Yeşilçam’ın ilk üçlemesini ünlü yönetmen Ömer Lütfi Topal yapmıştır. Eleştirmen Atilla Dorsay “Sinemamızın Umut Yılları” adlı kitabında üçlemeyi filmlerin adıyla yani Gelin/Düğün/Diyet Üçlemesi diye adlandırır. Bazıları İçgöç Üçlemesi der. Yönetmen bu üçleme için herhangi bir adlandırma yapmamıştır. Benim de aklıma herhangi bir şey gelmiyor.
Yine sinema eleştirmeni Agah Özgüç’e göre Lütfi Akad Türkiye sinemasının en önemli üç yönetmeninden biridir. Diğer ikisi Yılmaz Güney ve Ömer Kavur. Tabi Özgüç bu değerlendirmeyi 2000li yıllardan önce yapmıştır.
Lütfi Topal daha çok “Vesikalı Yarim” adlı filmle bilinir. Eskiden anketlerde en çok beğenilen yerli film seçilirdi. VCD yıllarında bu filmi bulmak için resmen savaştığımı hatırlıyorum. İzleyince elbette tuhaf bir kötü etki bırakıyor üzerinizde ama en iyisi olduğunu düşünmemiştim.
Lütfi Akad’ın Yılmaz Güney’le çalışması onun sinema anlayışında değişiklikler meydana getirmiştir. Zaten incelikli bir tarzı olan yönetmen toplumcu gerçekçiliğe yönelmiş ve Üçleme ortaya çıkmıştır. Sonra da sinemayı bırakmıştır yaşı gereği.
Bu filmlerin ortak özelliği Türkiye’nin kapitalistleşme sürecine ve bu sürecin toplumsal yaşamda, bireylerin düşünce dünyasında yansımalarına odaklanması. Neşet Ertaş ile ilgili yazımda belirttiğim üzere 1948 Marshall Yardımı ve Demokrat Parti iktidarı ile birlikte eksikli gedikli de olsa bir sermaye birikim süreci yaşanmaya başlamıştır. Bu süreç kentleşmeyi beraberinde getirmiş ve doğal olarak toplumsal yaşam bunda birinci derecede ve en çok etkilenmiştir. Yani “nerede o eski bayramlar?” gibi söylemlerin bilimsellikle hiçbir alakası yok. Üretim ve paylaşım süreçleri toplumsal yapıyı birinci derecede etkiliyor. Ve en çok da bu etkiliyor.
“İstanbul bu avludan ötesi. Avludan içeriyi sen yine Yozgat belle.”
Böyle diyor kaynana, Üçleme’nin ilk filmi “Gelin”de (1973). Bana göre üç film içerisinde ne güçlü olanı bu. Yozgat’tan İstanbul’a gelen bir çift var. Çiftin dahil olduğu geniş ailenin diğer bireyleri kendilerinden bir süre önce İstanbul’a gelmişler.
Bu filmlerle ilgili bir sorunsal var. Bu filmler feodalizmle kapitalizm arasındaki gerilimleri mi işliyor? Tam olarak öyle değil. Çünkü bu aile köyde yaşarken de küçük burjuva karakterliler. Sınıfsal karakterleri kentte dükkan sahibi olunca da aynen muhafaza ediliyor. Yine küçük burjuvalar. Sermaye biriktirme hayalleriyle yanıp tutuşuyorlar. Tipik bir küçük burjuva refleksi.
Bu sermaye biriktirme yani sınıf atlama hayali mevcut olduğu sürece köyde de olsalar kentte de olsalar insan çürür. Yozlaşır. Filmde de olan bu. Filmin Yozgatlı ailenin gerici, çağdışı ritüellerinin üzerine gitmesi kafaları karıştırıyor. Bu arada böyle muhafazakar, gerici yaklaşımlar için Yozgat’ın Sorgun ilçesi on numara beş yıldız bir seçim olmuş.
Film sermaye biriktirmek için insani değerlerden uzaklaşan ve bununla birlikte gerici özelliklerini muhafaza etmek isteyen bir aile özelinde 70li yılların bir portresini çekiyor.
Bunun karşısına proleter ahlakı koyuyor. Bu yüzden çok başarılı bir film bana göre. Türkiye sinemasında yok diyebileceğimiz bir diyalektik yaklaşıma sahip.
Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı gelin karakterinin yardımına koşan fabrikada çalışan emekçi çift proleter ahlakı ve gelecek güzel günleri sembolize ediyor.
Hülya Koçyiğit demişken üç filmde de oynayan Koçyiğit yine filmlerin ortak özelliği olan güçlü kadın karakterini canlandırıyor. Bu kadın karakter filmlerin ilk başlarında bilinç eksikliğinden dolayı bazı şeylere boyun eğmek zorunda kalmasına, bir takım bedeller ödemesine rağmen sonlara doğru bilinçleniyor ve kafasını kaldırıp direnişe geçiyor. Bu anlamda Üçleme bir kadın direnişi aynı zamanda. Bir bilinçlenme süreci de.
“Bilekle alın teriyle tüccar mı olunurmuş?”
Üçleme’nin ikinci filmi “Düğün” (1974). Urfa’da göç etmiş yine bir geniş aile var. Feodal düzende aile hemen hemen bütün ihtiyaçlarını kendisi giderdiği için kalabalık olmak zorunda ve ilkel bir işbölümü geliştirmek zorunda. Kapitalist toplumda kalabalık ailelerin olmaması biraz da biraz değil çokça bununla alakalı.
Altı kardeş Urfa’dan çıkıp gelmişler. Bir gecekonduya kendilerini atmışlar. Urfa’da küçük burjuva iken yani tarlaya falan sahipken İstanbul’da hepsi ücretli emekçi. Ailenin en büyüğü Halil sınıf atlama hayalleri kuran, bunun için birçok kötü şey yapma potansiyeline sahip birisi. Onun küçüğü Zeliha (Hülya Koçyiğit) umudun, vicdanın, direnişin sesi. Ailenin diğer bireyleri, bu ikili arasındaki gerilimlerde sık sık taraf değiştiren edilgen tipler.
Uyanık bir de akrabaları var. Bu kişi kız kardeşlerden birini iyi bir başlık parasına bir adama pazarlamayı başarınca aile bireyleri açısından sınıf atlama fırsatı doğuyor. O paray bir triportör alan aile bireyleri daha iyi para kazanmaya başlıyorlar ve ücretli emekçiden küçük burjuva sınıfına yükseliyorlar.
Bu arada 70li yıllarda bu tür yırtma hikayeleri yaşanabiliyorken şimdi bunlar çok daha zor. Yani kapitalizm kurumsallaştıkça sınıflar arasındaki mesafe uzaklaşıyor ve insanlar nasıl doğarsa o şekilde ölüyorlar. Günümüzde asgari ücret alan birisinin para biriktirerek falan bri dükkan açması ve sonra giderek büyümesi çok çok zor. Türkiye’nin sermaye birikiminin yaşanmaya başlandığı 60lı, 70li yıllarda bu daha olasıydı.
Film Visconti’nin “Rocco e i suoi fratelli/Rocco ve Kardeşleri” adlı filme çok benziyor. Orada da büyük kente göçen ve bireyleri tek tek harcanan bir geniş aile vardı. Bu ailenin de bireyleri tek tek sermaye birikimi sürecinde harcanıyor. Çünkü kural bu. Varsa yoksa sermaye büyüyecek ve bunun için ne gerekiyorsa feda edilecek.
Emekçi ahlakı yine kendisini hissettiriyor. Emeğin aydınlık güzel bir gelecek kurmadaki tek unsur olduğu tezi bu filmde de yineleniyor. Bu anlamda çölde vaha bir film ancak teknik olarak birçok aksaklığa sahip.
Zaten Yeşilçam filmlerinin maruz kaldığı gerçekçilik problemi gibi bir problemle hiçbir sanat eseri hiçbir konuda uğraşmamıştır.
“Allah’ın tadiri.”
Tipik bir AKP bürokratı cümlesi değil mi? Kaza diye katledilen işçiler için Fatiha talep eden, onları şehit ilan eden, ölümün bu işin fıtratında olduğunu ciyaklayan kıl kuyruk burjuva iktidarı söylemi.
70lerde de durum farklı değilmiş.
Üçleme’nin üçüncü filmi “Diyet”in başındaki iş kazası sahnesi sonucunda işçinin ailesine bu söyleniyor. Allah’ın takdiriymiş, yersen…
Üçüncü film bir fabrikayı fon olarak kullanıyor. Sınıflar berrak, mücadele başlamış.
Köyden gelen Hasan proleter olmak istiyor. Başvurduğu fabrika da sendikal mücadele vardır. Bilinç sahibi öncü işçiler güzel bir dayanışma duygusuyla beraber örgütlenme faaliyeti yapıyorlar.
Hülya Koçyiğit’in canlandırdığı kadın proleter karakter en çok bu filmde düşük profil gösteriyor. Ekmek yediği yere ihanet etmeme kıl kuyruk düşüncesini filmin önemli bir bölümü boyunca muhafaza ediyor. Bir de Hasan gibi saf ve etkisiz bir insana tav oluyor.
Tabi bu film o yıllarda çok etkili olan sendikal mücadele, sosyalist siyasetin toplumsallaşması gibi konular üzerine bir şeyler söyleme derdinde ama ikinci filmdeki gibi o klasik Türk filmi atmosferi yok mu? Meseleyi en bilimsel bir şekilde ele alsa bile ki öyle yapıyor o müthiş yapaylık duygusu filmi çok gerilerde bir yerde bırakıyor.
Yine de bu filmleri izlemek iyi olacaktır diyorum.
Türkiye sinemasında sınıflar mücadelesi üzerine kaç tane film var?
Çok az. İşte onlardan bazıları bu Üçleme’yi oluşturan filmler. İyi seyirler.