Serimizde İngiliz sosyalist yönetmen Ken Loach’un “Benim Adım Joe” adlı filmini işlemiştik. Aslında Loach ve futbol filmi deyince akla ilk gelecek film “Looking for Eric/Hayata Çalım At” adlı filmdir. Efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın bir ilham perisi rolünde gözüktüğü film, bir suça bulaşma hikâyesi gibi görünse de alt metinlerde hem endüstriyel futbol hem de sistem eleştirisi barındırmaktadır.
Filmin adından başlamak istiyoruz. İngilizce isminde bir problem yok ama Türkçe isminde Loach’un hayatı algılayış biçimiyle çelişen bir durum söz konusu. Hayata çalım atmak Turgut Özal felsefesine falan benziyor. Neo-liberal, bireyci bir tavır. Ne demek hayata çalım atmak? Loach Türkçe bilseydi kesinlikle buna izin vermezdi. O ve inandığı değerler hayata çalım atmayı değil hayatı işçi sınıfı adına özgürleştirmeyi isterler.
İşçi sınıfı demişken, bütün Loach filmlerindeki gibi bu filmin kahramanı da proleter karakterli. Eric Bishop bir postacı ve Eric Cantona hayranı. Filmin odaklanıyor gibi göründüğü özel hayatı, AKP Türkiye’si gibi. İlk aşkını ve eski eşini eften püften bir sebepten dolayı terk etmiş. Yıllar sonra onu görmek zorunda kalınca cinnet geçiriyor ve sorunlar başlıyor. Bu arada, ayyaş bir anında Eric Cantona kendisiyle konuşmaya ve onu yönlendirmeye başlıyor.
Bishop’un diğer postacı arkadaşlarıyla Manchester United maçlarını izledikleri barda geçen bir sahne filmdeki en net endüstriyel futbol eleştirisinin olduğu sahnedir. Bilindiği üzere, Amerikalı sermayedar Glazer ailesinin Manchester United üzerindeki hegemonyası taraftarlarca protesto edilmiş ve tribünlerde kulübün ilk renkleri olan sarı, yeşil renkte atkılar görülmüştü. Bu tartışma barda da yapılıyor ve Spleen adlı mahallenin delisi muamelesi gören bir karakter endüstriyel futbola cepheden saldırıyor. Stadyumun yanındaki oto parklarda maç günleri ücretlerin ne kadar da arttığını örnek vererek orada bulunan ve futbol afyonuyla uyutulmuş kitleyi sarsıyor. Doğru ya! Hiçbirisi maça gidemiyor.
Filmin kendisini dolaylı bir sistem eleştirisi olarak algılayabiliriz. Eric’le, Cantona arasında geçen bir sahnede, bu sistem eleştirisi daha belirgin. Eric, Cantona’ya futbol hayatının en unutulmaz anını soruyor. Bir sürü muhteşem golü ayrıntılarıyla hatırlatıyor ama Cantona’nın cevabı sürekli hayır oluyor. Cantona’nın en unutulmaz anı, bir takım arkadaşına verdiği bir pasmış. O kadar bireysel övgüye maruz kalmış, o kadar tapınılan bir futbol figürü attığı muhteşem gollerle değil verdiği bir pası en unutamadığı an olarak gösteriyor. “Takım arkadaşlarına güvenmelisin yoksa kaybedersin” diyor. Nalıncı keseri olma diyor. Turgut Özal neo-liberalizminin tiksindiği bir tutum bu.
Film, sonra Eric Bishop’un kişisel mücadelesi olmaya başlıyor. Loach filmlerinin alâmetifarikası olan proleter karakterin başını belaya sokması olayı gerçekleşiyor. Bulaştığı beladan ve özel hayatındaki “istikrarsızlığından” kurtulması gerekiyor. Faiz lobisi iş başında yani. Bishop’un kurtuluşu için, tek başına yaptığı hamleler yetecek mi yoksa dayanışma mı gerekiyor? Filmin yönetmeninin sosyalist olduğunu hatırlatalım. Bir de Troçkist olmasaydı iyiydi…
Ne bu Troçkist düşmanlığı arkadaş ! Yazının içinde eleştirdiğin Özalizmin İngiltere distribütörü olan Thatcherizmi benimsese daha mı iyiydi yani..:)
Lenin'in Troçki için Maksim Gorki'ye kurduğu cümleyi hatırlatayım sana Gorki "Numaracının biri."
Stalin için de pek iyi şeyler söylememiştir Lenin.:) Troçki-Stalin tartışmasına girmeyeceğim burada; çünkü muhtemelen uzlaşamayız. Zaten mevzu o da değil. Dünyanın yegane kurtuluşu olan sosyalizmin peşinde koşan insanlar olarak birbirimizi niye ötekileştirmeye çalışıyoruz? Mevzu bu. Yeterince az ve bölünmüş değil miyiz!
Doğru. Ama Troçkistler de akıllı olsunlar. Hele hele Türkiye'dekilere bakınca dehşete kapılıyorum.
Ben de Türkiyedeki Stalinistlere bakınca dehşete kapılıyorum:) Aman neyse bu tartışma bizi bir yere görürmez dostum. Devrimden sonra Troçkistiz diye bizi tasfiye etmezseniz problem yok bence:D