Bundan beş, altı sene önce futbol blogları fenomeni ortaya çıkmıştı. Genç, yaratıcı insanlar, futbol üzerine ana akım spor basınının aksine parlak yazılar yazmaya başladılar. Bize göre bunların en çalışkan ve yaratıcı olanlarından biriyle yani Fırat Topal ile bir söyleşi yaptık. Kendisine tekrar teşekkür ediyoruz. Buyurun:
(Klasik) kısaca kendinizden ve futbolun sizin için ne anlama geldiğinden bahseder misiniz?
1981 İstanbul doğumluyum. Üniversite öncesi eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldum. Askerliği izleyen sıkıcı ve kısa bir bankacılık hayatından sonra (zira uzunu mental ve fiziksel sağlığa zararlı), 2007 yılında Hollanda’ya yerleştim ve halen burada finans alanında uluslararası bir şirkette çalışıyorum. Futbolun benim için anlamı, sosyal bilimlerle, sanat dallarıyla ve toplumun genelini ilgilendiren alanlarla kesiştiğinde daha değerli hale geliyor. Futbol-politika, futbol-ekonomi, futbol-sinema, futbol-din ve buna benzer birçok kesişmeyi örnek verebilirim. Ama bütün bunların ötesinde futbol benim için ömrünüzde duyacağınız en anlamlı hikâyelere tanık olacağınız bir insan aktivitesidir. Buyurun bir tanesini. 1994 Dünya Kupası sonrası finale çıkan İtalya’nın en önemli oyuncularından Dino Baggio, Parma tarafından ciddi şekilde transfer edilmek istenmektedir. Ancak Baggio buna yanaşmaz ve Juve’de kalmak ister. Bunun üzerine Juventus, Baggio yerine genç bir oyuncusunu Parma’ya verme teklifinde bulunur. Parma teklifi kabul eder. 2 takım arasındaki transfer gerçekleşecekken Dino Baggio fikrini değiştirir, Parma’nın teklifini kabul eder ve 7 sene burada futbol oynar. Juventus’un Parma’ya vermeye hazırlandığı genç oyuncu ise takımda kalır. O gencin adı Alessandro del Piero’dur.
En beğenilen futbol bloglarından birinin yazarısınız. Blog yazma fikrinin nasıl şekillendiğinden bahseder misiniz?
Şu anda da yazdığım haftalık web dergisi Hayatım Futbol’un, 2000’lerin ortalarındaki döneminden tanıdığım bir arkadaşımın beni bir blog açmaya çok basitçe motive etmesiyle oldu. Öylesine başladım ve ilk hafta sonrası bir tür günlüğe dönüştü. Sonra da baktım ki insanlara fikir aktarmanın yanında bu aktivite sizin hem araştırmalar sonunda bilginizi artırıyor hem de eleştirileri göğüsleyebilme alışkanlığınızı geliştiriyor. Bir de tabii 3-4 sene önce bloglar ülke basınının nereden baksanız elinizde kalacak futbol gazeteciliğine çok iyi bir alternatif oluşturuyorlardı. Blog tutmak ve geniş kitlelere ulaşmak bana göre insanın karakterine olumlu etkiler yapar bir hadise. Tabii mütevaziliği ve farklı düşüncelere saygıyı her zaman korumak gerekiyor.
Malum Türkiye’deki spor basını, gazeteciliğin en kirli, en pespaye yapıldığı alanlardan biri. Bu anlamda, blog yazarlığını bütün içerisinde nereye oturtuyorsunuz?
Zaten yukarıda girişini yapmışım. Kabul edelim bloglar ve genel anlamda internet ortamı, yazılı basına göre çok daha geniş kendinizi ifade etme alanınızın olduğu bir yer. Barcelona’nın Real Madrid’i 5-0 mağlup ettiği günün ertesinde bir gazeteye maç yazısı göndermiştim ve benden istenen yazının karakter sınırı sadece 2 bin idi. Bloglar bu yüzden futbolu ve olan biteni istediğiniz şekilde anlatabileceğiniz bir yer. Tabii sırf “duayen” sıfatı aldıkları için yıllardır basında kendisini hiç geliştirmeden yer tutan birçok şahsı bilgi ve yorum kabiliyeti ile bastıracak, daha güvenilir ve daha bilgili birçok insan ortaya çıktı. Son 1-2 yıl içinde blog yazarak yola çıkan bazı genç arkadaşlar basında da kadro bulmaya başladılar. Bence çok daha iyi yerlere oturtulmaları gerekiyor ama kafadaki doğruları değiştirmek zor olacak. Yine de teknolojik imkanlar ve ortaya çıkan 25-35 yaş arası yeni dalga futbol yorumcularının 5-10 sene içinde ülke futbolunun yorumlanma tarzını değiştireceğini düşünüyorum, tabii Rasim Ozan Kütahyalı modelleri hep olacaktır. E İtalya’da da, İspanya’da da, İngiltere’de de var öyle numunelikler. Önemli olan sayılarını minimumda tutmak. Bizde maksimumda.
Bazı beğenilen blog yazarları ana akım medyada kendilerine yer buldular ve profesyonelleştiler. Size böyle bir teklif geldi mi?
Hayır, gelmedi. Gelseydi de kabul etmeyi düşünmezdim.
Neden?
Ne şu andaki hayatım buna müsaade eder ne de ben bu işi profesyonel olarak yapma taraftarıyım. Özellikle Türkiye’de. Bu benim bir hobim ve öyle tutmak istiyorum. Ama yukarıda söylediğim gibi bu yola girmiş arkadaşlar için çok mutluyum ve onların adına seviniyorum. Ülke basınında hem bu işten bir maddi gelir elde edip hem de bir grup yöneten sınıfına, kişisel doğrularınızdan taviz vermeden ayakta durmak çok zor. Türkiye’de ayrıca kulüplerin mensupları, basına işlerini öğretmeye çok istekliler ve bu bazen kişisel saldırılara kadar varabiliyor. Bu işi çizgiyi koruyarak yapmak çok zor. Ayrıca şartlar ve rüzgârın yönü çok çabuk değişebiliyor. Bu ülkenin çok önemli futbol yorumcuları ancak ülke futbolunun büyük kulüplerinin ağırlıkla konuşulduğu programlara teslim olarak kendilerine yer bulabiliyorlar. Bağımsız kalarak, bu işten maddi bir kazanç gütmeden bakabildiğinizde, özgürce istediğinizi de yazabiliyorsunuz. BirGün gazetesinde yazmamın en önemli sebebi budur.
Sosyalist bir yayın çizgisine sahip Birgün gazetesinde yazıyorsunuz. Size göre sosyalist bir yayında spor sayfası nasıl olmalı?
BirGün’ün bende yarattığı izlenim (en azından spor sayfasına emek veren bir kişi olarak), yazarlarına bazı şekil sınırları içinde verdiği düşünce özgürlüğü. Bu açıdan ortamı çok seviyorum. Bir sosyalist yayından çok bağımsız yayın gözüyle bakıyorum desem daha doğru olur. BirGün’ün ülkenin çok ihtiyacı olan sporun diğer dallarına da ilgi gösteren gazete boşluğunu bir nebze doldurması sevindirici ki genel siyası anlayışı ile de kesişiyor bu yayıncılık politikası. Malum eski Demir Perde ülkeleri tek bir spora eğilmezler ve yetenekleri her alanda kazanmaya çalışırlardı. O dönemde bir dolu olimpiyat efsanesi çıkardılar. Bunda elbette kamuoyu ve basının da önemli rolü vardı. Bu anlamda bence en önemli göstergelerden birisi olimpik sporlara yapılan vurgudur ki BirGün’ün istisnalardan birisi olduğunu düşünüyorum bu konuda.
Endüstriyel futbolla ilgili ne düşünüyorsunuz?
İkilemde olduğumu itiraf edeyim. Manchester United bu işin kitabını yazmış kulüptür ama 39 yaşındaki Ryan Giggs’le hala her sene sözleşme yenileyen ve çocukluğumuzdan kalan belki de son kahramanı hala sahalarda tutan kulübe nasıl öfkelenebilirim ki? Endüstriyel futbol denen futbol ekonomisinin saha içerisinde oynanan oyuna büyük etkiler yapmaya başladığı dönemin bence zararlı hale gelmesi UEFA ve FIFA’nın da bu çarka girmesiyle oldu.3-4 senedir artık görmekten bıktığımız Barcelona-Real Madrid maçlarına sırtlarını dayayıp, bireysel ödüllerin tümünü El Clasico’nun üzerine kurdular. Hala bu işi daha sosyal bir kucaklama anlayışı ve “maç günü” alışkanlıkları ile yürüten, meşhur Rus ve Arap oligarkların asla % 49 hisseden fazlasına sahip olamayacağı kulüplerden oluşan Bundesliga’dan çıkan 2 takımın , UEFA’nın sağmaktan bıkmadığı İspanyollara karşı durması bu yüzden çok değerli. Orada da aslında Münihlilerin dışında herkesin nefret ettiği bir Bayern duruyor ama Bayern’in bu spora bakışı ve kulüp kültürü ile futbol ekonomisindeki yozlaşma arasında önemli farklar var. Ama Abramovich’in Chelsea’yi satın almasıyla çok büyük etki yaptığı bu çark, futbol ekonomisini, oyuncu fiyatlarını gereksiz ölçüde şişirdi. Bu yüzden Napoli, Borussia Dortmund, Real Sociedad gibi örneklere sıkıca sarılmamız gerekiyor.
Teklifimizi kırmadığın için tekrar teşekkürler Fırat. Kolay gelsin..