Orhan Pamuk’a göre, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” adlı romanı Türk edebiyatının en iyi romanıymış…
Kitaba böyle bir unvan verebilecek kadar yetkin değilim ama onu çok beğendiğimi söyleyebilirim. Çok iyi romanlarda olan şey oldu, yani dışarıdayken aklım ondaydı. Eve gidip bir an önce kitaba gömülmek istiyordum. İki, üç sene önce Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” adlı romanını okurken bu duyguyu yaşamıştım…
Kısa bir zaman sonra aynı yazarın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanını da okuyacağım. Yıllardır çok tavsiye aldım bu romanla ilgili ve heyecanla kitaba başlayacağım o anı bekliyorum.
Kitabı incelemeye başlayalım…
Önce kitabı üslup açısından ele almak istiyorum. Yani, nasıl desem… Çok iyi! Tanpınar dile oldukça hakim ve dili akıcı bir şekilde kullanma becerisi üst düzeyde. Şiire önem verdiği ve de aynı zamanda iyi bir şair olduğu için şiirsel bir dil kullanmış. Bazı paragrafları, paragraf olmaktan çıkarıp, cümlelerini alt alta yazarsanız bir şiir elde etmiş olursunuz. Şiir sevenlere, bu anlamda duyurulur… Kitapta müzik de adeta bir karakter gibi işlev gördüğü için, ritmik ve melodik bir dili var da denebilir. Özellikle karşılıklı konuşmalarda sanki bir ritm var ve kitabın o andaki ruhsal durumuna göre bir şarkı sözü başlaması metni melodik bir metin kılıyor.
Sanatçıların doğuştan sahip olduğu bazı yetenekleri vardır. Bunlar, daha birikimli ve tecrübeli oldukları oranda bir nebze geliştirilebilirler ama yoktan var edilemezler. Çok büyük oranda da geliştirilemezler. Bir romancının dil kullanma yeteneği öncelikle “olmak” zorundadır. Bu yetenek Ahmet Hamdi Tanpınar’da oldukça gelişkin bir şekilde vardır diyebiliriz rahatlıkla.
Kitabın iç çözümlemeleri çok başarılı. Bence bu roman siyasal ve tarihi bir belge olmaktan önce, bir psikolojik eserdir. Freudyen analizlere olanak sağlayan, varoluş sorunsalını da ele alan bir romandır. Toplumsal bir varlık olarak insan olmanın yükü, yaşamı anlamlandırmak gibi müthiş zorlu bir iş romanın ilgi alanlarından.
Peki, bu roma neyi anlatıyor?
1949 yılında yazılan bu roman 1938-39 yıllarında geçiyor. Edebiyat fakültesinde asistan olan Mümtaz ve kendisinden iki yaş büyük çocuklu dul kadın Nuran’ın aşkı, romanın başlıca ilgi alanı. Mümtaz’ın amcasının oğlu İhsan ve ilerleyen bölümlerde ortaya çıkan Nuran’ın fakülteden arkadaşı Suat romanın diğer önemli karakterleri.
Romanın merkezinde Mümtaz var gibi görünüyor ama aslında roman bu dört karaktere de eğiliyor ve bana göre İhsan’la Mümtaz’ı eşitliyor. Yani aslında ikisi aynı karakter gibi. İhsan’ın romanda Mümtaz’dan daha çok tiradı var ve bizler bunları rahatlıkla Mümtaz’a atfedebiliriz.
Konu kısaca bu ama bu özet çok eksik kalacaktır.
Kitabın toplumsal planda nereye oturduğunu ele alalım:
Daha önce hakkında yazılar yazdığım “Kiralık Konak” ve “Yaban”la bir tematik ortaklığı var romanın. Sık sık yazılarımda bahsettiğim, 200 yıldır devam eden ve Türkiye siyasetin en önemli gündem maddesi olan Batılılaşma/Yaşam Tarzı krizinin çıktısıdır bu roman da… Yıllar geçmiştir, bu sürede önemli, çok önemli dönüşümler yaşanmıştır ve “aydınımız” yine bu krizin merkezinde yani İstanbul’da düşünceden düşünceye savrulmaktadır. Bu sefer onu kendi iç dünyasına daha çok dalarken görüyoruz yalnız. Hakkı Celis ve Ahmet Cemal kadar kendinden ve yapmak istediklerinden emin olmayan bu “aydın” doğuyu ve batıyı ne yapacağını bilemez bir halde, TR halkından daha çok bir bütün olarak insanı sorguluyor ve materyalizm ve nihilizm gibi seleflerinin pek bulaşmadığı limanlarda seyrediyor…
Batıdan kopmak, eski sembollere geri dönmek gibi bir düşüncesi hiç yok ama doğu düşünce yapısında da bir güncellemenin, bir dönüşümün elzem olduğunu düşünüyor. Bunun nasıl yapılacağını tam olarak bilemiyor ama… Bunun çok heveslisi de değil yani hayatının merkezinde bu yok… O yıllardaki şok dalgasının behemehâl destekçisi değil yalnız… Devrim fikrine karşı oldukça mesafeli. Bu yüzdendir ki Tanpınar muhafazakâr bir yayınevi olan Dergah Yayınevi’nin ilgisini çekmiş.
Bu insanlar Tanpınar’a pragmatist yaklaşıyorlar. O dönemdeki devrim dalgasının ideolojik bir neferi olmadığı için (Yakup Kadri’nin tersi yani), uygulamalara karşı mesafeli olduğu için kendisini parlatıyorlar. Oysa romanı okuyunca görüyoruz ki sağcı/muhafazakâr/dinci ideolojinin tüylerini diken diken edebilecek bir yaşam tarzı mevcut Tanpınar evreninde. O sadece “Bir şeyler olmalı ama nasıl olmalı?” diye düşünüyor. Sağcılar ise onun yaklaşımını “Bunlar olmamalı!” diye tercüme edip TR’nin düşünsel atmosferine virüs niyetiyle salıyorlar. Evet, bir virüstür ama işte bu tavır bal gibi bir şark kurnazlığıdır…
Romanın adı “Huzur” ama bu ironik bir başlık. İngilizce “restlessness” veya “unrest” diye bir kelime vardır. Romanda huzur değil işte bu “unrest” vardır. Batılılaşma slash yaşam tarzı krizinin ortaya çıkardığı “huzursuzluklar”, hoşnutsuzluklar ve belirsizlikler romanda karşımıza çıkıyor. 30’lu yıllar herhalde bu krizin zirve anı olsa gerek. En önemli adımlar o dönemde atıldı. “Kiralık Konak” zaten İstanbul’da geçiyordu, “Yaban” Anadolu’da geçiyordu ama kahramanı İstanbul’da var olan, orada siyaset yapan biriydi. “Huzur” da İstanbul’da geçiyor ve 10 yıllık kısa bir sürede buradaki toplumsal yaşam çok hızlı ve çok büyük ölçekte, şok dalgası şeklinde değişti. 1934 yılında, sekiz ay da olsa radyolarda klasik Türk musikisi yasaklandı örneğin… İstanbul’daki o 100 bin kişi diyelim, bu dönemde şok üstüne şok yaşadı. Kimisi hırpalandı, kimisi heyecanlandı. İşte ortaya çıkan fotoğrafı “Huzur” romanında görebiliyoruz.
Karakterleri incelersek de romanın insan ruhunda ne tip keşiflere çıktığını görebiliriz…
Öncelikle Mümtaz’la başlayalım: Kısa özette de değindim, Mümtaz’ı ele alırken onun İhsan’la geliştirdiği ruh ortaklığının, ruh ikizliğinin altını çizmeliyiz. İhsan’dan sık sık duyduğumuz tiradların altına imza olarak Mümtaz’ın adını da yazabiliriz. Yani Mümtaz bu düşüncelere itiraz etmezdi ama bunları İhsan kadar hararetli bir şekilde savunmazdı da…
Mümtaz’da kendisinden önceki “aydınlardan” (neden aydın kelimesini zırt pırt tırnak içerisine alıyorum çünkü bunların tam anlamıyla aydın olduklarını düşünmüyorum) biraz farklı olan özellikleri var. Kendisini basbayağı materyalist bir insan olarak görüyoruz. Açıkça tanrı mefhumuyla hesaplaştığını öğrenemiyoruz (bunu mahallenin delisi Suat’tan öğreniyoruz) ancak bazı pasajlarda tanrı mefhumuyla ve idealizmle sorunlu olduğunu anlıyoruz. Aferin! Yer yer nihilizme vardığını da görüyoruz Mümtaz’ın. Dünya savaşlarından sonra nihilizmde yükselişler görülür. TR’de pek izlerini görmeyiz ama 1929 Buhranı’nın da nihilizmin yükselişinde etkisi vardır. Bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek veya bir şeyleri tüm boyutlarıyla ortaya koymak konusunda çok da istekli, hevesli ve kararlı görmüyoruz Mümtaz’ı. Net değil. Her konuda çelişik bir yapısı var. Özellikle aşk konusunda…
AŞK
“Huzur” bir aşk romanı mıdır? Uzunca süredir bilgisayarımın başında bu soruya bakıyorum demek ki net bir şekilde cevap veremiyorum ben. Evet, romanın en önemli iki karakteri bir ilişki yaşıyor ve biz neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini okuyoruz ama Mümtaz’la Nuran’ın ön kabullerden azade yakınlaşması pek bir yere yerleştirmeye müsait değil. En baştan beri bu yaşadıklarının tarif etmesi güç bir şey olduğunun farkındayız. Sebebi de Mümtaz’ın ruhsal dünyasında yer alan, temeli ve doğrultusu sağlam olmayan unsurlar. Bu anormal ruhsal yapı çok yanlış bir şey yapıyor: Bir bireyi hayatın merkezine koyuyor. Veya öyle görünüyor, belki de aslında o kadar bağlı değil ona. Bir yerde, Nuran’daki güzelliğin kendisindeki ölüm takıntısı yenen bir şey olduğundan, yani onu yaşamın zaferi olarak gördüğünden bahsediyor. Yani, Nuran da o da birbirlerine dönemsel ve işlevsel yaklaşıyorlar. İngilizcede “rebound girl/boy” diye bir kavram pardon mefhum vardır. Yani, yıpratıcı bir ilişkiden çıkan kişinin biraz kendisine gelebilmek için çok da üzerinde düşünmeden birisiyle bir ilişkiye girmesi kastedilir. Re- ön eki tekrar anlamına geliyor ben de o eki atıyorum ve Mümtaz için Nuran bir “bound girl” pozisyonundadır diyorum çünkü hayatında daha önce yaşamla bu kadar sıkı bağlar kurmasını sağlayacak bir unsur olmamıştır. Kendisini bu kadar yaşıyor hissetmemiştir hiçbir zaman. Bu anlamda biraz bencilce bir şey oluyor Mümtaz’ınki ve de böyle bir aydından ülkeyi kurtarmasını bekleyemeyiz. Çok bilgili ve görgülü olduğu için toplumun ortalamasından oldukça ileride ama herhangi bir konuda harekete geçmek için motivasyon sahibi değil.
Ama aşk aşktır. Cinsel dürtüler herkeste (aseksüel olmayan herkeste) vardır. Nuran’da olanlar nedir? Hiçbir şeye tam olarak kendisini kaptıramadığı bilgisi verilen Nuran, Mümtaz’da ne bulmuştur? En başta onu beğenmiştir. İlgisini çekmiştir. Fakat başka insanların etkisi altında kalmaya çok meyilli olan Nuran karakteri güçlü bir kadın değildir. Bir kadınla bir erkeğin yaşayabileceği en büyük gerilimlerden “biri” evlenme/evlenmeme gerilimidir. Bu gerilimi hiç hissetmeden ilişki yaşamaya devam eden çift var mıdır? Çok azdır. Maddi durumları iyi olmalıdır, çok düşünen iki insan olmalıdırlar, mutlaka çevrelerince ayrıksı/bulaşılmaması gereken kişiler olmalıdırlar. Bir çift evlenmemeyi başarabilir ama bu gerilimi yaşamamaları çok zordur. Nuran’la Mümtaz’ın yaşadığı evlenme/evlenmeme gerilimi ilişkilerini çok etkiliyor. Mümtaz en baştan beri bunu bir garantör olarak görüyor. Ne için? Nuran’ı çok sevdiği için mi? Hayır, bu ilişki kendisine hayatı boyunca sahip olmadığı iç barışı sağladığı için… Nuran da en sonunda evlenme kararını alıyor. Mümtaz’ı çok sevdiğinden dolayı onu kaybetme riskini minimuma getirmek için alınmamıştır bu karar. Üzerine gelen herkesi susturmak içindir bu hamle. Aslında Mümtaz’la beraberken kendisi gibi olamamasına, onun kendisini dizayn etme çabalarına karşı hiç de iyi duygular beslememektedir. İlişkisizlik bir yüktür, buhran sebebidir (aseksüel değilse) ama ilişki içinde olmak da faturaya eklemeler yapar.
Romanda çok vurgulanmıyor da boşanmış ve çocuklu bir kadın olmanın zorluklarından bahsetmemiz gerekecektir. Böyle bir kadının ilişki yaşaması ne kadar mümkündür? Bu yazıyı okuyanlar arasında böyle olanlar varsa onları üzmek niyetinde olmadığımı söylemek isterim ama böyle bir kadının yaşamı çok zor olmalıdır. Hele ki ekonomik olarak iyi durumda değilse… Toplumun (erkeklerin) böyle kadınlara bakış açısı malum (kolay lokma)… Kadının ailesinin bakış açısı da malum (bir an önce kurtulmak gereken yani evlendirilmesi gereken bir yük, mümkünse eski kocasıyla)… Her şeyden önce çocuğun duyguları, düşünceleri, beklentileri çok büyük önem arz etmektedir. Yine her zamanki gibi ihale kadına kalıyor. Aynı durumdaki bir erkeğin her şeye baştan başlaması çok kolay olabilecekken kadının artık ölene kadar sırtında taşıyacağı yükleri vardır.
HODBİN SUAT
Kitabın sonlarına doğru Suat adlı bir karakter ortaya çıkıyor. Tam bir provokatör! Bir sanat eserinde, bir karakter aracılığıyla, gerilim unsurunun bu kadar ani, yoğun ve başarılı bir şekilde kullanılması örneği azdır. Bu bölüm SPOILER içerir!!! Dostoyevksi’yi çok sevdiğini deklare eden Mümtaz’da bir Dostoyevski karakteri özelliklerini çok fazla görmeyiz. Bu görev Suat’a verilmiş olmalı zira romanda insanın karanlık tarafını temsil eden karakter Suat’tır. Dostoyevski’ye göre o kötücüldür, bir şeyi elde etmek için her şeyi yapabilir. “The Silence of the Lambs”de bir cümle vardır: “He covets.” “Covet” yani imrenerek bakmak. İnsanın karanlık tarafında bu vardır. Benzerinin sahip olduğu şeye imrenerek bakar. Bir hodbin tahribat yaratmak için harekete geçer. Ondan her türlü fenalık beklenmelidir zaten sık sık yapar da bu fenalıkları. Nuran’a aşk mektubu yazmadan bir ay öncesine kadar onu düşünmediğini öğrendiğimiz Suat, Mümtaz’la olan ilişkisini öğrenince, tahribat yaratmak için kollarını sıvıyor. Amacı sadece tahribat yaratmaktır. İnsanları sarsmadan, onları yıkmadan onlarla diyaloga geçemeyen biridir Suat. Çünkü hodbin olmak bunu gerektirir! Fakat bunu inanılmaz bir şekilde yapıyor. Yani olduğunuz yere çivileniyorsunuz. Kendisini tatmin edecek kadar büyük bir tahribat yapamayan Suat, kendisinin Mümtaz’ın evinde asarak tahribatın en büyüğünü yapıyor. Bir insanın diğer insanlara karşı bu kadar büyük fenalıklar tasavvur etmesi ancak Dostoyevski’de görülebilecek şeylerdir. Yetmiyor öldükten sonra da ikilinin peşini bırakmıyor. Bir kurgusal eserde bu kadar büyük bir provokasyon görmemiştim. Suat hamlesi çok yaratıcı bir hamle olmuş Tanpınar adına. Yüzlerce sayfa boyunca işlediği felsefik ve psikanalitik alt metinleri Suat sayesinde geçerli kılmış oluyor. Tek kelimeyle bravo! Bu romanın evrenine adım atıp da Suat karakterini ömrü boyunca unutmayacak insan sayısı azdır diye düşünüyorum…
Romanda iki karakter olarak İstanbul ve musikiden de bahsetmeliyiz. Gerçekten de bu ikisi adeta bir karakter gibi işlev görüyorlar. Sık sık sahneye çıkıp seyircilere rol kesiyorlar. Bu ikisini romanda psikolojik yansımalardan ziyade, daha çok, toplumsal fon olarak görüyoruz. Batılılaşma slash yaşam tarzı krizinin en önemli hareket alanlarındandır bu ikisi. Özellikle de İstanbul… Herkesin ve her şeyin sembolü, yansıması vardır orada. Musiki tarih oldu da, İstanbul’daki melezlik hala da devam etmiyor mu? Tayyip Erdoğan “600 senedir bizim olan şehirde bize yabancı muamelesi yapanlar var.” derken haklı değil midir? Kimindir İstanbul? Kim onu diğerine bırakmak ister? İdeolojik mücadelelerin dışında da İstanbul’un bir doğal yapısı, dönüşümü vardır. Bir karakter olarak İstanbul, Mümtaz ve Nuran’a bu açıdan da ayna tutar. Çiftimiz ve İstanbul arasındaki etkileşim Tanpınar tarafından oldukça estetik bir şekilde aktarılır. Ağızda uzun süre güzel bir tat bırakan bir yiyecek gibidir bu bölümler…
Çok iyi bir roman…
Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.