Romantik komediler, müzikallerle birlikte en az ilgi duyduğum film türüdür. İyi bir filmden beklentim, toplumdaki hareketi en azından kavrayabilmesidir. O harekete katkıda bulunursa işte şaheser odur benim için. Bir market raf ürünü olarak romantik komedi bunu asla başaramaz. Çünkü o düpedüz yalan söylemek zorundadır. Aşkı zirve anında bırakır ve hep öyle gideceğini iddia eder. Aşkı gerçeklikte olduğu gibi iniş çıkışlarıyla ele alan filmler vardır, onlara romantik komedi denmez zaten.
Sovyetler Birliği’nde çekilen romantik komedilere ilgi gösteriyorum. Çünkü bunlar o dönemin gündelik hayatıyla ilgili epeyce ipucu veriyor. Açıkça itiraf edelim, romantik komediler sıkmadan ve yormadan izlenebiliyor. Bu tür filmlerde, ideolojik girdilerle çok fazla boğuşmadan SSCB ile ilgili gündelik hayattan manzaralar yakalayabiliyorsunuz.
1975 tarihli bir televizyon filmi var. “The Irony of Fate/Kaderin Cilvesi” adlı. Adı bile birçok şey anlatıyor. Ne kaderi!
KONUSU
Yılbaşı gecesindeyiz.
Bu da başka bir sorun. Bayramlar insanlara umut, moral, dayanışma duygusu falan filan mı verir? Hayır, din bir politikadır. Karşıtlar, yandaşlar tanımlar. Bizim bir numaralı ilgi alanımız olan toplumsal sınıfların tarihsel çıkarlarıyla ilgili de tutumu vardır. Bayramları alayım, onlarla ilgilenmiyorum diyemezsiniz. O zaman sevgi pıtırcığısınızdır! Ne kadar fazla ve ne şekilde olursa olsun (samimi mamimi falan) din, o kadar uzak sosyalizm! Sovyetler Birliği bunları tam olarak halledememiş.
Moskova’da yaşayan bir doktor o özel günde nişanlısına evlenme teklifi yapmayı planlamaktadır. Yaşı geçkin olan (36) doktor, o kişiyi “köprüden önce son çıkış” olarak görmektedir. Fakat üç beş kişilik abazan arkadaş grubunun bir ritüeli vardır. Her yılbaşı gecesi hamama gitmek. Yine bu ritüelde doktora içkiyi dayarlar. Bir şekilde doktoru uçakla Leningrad’a gönderirler. Filmin tezine göre SSCB’de bütün büyük şehirler birbirinin aynı. Doktor da Moskova’daki adresini Leningrad’da taksiye söyler. Aynı apartmanın aynı dairesini açar. Çünkü anahtarlar bile aynıdır. O evde de o gece nişanlısı kendisine evlenme teklifi edecek bir kadın yaşamaktadır. Sonra olaylar gelişir falan filan. Yanlış anlamalar, fars durumlar, aptallıklar vs. Bir romantik komediden ne beklenirse hepsi var işte. Sadede gelelim:
TEKTİPÇİLİK BOKU
Bu tektipçilikle ilgili çok sohbet ederiz. Ben bu sohbetlerde ortamı süzerim. Liberal eğilimler karşımda barikat kuruyorsa, iddialı tezimi ortaya atar tartışmadan çekilirim. Nedir o tez? Bana göre örgütlü sosyalizm mücadelesi vermeyen herkes tektiptir. Ne giyerse giysin, ne düşünürse düşünsün, ne yaparsa yapsın.
Şimdi bu tektipçilik boku, reel sosyalizm “eleştirilirken” çok öne sürülür. Sanki bu insanlar işi gücü bırakmışlar, halkı tek bir doğrultuya çekmek için uğraşıp durmuşlar. Ayrıca…Ben de herkes Marksist olsun istiyorum. Asıl o zaman insanın potansiyelini gerçek potansiyelini göreceğiz.
Bu filmin yönetmeni Troçki de SSCB’nin konut politikasını beğenmiyor ve mızmızlanıyor. Film, bugün Beylikdüzü civarlarında çok gördüğümüz devasa bloklardan görüntülerle başlıyor. Hepsi aynıymış falan. Ve güya yaratıcı bir şekilde giydiriyor. Moskova’da yaşayan adam, Leningrad’a gidiyor ve sarhoş halde taksiciye Moskova adresini veriyor. Sonra da binaya giriyor ve anahtar yuvaları bile aynı olduğu için eve giriyor, sızıyor. Bu kadar “tektipçilik” mi olur?
Eyy Troçki! Sen mızıkçılık yapıyorsun. Hep bunu yaptın zaten. Birçok şeyi atlıyorsun. Batı emperyalizminin sürekli saldırdığı (hatta bi’ ara 25 milyoncuk vatandaşını öldürdü) bir ülke, kaynaklarının önemli bölümünü silahlanmaya ayırmak zorunda kalmış. Buna rağmen halkının bütün temel ihtiyaçlarını gidermiş. Her eve bir piyano koymuş örneğin. Bugün kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının rüyasında göremeyeceği bir hayat vermiş onlara. 200 milyon vatandaşına bedava konut vermiş. İyi, kötü. Çoğunlukla da iyi. Böyle bir ortamda “konutlar tektipti” demek bence terbiyesizliktir. “Şu, şu sorunlar vardı” diye bir şeyler aramak, bulunca da bokta boncuk bulunmuş gibi sevinmek de terbiyesizliktir. Başardıklarına bak. Onların peşine düş, çünkü asıl boncuk onlar. Ve varlar. Epeyce varlar.
Bir de şu var: Madem konutlar tektipti. 1991’de o konutları, o üretim araçlarını insanlıktan çıkarcasına yağmalamayacaklardı o zaman. Daha iyisi için kurşun atacaklardı veya.
Başıma bir şey gelmeyecekse ve herhangi bir anlama gelmeyecekse bir makale önermek isterim. Dünyanın en uzun süreli Marksist yayın organı unvanına sahip “Gelenek” dergisinin son sayısında, Damla Baytekin’in Sovyet şehirlerini incelediği bir makale var. Onu tavsiye ederim. Orada Sovyetler Birliği’nde ne yapılmışsa eşitliğe giden yolu inşa etmek üzere ideolojik saiklerle yapıldığını görüyoruz. Şehir inşa etmek de böyle bir şey. Sovyetler Birliği’nin herkese bahçeli ev inşa edecek kadar vakti yoktu. Olsa yapardı ama emin olalım. Herkese ev verdi ya ona bakalım.
Bana diyorlar ki “Facebook’ta adın neden Sscb?” Çünkü ona hayranım. O mücadeleye, o eşitlik kurma niyetine, o yapılanlara hayranım. SSCB’de nüfusu bir milyonu geçen her şehre metro inşa edilmesi zorunluydu. Açıkça söylüyorum: Bu yalan olsa bile, bir devleti böyle yalan söylemeye iten siyasi motivasyonun askeriyim ben. TC öldü ama SSCB ölmedi. Onu mutlaka yeniden kuracağız.