
“Çok şey biliyordum. Bunları güzel bir üslupla yazmak istedim.” Vedat Türkali
Fetiş yazarım olarak gördüğüm Vedat Türkali’nin “Güven” adlı romanını nihayet okudum. Aslında birinci cildini okudum, ikinci cildine yeni başladım. Yine de bu yazıyı yazmak istedim…
İkinci cildi de tıpkı birinci cildi gibi belli bir dönemde yaşanılanları ele alıyordur.
Bu romanı okumak yıllardır aklımdaydı ama 1300 sayfa oluşuydu beni engelleyen. Sayfa sayısının çokluğu kadar kitapta kullanılan puntonun küçüklüğü de göz önünde bulundurulmalı. Türk edebiyatının en kalın kitabı olduğu kesin gibi bir şey. Dünya edebiyatında da iyi bir yerlerdedir diye tahmin ediyorum.
Yazarın hemen hemen bütün romanlarını okudum. Müthiş bir kurmaca yaratma becerisine sahip. Dili çok kıvrak kullanıyor. Ele aldığı konuları çok çarpıcı bir şekilde işliyor. Ve de en önemlisi, insanı yüceltme gibi bir derdi yok. Komünist ideallere bağlı bir insan olarak öldüğünü bilsek de (buraya geleceğiz) insanoğlundaki defoları çok iyi analiz etmiş ve eserlerinde bunların üstüne korkusuzca gidiyor. Her zaman söylemişimdir: Ayakkabının içine kaçmış taş gibi romanları severim en çok! Bir roman okumak için günlerimi vereceksem, o kitabın beni sarsmasını beklerim. Sarsacak pek kitap kalmadı ya, o kitaptan en azından bana masal anlatmamasını beklerim. Yazar insanoğluna ve hayata, yaşamaya sahip olmadığı özellikler yüklememeli! Türkali bunu yapıyor. Çok iyi yapıyor hem de! O yüzden fetiş yazar(lar)ım(dan)!
OPUS MAGNUM
Yazarın ilk olarak “Bir Gün Tek Başına” romanıyla tanışmıştım. Hem de o dönemler iyi bir roman okuru değildim. Çok etkilenmiştim. Okuyanlar bilir: Türkçede yazılmış en iyi romanlardan biridir. Peki, bu kitap yazarın “opus magnum”u mudur? Opus magnum yani Latince “en önemli eseri” demektir. “Güven”i okumadan önce, ben öyle düşünüyordum. Ama elbette “Güven”i de okumak gerekir diye düşünüyordum. Çünkü bu kitap yazarın hayatını adadığı projeydi. Çok büyük bir projeydi. O şeyin, yani opus magnum’un “Güven” olduğunu sanıyordum.
“Güven”e başlayınca çok sarsıcı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu anladım. Bir sanatçının iki tane opus magnum’u olup olamayacağını düşünmeye başladım. Bu fikre kapılmak üzereydim. Roman ilerledikçe “Güven”in çok güçlü bir roman olduğu fikrinden uzaklaşmayarak, “Bir Gün Tek Başına”dan daha iyi bir roman olmadığına karar verdim.
YAPMIŞ OLMAK İÇİN BİR ŞEY YAPMAK
Bu tür şeylerden genelde hayır gelmez. Ya herru ya merru diye girişilen işlerde genelde merru gelir! Vedat Türkali’nin “Güven”i yazması ya herru ya merru şiarıyla girişilen bir iş değildi elbette ama bu romanı yazması diğer romanlarını yazma motivasyonlarından farklıydı. Bir tarihi kayıt altına almak için yazmış bu romanı. Çok iyi bildiği ve en başlarından beri içinde olduğu TKP tarihini kayıt altına almak istemiş. Bunu da belirtiyor zaten. Bu motivasyon “Güven”i benim nazarımda farklı bir yere oturtuyor. Onun bir kurmaca olarak değerini düşürmüyor elbette de, nasıl anlatsam! Bir sanat eseri tüketmekten daha çok kendimi bir belgesel izliyor gibi hissettim. İlgiyle de izledim. Vedat Türkali’ye “Güven”i yazdığı için kızmayalım! Hakkıydı ve yazdı! Biz de okuruz elbette ama işte roman, sanat, kurmaca daha başka bir şey. Bunları, şu anda bir roman yazan ve yazma motivasyonunun “bir bölümünü” “yapmış olmak için yapmak” şiarı teşkil eden bir insan olarak yazıyorum… Bana da kızmayın! Beni de okuyun!
KOMÜNİST
Aslında Vedat Türkali’nin “Komünist” adında bir anı kitabı var. Orada açıkça yaşadıklarını anlatıyor. Kızacağı kişilere kızıyor, onore edeceği kişileri onore ediyor. Bu kitap yetmez miydi? Kendisine yetmeyeceği açıkça görülüyor, o zaman dediğim gibi koskoca Vedat Türkali’ye 1300 sayfalık belgesel çektiği için kızmayalım. “Bir Gün Tek Başına” gibi insanın en insan yanına dokunan bir eser yazdığı için kendisine minnettarız. “Mavi Karanlık” ve “Tek Kişilik Ölüm” de cabası. İyi ki varsın Vedat Türkali!
DEVRİMCİ ÜTOPYA
Bu konuda çok yazdım. İşçi sınıfının devrimci bir müdahaleyle yeryüzündeki adaletsizlikleri ortadan kaldırarak çocuklara “güzel günler” göstereceğine inanmak ve bunun için işe girişmek insanoğlunun nice hülyalarından birisidir diye düşünüyorum. İnsanlar bu işlere genelde 15, 20 yaşlarında başlarlar. Ben de başlamıştım bu işe. 15 yaşlarında düşük yoğunluklu bir şekilde ve kısa süreliğine yaptım bu işleri. Orada kalmalıydım ama 30 gibi geç bir yaşta plansız bir şekilde, birden ve yoğun bir şekilde tekrar başladım. Kişisel dünyamdaki bazı arızalardan kaynaklandı bu geri dönüş esasında. Tesadüfiydi. Kandırmacası bol bir şeydi. Bir şeylere inandığımdan veya bir şeyleri dert ettiğimden değildi. Ahmaklıktandı, kabul ediyorum. Kitapta tarihi yazılan TKP’nin adını günümüzde taşıyan topluluk içerisinde üç, dört yıl bir şeyler yaptım. Ne alakaysa! Ara ara coşkun duygular yaşadım ama pişmanım.
TKP
Kitaptaki TKP’lilerde de günümüzdeki TKP’lilerde de örgüt fetişizmi vardır. Burunları büyüktür bunların. Kendilerini dünyanın en akıllı insanları zannederler. “Örgütlü” oldukları için kendilerini diğer insanlardan üstün hissederler. Oysaki bence ikisi de birer örgüt değildir. Örgüt veya hareketten ziyade enteresan insanların bir araya gelip varoluşsal kaygıları doğrultusunda bir şeyler yaptıkları birer “topluluktur” o iki TKP de. Onlar için “öyle bir insan olmak” hoştur. Yani yüce bir amaç uğruna mücadele eden ve diğer faydasız insanlardan farklı bir tipoloji olmak… Büyüleyici, “bir topluluğun parçası olmak” da es geçilmemeli.
Kitapta anlatılan topluluk toplam 100, 150 kişilik bir topluluk. Hepsi kafadan kontak olan birtakım mürekkep yalamış insanlar bunlar. Az sayıda da maceraperest işçi var içlerinde. Bu işler böyledir. İnsanların normal tipler ve enteresan tipler olarak ikiye ayrıldıklarını yazdım çok yerde. Bir avuç insandan oluşan gizli bir topluluğa üye olanların enteresan tip olmamaları mümkün değildir.
Kitapta bunları görüyor muyuz? Vedat Türkali’nin bu konuda tam olarak benim gibi düşündüğünü zannetmiyorum. O yüzden kitapta bunlar yok ama ben görüyorum bunları… Hayatındaki erkeğe yaranmak için onun siyasetine angaje olan, hatta onun tuttuğu takımı tutup futbolla ilgileniyormuş gibi görünen, rakıdan tiksinmesine rağmen rakıyı seviyormuş gibi görünen, onun dini hassasiyetlerine dâhil olan nice kadın tanıdım ben. Necla onlardan biri değil mi? Necla’nın aklında sefalet içinde yaşamaya çalışan emekçi katmanları ayağa kaldırıp devrimci bir yumrukla burjuvaziyi ezmek mi var gerçekten? Yoksa Turgut’la yaşadığı aşktan dolayı varoluşsal problemlerini unutmuş olması mı onu o hayata itiyor. Evet, aşkın gözü kördür. O insan mal değilse, “bir süreliğine” kördür diye düzeltelim. Aşk da Necla’nın gözünü kör ediyor. Turgut karşısına çıkmasa, ömrü boyunca “konspirasyonla” işi olmayacak… Turgut da mı aşık? Hayır aşık değil, o bir erkek. Genç bir erkek. Genç bir erkek olarak ona adrenalin veren şeyin peşinde gidiyor. Bilgisi, görgüsü kıt. Onun işte tam olarak “öyle bir insan olmak” hoşuna gidiyor. Bir dolu defosu var. Büyük siyasal dönüşümlere imza atan insanların defoları yok mu? Olmayanı yok. Ama devrimci ütopyaya bunları söyleseniz sizi döver.
Vedat Türkali 40’lı, 50’li yıllarda “konspirasyon” içerisinde yaşadıklarını unutamamış belli ki! Yaşadıkları ona şu hayatta en çok yoğun duygular hissettiren şeyler olmalı. Fakat akıllı ve çok düşünen bir insan olduğu için bu işteki yanlışlıkları, çıkmazları kavramış. Çok da şey biliyormuş, çok şey duymuş, çok şeye tanık olmuş. “Epik roman yazayım bari!” demiş.
Çok şey bilip, çok şey anlatmak istemek romanın edebi tadını bence kötü etkilemiş.
İkinci cildi bitirince belki bir şeyler daha yazarım…