Rosa: Hayat acı Maya, kendin için ne yaparsan osun.
Sam Shapiro: Ekmek istiyoruz ama gül de istiyoruz. Bütün güzellikleri, hayatta güzel olan her şeyi istiyoruz. Şu pankartı görüyor musunuz? O pankart 1912’den kalma. Lowrance Massachusetts’te çoğu kadın 10.000 göçmen işçi düşük ücretlere karşı savaşmak zorunda kalmışlardı. Uzun ve şiddet dolu bir çekişmeydi. Ama ne oldu biliyor musunuz? Kazandılar. Kazandılar. Tamam mı? Kimse size boş yere gül vermez. Hiç kimse. Ne zaman mı gül verirler? Yalvarmaktan vazgeçtiğinizde ve organize olduğunuz zaman.
Sosyalist yönetmen Ken Loach’un Britanya dışında çektiği nadir filmlerden biri “Bread and Roses”. Neresidir orası? Amerika Birleşik Devletleri. Gelmiş geçmiş en büyük kan ve sömürü imparatorluğu. Sürekli emekçilerin ve göçmenlerin sorunlarına odaklanan Ken Loach, Amerika’da aradığını fazlasıyla buluyor.
Film Meksika’da başlıyor. İllegal yollardan Amerika’ya girmek isteyen Maya filmin kahramanı. Çeteye parayı eksik verdiği için başı belaya giriyor ama zekice bir kıvraklıkla ülkeye girmeyi başarıyor.
Ablası Rosa’nın yanında kalmaktadır. İllegal yaşayan bir göçmen emekçi için işler zordur. Hele ki bir de kadınsa iki katı zordur. Türlü türlü haksızlıklara uğrayarak nihayet bir gökdelende temizlik görevlisi olarak işe başlar.
Bu arada sendika görevlisi Sam ile tanışınca hayatı değişir Maya’nın. Ve ezelden beridir var olan “sınıflar mücadelesi” Maya’nın hayatında da kendisini yakıcı bir şekilde hissettirmeye başlar.
Ataması yapılmayan bir öğretmen olan kuzenim “Türkiye çok adaletsiz bir ülke” diye cümle kurdu geçenlerde. İşte böyle. Emekçi karakterli herkes bir şekilde er ya da geç sınıflı toplum yapısının ortaya çıkardığı berbat yaşam koşullarını yakıcı bir şekilde hissetmeye başlıyor.
Dediğimiz gibi Maya’da olan da bu. Sam sayesinde hakları için mücadeleye başlıyor işçiler. Her mücadele gibi zor, geri çekilişleri ileriye atılışları olan, çetrefilli bir süreç bu.
Bu filmin başarılı bir şekilde altını çizdiği bir nokta da emekçiler arasındaki birliğin sorunlu bir başlık olduğudur. Türlü türlü çıkarlarla sisteme bağlana emekçiler arasında hele de sınıf bilinci yoksa (ki çoğu zaman yoktur) birliği sağlamak zor bir şeydir. Bir de sisteme bağlanmak zorunda bırakılan emekçilerin varlığı da birliği zora sokar. Bu da çoğu zaman böyledir. Hele hele AKP’nin vahşi rejiminde bu iki kere böyledir. Fakat adı üstünde mücadele. Ve kazanılmayı bekliyor.
Bir diğer mesele de Perez karakterinde görüldüğü gibi kraldan çok kralcı olan aristokrat işçilerin varlığı. Bunlar türlü türlü işletmelerde diğer işçilerden ve işin yerine getirilmesinden sorumlu olan kişilerdir. Bunlar da son tahlilde maaşla çalışan emekçi karakterli bireyler olmasına rağmen sermaye sahibinin zulmünü diğer emekçilere yansıtma konusunda çok hevesli olabilirler. Bilinç eksikse her şey eksiktir. Bilinciniz tam olmazsa ne “ahlaklı” ne “namuslu” ne de dürüst olabilirsiniz. Bu kişiler de bir mücadele başlığı olabilirler ama sorunun bir numaralı kaynağı değildirler. O kaynağın harekete geçirdiği piyonlardır onlar. Onları en fazla dövebilirsiniz ama sadece bunu yaparak sorunu asla çözemezsiniz.
Uzun bir yazı oldu. Son olarak şunu eklemek isterim: Birçok siyasi parti, sendika, dernek, demokratik kitle örgütü film gösterimleri yapar. Film gösterimi yapmak riskli bir iştir. Çünkü izleyiciler sıkılabilirler ve bu durum o kişilerle ileride sağlıklı bir ilişki kurmayı riske atar. Bize göre halka gösterilecek bir film, öncelikle kısa olmalıdır. İki saati geçmemeli, mümkünse 90 dakika olmalıdır. Deneysel olmamalıdır. “Sanat filmi” kategorisine girenler asla bu gösterimlerde kullanılmamalıdır. Hikâyesi ve kahramanları net olmalıdır. Film ilk dakikadan itibaren seyirciyi yakalayacak bir açıklığa ve kıvraklığa sahip olmalıdır. Toplumsal mücadelede sıkça görülen eylem sahneleri, itiş kakış sahneleri olursa iyi olur. Film asla umutsuzluk aşılamamalıdır. Sınıf kinini bilemeli, sınıf bilinci aşılamalıdır.
Bütün bu özellikler “Bread and Roses”ta mevcuttur.