Eğer Sayısal’dan para çıkarsa hemen beni arayın. Arayın ki ben de burada her yere taksiyle gideyim…” Ulan, ne matrak adam ya! Bunu ben düşünmeliydim… Baran Doğan’ı çok matrak buluyorum. Ben de matrağım ama onda böyle bir tılsım var. Bende de olsun isterdim. Neyse, özel derse giderken bu otobüs yolculukları da hiç çekilmiyor. Bari feyse bakayım… O da ne? Baran Doğan yeni bir yazı yayınlamış… “Bir Orhan Gezisi”… Hımm, Orhan Gencebay’ın evine mi gitmiş? Hiç sevmem arabeski. Beş dakika bile tahammül edemem. Ne demişti Baran Doğan: “Hatasız Kul Olmaz”daki yapı bozucu bağlama solosu… Neyse, kafam ağrıyor. Yazı çok uzun. Eve gidince okurum. Dur ya, ben en çok koltuğa uzanıp kendi yazılarımı okumayı severim… Yoksa, yoksa! Bu yazıyı ben mi yazdım? Yoksa ben Baran Doğan mıyım? Yoksa ben Baran Doğan mıyım, he?
“Kara Kitap” en etkilendiğim romanlardan biri olmuştu kesinlikle! Ondan önce “İstanbul: Hatıralar ve Şehir”i iyi ki okumuştum. Bu otobiyografik kitabın romanıydı “Kara Kitap”. Yani bir bakıma… Fark etmeden –Orhan Pamuk fark etmeyi birleşik yazıyordu- doğru bir sırayla okumuştum kitapları. Keşke “Yeni Hayat”ı da “Kara Kitap”tan sonra okusaydım. Sıralama böyle olmalıydı. “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye başlayan “Yeni Hayat”taki o kitap “Kara Kitap”tı. İnsanın bir kitap okuyup hayatı değişebilir miydi? Sayısı bilinmez ama roman olayına dalan bir kişinin hayatı bir daha eskisi gibi olamazdı. “Ağır” romanları okuyup, anlayan hele hele onları yazan bir insan normal bir insan olamazdı. Normal insan! Normalliğin kibri… Bunu akılda tutmalı. İleride bir roman yazacak olursam adını “Normalliğin Kibri” koymayı düşünüyordum. O sarışın arkadaşı “O tuhaf öyküleri sen mi yazıyorsun?” diye sorduğunda aklına gelmişti bu isim. “Biz normaliz! Biz normaliz! Ona göre ha!” “Normalliğin Kibri” diye bir kitap yazabilen bir insanın bir veya dört yüz tane kitap okumuştum ve hayatı değişmiştir…
Gorki Okuryazar iç ses: Acaba bu o mu? “Kreşendo” öyküsünü yazan kişi Orhan Pamuk mu? Yok yok kesinlikle o… Bir insan bunu hayal edemez. Mecbur yaşamıştır. Bari mail atayım… Merhaba ben Baran Doğan, o öyküdeki karakter siz misiniz Orhan Bey?
“Kara Kitap” demek Nişantaşı demekti. Alaaddin’in dükkânının hala orada olduğunu öğrenmiştim Ekşi Sözlük’ten. Bak Orhan Pamuk’a olduğunu tahmin ettiğim şey bana da oldu burada… Cümleyi yazmayı bitirmek üzereyken aklıma son anda bir öge geldi ve tembellikten onu gidip de olması gereken yere eklemedim. Ne çok devrik cümle var! Bu, tembellikten olmalı diye içimden geçirmiştim.
A: Haydi, vakit geliyor.
GO: Tamam, tamam hazırım. Kaç dakika var iftara?
A: Yirmi dakika. Ulan var ya, oruç tutmadığımızı bilseler iftar çadırının ortasında sikerler bizi!
GO: Öğrencilik olum, na’palım?
Nişantaşı’ndan sonra da Cihangir’e Kemal Orhan’ın müzesine giderdim… O “Yeşilçam Mekanları Gezisi”nde görmüştüm orayı. Az ilerideki Güneşli Sokak’ta “Çöpçüler Kralı”nın çekildiği ev, filmdeki haliyle duruyordu. Oradan ayrılınca görmüştüm Kemal Orhan Müzesi’ni. Gezide; ben, Baran Doğan, Abbas Işık ve Gencer Kayan vardı. Çok güzel bir gündü…
Orhan Kemal’in tarzı için Baran Doğan “gözlemci gerçekçilik” diye bir tanım yapmıştı. Yoksa ben mi yapmıştım? Ha ben ha Baran Doğan, ne fark eder? Pardon farkeder? “BTÜ”yü okurken çok eğlenmiştik. “Emmim derdi ki…” “Emmim derdi ki…” Dudu yengenin çerçiyle olan mevzusu mu yoksa iki kafadarla olan mevzusu mu daha iç gıcıklayıcıydı? Çerçiyle ne konuştular acaba? Gorki Okuryazar, köylünün bir numaralı gündeminin cinsellik pardon onların deyimiyle “sikiş” olduğunu söylemişti. Ben ise onunla beraber mülkiyet ilişkileri daha doğrusu ufak da olsa bir mülkiyet elde etme arzusu olduğunu eklemiştim ama evet bir numarada cinsellik vardı. “Bereketli Topraklar Üzerinde”de gözlemci gerçekçilik bunun ipliğini pazara çıkardığında Abbas Işık bunu abartılı bulmuştu.
Merhaba dizgici, artık okur bu diğer sesin Gorki Okuryazar’a ait olduğunu anlıyor. Her seferinde “Gorki Okuryazar iç ses” diye belirtmeyeceğimi deklare ederim. Ya bıktım şu her şeyi deklare etmenden! Ben öyle biri değilim işte… Hangi Gorki Okuryazar mı? Hikâyenin sonunda Baran Doğan’la özdeşleşme yaşayacak olan Gorki Okuryazar. Malum ya Orhan Pamuk’tan bahsediyoruz, özdeşleşme onun favori temasıdır ya… Ney!
Yazı dursun da eve gidince okurum…
Üzerime ne giyecektim? Bu sıcaklık değeri için bir gömlek en idealiydi ama Boğaz bölgesi 365 gün eserdi. Gömlek üstü bir şey giyemezdim, yük olurdu. Dışarıda sürekli hareket edeceğim için vücut ısım yüksek olacaktı. Durduğumda ise bir mekanda olacaktım yüksek ihtimalle.
Otobüse binmiştim. O da neydi? Böyle bir mont kokusu olamazdı. İnsanların ter kokmaları bir klasikti ama kış geldiğinde ceket, mont, palto gibi giysilerinin kokuları dayanılmaz oluyordu. Yazın tişört ve gömleklerini kısa sürede yıkıyorlardı ama nedense kış geldiğinde CMP’lerini kış boyunca bir kere falan yıkıyor olmalıydılar. Orhan Pamuk halkı küçümsüyor muydu? O cümleleri kurabilen, o hayal gücüne sahip olan bir insanın halkı küçümseyip küçümsememesi bir yana onunla hiçbir yerde, hiçbir şekilde buluşamaması kesin olmalıydı. Berbat kokan bu mont bana hesap kitap yaptırdı… O gün mont giyilen ilk günlerden biriydi. Bu montun bu kadar kötü kokması akıllara iki ihtimali getiriyordu: ya bu kişi çıplak gövdesinin üstüne bu montu giyip on gün boyunca inşaatlarda çalışmıştı ya da bu montu en son 2017 Mayısında yıkamış olmalıydı. Yani 2018 yılını yıkanmadan geçirmişti mont. Bak yine özne sonradan aklıma geldi ve gidip onu doğru yere koymaya üşendim…
522 SK adlı otobüsle Mecidiyeköy’e kadar gitmiştim. Şimdi Baran Doğan’ın romanlarında yaptığı gibi semt, sokak, bina tasvirleri mi yapacaktım? Oysa ben Orhan Pamuk’tum ve idolüm Gorki Tanpınar gibi olmalıydım. Mecidiyeköy’de Nişantaşı’na yürüyeyim dedim. Yol üzerinde ilginç binalar vardı. Bunların videolarını çekip TikTok’tan paylaşmalıydım. Prim yapmalıydım. Prim peşinde 80 yıl… Ne muhteşem bir karikatürdü o… Hala karikatür dergileri biriktirdiğime inanamıyorum. Bütün biriktirilen şeyler bir gün atılacaktır. Ünlü veya zengin biri değilsen. Gorki Okuryazar hem ünlü hem de zengin bir romancıydı. O sayede son “Masumiyet Müzesi” romanı için bir evi alıp müzeye çevirebilmişti.
GO: Merhaba, Arapkir otobüsü ne zaman varır acaba? Saati geçti de.
A: O otobüs dündü abi, neredesin bir gündür?
GO: Eski garajlardaki amele hanındayım.
İşte caddenin başındaydım… Rumeli Caddesi… Her apartmanın üzerine tek tek bakıp “Pamuk Apartmanı” ibaresini görmeliydim. Ekşi Sözlük’te bina numarası da yazıyordu ama bu şekilde yaparsam sanki heyecana heyecan katacaktım. Can Saday’la Facebook’tan girdiğimiz polemiği hatırlamıştım. Ben adres tarif ederken bina adı vermenin gereksiz olduğunu, bina numarası sayesinde her yerin kolayca bulunabileceğini öne sürmüştüm. Afyon’da mühendislik şirketinde ofis boyluk yapıyorken –ama utandığımdan dolayı kendimi tercüman diye satıyordum- her gün bir sürü adrese giderdim ve hepsini apartman numarasıyla bulurdum. Can Saday ise Halaskargazi’deki bina ön cephelerine bakarsam kaotik bir manzarayla karşılaşacağımı öne sürmüştü. Sürekli değişen bina numaraları yüzünden her binanın kapısının civarında bir sürü numara varmış… Yoktu işte. En son olan kırmızı beyaz numaralar gayet muntazam bir şekilde yerleştirilmişlerdi.
A: Hocam bizim oğlan nasıl gidiyor?
GO: Ee, sizin oğlan… Kem… İyi, iyi! Zaten anlıyor. Biraz daha başarıl… Pardon, bir saniye… Alo! Efendim amcaolu? Ne? Sana Sayısal mı çıktı? Bana yüklü miktarda para mı vereceksin? Çok teşekkür ederim amcaolu, görüşürüz. Ne diyorduk, ha sizin oğlan… Sizin oğlan tam bir mal, ondan bir bok olmaz. Elifi görse baston zannediyor. Sizin de özel dersinizin de vereceğiniz paranın da amına koyim! Hatta, alın şu parayı! Alın alın, üstüne de şu 250 lirayı alın benden. Bunun karşılığında oğlunuzu döveceğim. Gel lan buraya Ortanç piçi… (Çocuğu döver ve evden çıkar.)
Ne güzel yazı yazmış ya! Muhteşem basacağım da yeterli olmaz. Hele şu özel ders hayali diyalogu… Leziz. Ne zaman iyi edebiyat tüketsem gider bir sigara yakarım. O adam sen miydin amcaolu? Kafam karıştı! O on yıllık buluşma olayını sadece ben biliyordum. Kimseye anlatmamıştım ki… Evet, şüphelerimde haklı olmalıyım. Ben Baran Doğan’ım.
B: Hayır bu “Bir Orhan Gezisi” için editörlük hizmeti kabul etmiyorum. Boşuna ısrar etmeyin. Hatalarıyla sevaplarıyla yazı benimdir.
E: Ama efendim, skandal/ayıp denebilecek hatalar var.
Her apartmanın ön yüzüne bakmaktan yorulmuştum. Ekşi Sözlük’ten bakmaya karar vermiştim. Zaten ben Teşvikiye Caddesi’ni Rumeli Caddesi’yle karıştırmıştım. Bina Teşvikiye Caddesi üzerinde idi. Teşvikiye Caddesi nu: 135 yazıyordu Ekşi Sözlük’te. Yürümeye başlamıştım.
Birden karşımda gördüm Pamuk Apartmanı’nı… O Kars gezisinde Chetlikov Oteli’ni gördüğüm anı hatırladım. Veya Bursa Otogarı’nda Nurettin Rençber’i gördüğüm anı… Birden olmuştu her şey. Ne düşüneceğimi bilemedim. Hemen durup “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” kitabındaki ayrıntıları aklıma getirmeliydim. Veya “Kara Kitap”taki Şehrikalp Apartmanı bölümlerini düşünmeliydim. Ama öyle –bağlaçlarla cümle başlamaz Orhan Bey- olmadı. Kalakaldım. Hemen en üst kata baktım. Orada yaşıyordu Celal Okuryazar. Onun yerine geçen –disguises himself as bla bla bla- Osman Doğan… “Yeni Hayat”taki otobüs yolculuklarının videosu olsaydı keşke. Bir gün uzaylıların gelip kendisine bir bilgisayar vereceklerini ve o bilgisayara tarih ve konum girerek istediği tarihte istediği bölgede olmuş şeyleri izleyebileceğini hayal etmişti. Tamam bunu hayal edebilen biri başarılı bir “Normalliğin Kibri” yazabilirdi. İş hayal etmekte… Baksana Gorki Okuryazar’a, skandal/ayıp denebilecek yazım yanlışları yapıyor ama adama Nobel verdiler. Alo, efendim? Ne? Bana Nobel mi verdiniz? Bir milyon dolar da ödül mü? Peki, teşekkür ederim. Ödülü kabul ediyorum. İyi günler. Nerde kalmıştık, sizin de özel dersinizin de paranızın da Digiturk Play’inizin de…
Yani 50’li yıllarda o hengameli Pamuk Ailesi o olayları bu binada mı yaşadılar? Dur, daha yakından bakayım.
Zillerde R.A. Pamuk ibaresini görmüştüm. Acaba Rüya Aleyna Pamuk gibi birisi miydi? “Kara Kitap”ı yazan Orhan Pamuk, kitabın yayınlandığı sene doğan kızının adını Rüya koymuştu. En üst zilin üstünde bir isim daha vardı: Atalar Reklam Ajansı… Yani ünlü romancı artık burada oturmuyor muydu? Oysa öyle biliyorduk biz. Tıpkı Celal gibi yıllar sonra gelip o çatı katını tekrar satın alıp oraya yerleşmişti Orhan Pamuk. Bu süre esnasında Cihangir’de ve Türkiş bloklarında oturmuştu.
Yok yok ben kesin Baran Doğan’ım. Benden başka hiç kimse Alaaddin’in dükkânının peşine düşmez…
İlerlemeliydim. O büyüleyici mekân yani Alaaddin’in dükkanı Teşvikiye polis karakolunun tam karşısındaydı. Ekşi Sözlük’e göre şu anki adı Necdet Güler Tekel Bayi… İlerliyordum. Şimdi burada Orhan Pamuk gibi uzun, iç yolculuk cümleleri kurmalıydım kafamda. Oysa yapamıyordum. İlgisiz şeyler düşünüyordum. Karakol çıkmıştı karşıma. Alaaddin’in dükkânını fark etmem kolay olmuştu. Tam karşısındaydı işte… Coca Cola tabelasını yadırgamıştım. Daha eski bir şey olmalıydı. Yedikule’deki “Aile Bakkaliyesi” tabelası gibi bir şey olmalıydı sanki… Fotoğraf kursu öğrencileri orada mutlaka fotoğraf çekerlerdi. Kurslar? Bu konudaki düşüncelerimi yazmalı mıydım? Ne de olsa bu bir post-modern öyküydü? Yani atış serbestti…
Dükkânı inceledim. Sağdan, soldan. Orhan Kemal’in Çukurova’ya drone’la bakması gibi ben de ona drone’la bakabilmeliydim. İçine girdim. Kasadaki kadın hiç oralı olmayacak birine benziyordu. Ünlü romancı bu dükkâna karakter verirken çok abartmış olmalıydı.
Abartmak ve provokasyon benim karakterimdir. Bunu Whatsapp durumum yapmalıyım. Ben Baran Doğan’ım. Her cümlem vurucu olmalı. Ben Baran Doğan, ünlü Türkçe öğretmeni. Türkçe öğrenmek imkânsızdır!
Dükkâna girdim. Dükkânın için tipik bir 21. yüzyıl bakkalı gibiydi. Sol taraftaki bölüm ise kitaptaki dükkândı. 1990’dan bugüne nasıl gelmesi gerekiyorsa o şekilde gelmiş şekildeydi. “Kara Kitap” büyüsünü orada içimde hissettim işte.
Öykülerde SPOILER verebilir miydik ya? Ya Baran Doğan “Kara Kitap”ı okumamışsa. Şimdi bu yazımı okuyunca ve ben dükkânda gerçekleşmiş o önemli eylemi yazarsam –ki yazmak için inanılmaz bir istek duyuyorum şu anda- bana “Aydın Açmazı” karikatürünü gönderir mi acaba?
O SPOILER diyelim artık, o SPOILER da işte oradaydı… Dükkânın içinde bozulmadan 21. Yüzyıla taşmıştı –öff be Word, yüzyılın Y’sini neden büyütüyorsun her seferinde? Gorki Okuryazar gibi romanlarımızı yeşil tükenme kalemle, deftere mi yazalım illa ki?- SPOILER.
Bu dükkâna gelip de “Merhaba, biliyor musunuz bu dükkân Orhan Pamuk’un ünlü ‘Kara Kitap’ romanında geçiyor, haberiniz vardır herhalde, duygularınızı alabilir miyiz?” diyenler var mıdır acaba? Hiçbir ünlüye yanaşıp, bir şey diyebileceğimi zannetmiyordum. Kimsenin buna değmeyeceğini de düşünüyordum. Ünsüz insanlar da diyaloga girmeye mecalim yoktu.
A: Selamın aleyküm hemşerim. Yolculuk nereye?
B: Arapkir’e. (Kulaklığı tekrar takıp, adama karşı kayıtsız kalmaya çalışır ki sohbet etmesin.)
Fiyatları merak etmiştim. İçimden sanki milyonlarca insanın buraya benim gibi gelip dükkândaki büyüyü koklamaya çalıştığını ve dolayısıyla nihayetinde bir esnaftan başka bir şey olmayan Alaattin’in bu durumu maniple etmemesinin imkânsız olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa esnaflar Türkiye’yi yönetiyorlardı ve Türkiye belediyesinin durumu ortadaydı… Gerçeği içimde kavramam uzun sürmedi. “Kara Kitap”ı okuyacak çok az insan vardı. Onlar içerisinde bir “Alaaddin’in dükkânı Gezisi” organize edecek insan sayısı ise çok çok azdı. Ama yine de –bakın Orhan Bey bağlaçla cümle başlamaz, siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?- fiyatları merak ettim. İnternette üç iki buçuk liraya satılan Alpella Bonibon’un üç lira olduğunu gördüm. Görmüştüm mü demem lazımdı burada editör? Orası Nişantaşı’ydı… Normaldi…
GO: Merhaba, siz belediyenin bedava psikologluk hizmeti veren X miydiniz? Ben kendimi bir başkası sanıyorum da… Düzelteyim, her gün birisi bana telefon edip kendisinin ben olduğunu iddia ediyor. Derhal o benliği terk etmem gerektiğini aksi takdirde beni mahkemeye vereceğini söylüyor. Sizce o ben miyim yoksa o adam mı o?
O zamiri büyük yazılmaz Orhan Bey, Allah belanızı versin! Yeter artık!
Aşağıya doğru gitmeye başlamıştım caddede. Amacım Belveder Apartmanı’nı bulmaktı. Bu sefer tek tek apartman ön cephelerine bakmıştım ve onu bulduğumda her şeye hazırdım. Şok olmamıştım Pamuk Apartmanı’nı gördüğümdeki gibi.
S: Başvekil geliyor Hulusi. Beni şey edecek. Sen biraz dışarılarda takılsan…
N: Peki, hayatım.
Başka bir diyalog başlıyor:
G: Selamın aleyküm dayı. Sana bir şey söyleyeceğim: Senin bu çok sevdiğin sağ parti lideri var ya, o bir seks skandalına karışmış.
Ahmet Mehmetoğlu: Onun sikine helal olsun. Oy vermeye devam edeceğiz biz.
Orhan Pamuk: O zaman ben de senin kafanı sikeyim! Bir dakika ya, benim ne işim var bu diyalogda? Umurumda değil böyle şeyler. Yani gözlem yapacak bir şey varsa yaparım da böyle halkla bire bir diyaloglara girmem çünkü bir şeyleri değiştirebileceğime inanmam. Hele hele argo ifadeler hiç kullanmam yazılarımda. Gel Baran sen yap bu işi, rica ediyorum arkadaşım.
B: Tamam Orhancığım. Dayı, senin kafanı sikeyim! Oksijen israfı seni! Sike sürülecek kadar akıl yok lan sizde!
Nişantaşı faslı kapanmıştı. Cihangir’e doğru yollanmıştım. Yol üstünde Notre Dame De Sion’u görünce bir tuhaf olmuştum. Burası Orhan Pamuk’un 19 yaşında mimarlık okurken edindiği sevgilisinin okuduğu okuldu. “İstanbul”da bu kızdan bahsetmişti. Onu son gördüğü an olarak lisenin karşısında onu beklediği bir günü işaret etmişti. Yani benim o anda umarsızca (bak çakala bak, bunlar Orhan Pamuk kelimeleri) üzerinde yürüdüğüm o kaldırımda, yazarımız 20. Yüzyılda o kızı beklemişti.
Orhan Pamuk’u neden çok sevdiğimi veya neden onun edebiyatına çok ilgi duyduğumu o an anlamıştım. O da benim gibi nesnelere bağlanıyordu, onlarla konuşuyordu. Güneşli Sokak’taki “Çöpçüler Kralı” evine bakarken, o evin o film çekerken neler hissettiğini düşünmüş ve eve bakarak o hisleri anlamaya çalışmıştım. “Broken Flowers” filmimde aynı konuya değinmiyor muydum zaten?
Baran Doğan’ın “Broken Flowers” filmini çok beğendim gerçekten. Böyle bir filmi ancak ben çekebilirdim ama adam çekmiş işte. Çok da şey etmemek lazım! Çok sevdiğim bu cümleyi Whatsapp durumum yapayım en iyisi…
Orhan Kemal Müzesi’ne varmıştım.
Editör: Bir dakika abi, bu yazı çok uzun oldu. Orhan Kemal işine de girersen iyice uzar. Sen en iyisi onu seneye bırak. “Dekreşendo” romanında nasıl da bir milyon doları götürmüştün? Hem saat de 21.46, gecikirsen yazının okunurluk şansını azaltırsın.
Gorki Okuryazar: Haklısın editör kardeşim. Yazıyı burada bitiriyorum. Bu yazıyı bir milyon dolar için yazmadı yalnız çünkü bir milyon dolarım var. Bu yazıyı eğlenmek için yazdım. Ne de olsa katıksız bir Baran Doğan’ım ben. Onunla özdeşleştim. Eğlenmek için yazı yazarım ben. Hadi geç oldu, sen de git evine.
Editör: Tamamdır abi, görüşürüz.
Baran Doğan: Görüşürüz.