Bu serinin yedinci yazısında Türkiye sinemasından iki örneği birlikte incelemiştik. “Taçsız Kral” ve “Ya ya ya şa şa şa”nın tek başlarına bir yazıyı dolduracak kadar nitelikli olmadığını düşünmüştük. Şimdi bu niteliğe sahip olduğunu düşündüğümüz bir yerli film olan “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”ı (2000) inceleyeceğiz.
Aslında burada nitelikten kastımız sadece “iyi film” değil. Üzerinde bir yazı boyunca söz söyleme potansiyelini bize veren film için de nitelikli diyoruz. Sadece iyi sanat eserleri değil “kötü” sanat eserleri de ilgi alanımıza giriyor. Hepsi birer ideoloji aracı olan sanat eserlerinin, iyileri kadar kötüleri de bizi ilgilendiriyor. DAKP berbat bir film de değil bu arada. Berbat bir filmden biraz daha iyi bir film.
Türkiye sinemasında “12 Eylül filmi” gibi bir tür vardır. Maalesef bu filmler çokça 12 Eylül’ün insan psikolojisi üzerine bıraktığı tahribatla ilgilenirler. Çünkü düzenin teslim aldığı insan, sadece “gördüğüyle” ilgilenir. Faşist darbenin, ulusal ve uluslar arası kapitalist ilişkiler ağında işgal ettiği yer ve işin NATO ayağı hep es geçilir. Darbeyi kimin kime indirdiği bilim dışı bir yöntemle açıklanır.
DAKP, 1982 yılında Bursa’da geçiyor. Faşizmin en yoğun hissedildiği dönemde geçen filmde, faşizmin kırıntısı yok. Birileri, rakip takım otobüsüne taş atılmasını, faşizm olarak değerlendirirse çok ucuza gitmiş olur. Filmin ancak yarısında sokaklarda gezen askerleri görüyoruz, bir daha da görmüyoruz. Bir de duvarlarda Kenan Evren posterleri görüyoruz. Çünkü amatör Esnafspor’un var olma savaşını işleme iddiasında olan filmin kendisi “esnaflıkta” sınırları zorluyor.
12 Eylül ideolojisinin en pespaye sloganlarından biri “Ne sağcıyım, ne solcu; futbolcuyum, futbolcu!” sloganıdır. Bu slogan, futbolun, diğer başka ideoloji araçlarıyla beraber, gelecekte ne gibi bir işlev göreceğini özetler. Tam da bu ideolojik nedenlerle, Esnafspor ve diğer amatör kulüplere, Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan, profesyonelleşmeyi teşvik edici yazı gelmiştir. Rakip takımın zengin başkanı, karanlık Cem’in bu işe bu kadar hevesli olması, Özal Türkiye’si vampirlerinden biri olmak içindir. “Ben zenginleri severim” diyen Özal, Cem’i ve onun halk düşmanı görevini işaret etmektedir.
DAKP’nin ne yapmaya çalıştığı belli değil. Amatör futbol üzerinde oynanan oyunları eleştirmek istiyor ama bunu derinlikli bir şekilde yapamıyor. Böyle iddialı bir işi yapmaya çalışırken, bir yandan da Suat ve Hacı karakterlerinin bireysel trajedilerini ön plana çıkartıyor. İkisi de imkânsız aşkın peşinde. Yepyeni bir düzen kuruluyor, futbol bu düzenin askeri olarak silah altına alınıyor ama DAKP iki kıytırık aşk hikâyesinin peşine takılıyor. Elbette bir “aşk” filmi olabilir ama DAKP hem bu dönüşümlerden fena halde acı çektiğini beyan ediyor sonra da canını yakanı teşhir etmek yerine “adam gibi adam olmak” gibi soyut şeylere yöneliyor.
80’li yıllar, futbolun, diğer her şey gibi, artık bambaşka bir şey olmaya başladığı yıllardır. DAKP (bir komünist partisi ismi gibi) bu süreci iyi bir yerden yakalıyor. Endüstriyel futbol doğuyor. Doğarken öldürüyor. Film, karanlık Cem ve yandaş Toraman gibi mezar kazıcısı aktörleri buluyor ama gidiyor Hacı ve Suat gibi hiç “olaylara garışmayan” bireylerin girdaplarına seyirciyi sokuyor. Doğal olarak gol kaçıyor!