Çok beğendiğim bir halk müziği yorumcusu olan İsmail Altunsaray ile ilgili bir yazı yazmıştım. O yazıda kendisinin üretimde bulunmadığını tahmin ettiğimi yazmıştım. Özensizlik yapmışım. Biraz baksaydım ilk (ve şimdilik son) albümünde “Kız Senin” adlı eserin bestecisi olduğunu görürdüm. Eser görüldüğü üzere “tırt”. En karşı olduğum klişelerden biri de “zevkler ve renkler tartışılmaz” klişesidir. Bir insan doğduğu andan itibaren müthiş bir ideolojik kuşatma (saldırı) altında olacak, sonra da onun ayılıp bayıldığı “Batsın Bu Dünya” şarkısı için “ne yapalım, zevkler ve renkler tartışılmaz” diyeceğiz. Her şeyin doğrusunu, iyisini, güzelini biz mi biliriz? Bu soruyu duyar gibiyim. Hiç eveleyip, gevelemeyeceğim. Marksizmin sınıflar mücadelesi perspektifini ve tarihsel materyalizmini “bilmeyen” bir insan, anlamsız nesneler dünyasında yapayalnız kalmıştır diye düşünüyorum. Biz çok mu şey biliyoruz? Bunlar az buz şeyler değil. Daha doğrusu bunlarsız “diğer şeyler” pek bir şey ifade etmiyor.
Çok iyi bir halk müziği dinleyicisiyim. Yıllardır amatör olarak da icra ediyorum. Ee, bir de Marksist olunca bu konuda söyleyeceklerim var elbette.
Lütfen, tekrar söylüyorum, yanlış anlamayın. Biz her şeyin en iyisini bildiğimizi kof bir şekilde iddia etmiyoruz. Hayatınızda Marksizm yoksa, onu bir sokmayı deneyin. Nasıl bambaşka bir insan olacağınızı, nasıl bambaşka bir dünyada yaşamaya başlayacağınızı göreceksiniz.
İsmail Altunsaray’ın bestesi neden “tırt” çıktı? Çünkü halk müziğini ortaya çıkaran maddi koşullarda yaşamıyor da ondan. Daha başka maddi koşullarda var olmuş kendisi. Bir Muharrem Ertaş türküsü gibi bir şey ortaya çıkaramaz.
Halk müziğini ortaya çıkaran maddi süreçlere bir bakalım.
Halk müziği dediğimiz şey yani anonim türküler, kapitalistleşmenin zayıf olduğu zamanlarda, kırsal kesimde ortaya çıktı. Yani hep vardı da onunla akademik bir buluşma o zamanlarda gerçekleşti. Kitle iletişim aygıtlarının gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla, bir de köylülüğün giderek tasfiyesiyle ortadan kalktı. Dinamik olmaktan çıktı da diyebiliriz. Artık nostaljik bir şey. Bugün bu formda besteler üretiliyor. Hatta “Mihriban” gibi, “Yeşil Başlı Gövel Ördek” gibi çok beğenilen örnekleri de mevcut ancak bugün dinamik bir türkü üretimi mümkün değildir. Üretmeye çalışmak da anakronizmdir. Bugün keşfedilmemiş anonim türkü bulmak da çok zor bir şeydir. Tek tük bulunabilir ama 50’li yılların dinamizmi de hiçbir zaman yaşanmayacaktır. Tekrarlıyorum, halk müziğini var eden maddi süreçler artık yoktur. Dolayısıyla o halk müziği de yoktur.
Kanlı canlı bir sanat türü olarak halk müziğinin bana göre bazı handikapları, bazı da paha biçilmez artıları vardır.
Önce handikaplarından bahsedelim.
Türküler halkın bünyesinde, dünyasında, psikolojisinde ne varsa onları yansıtır. Halkın dünyasında gericilik de vardır. Bazı türküler gerici içerik barındırırlar. Başımıza çok gelmiştir. Çok estetik bir melodi başlar. Yine estetik, naif türkü sözleri de gelir. Sonra birden sizin Marksist perspektifinizle hiç bağdaşmayacak bir söz duyulur. “Ali’yi sevmiyorsanız deli olduğunuz” düşünülür. “Kesme ümidini kadir mevladan” denir. “N’oldu ağama n’oldu / N’oldu paşama n’oldu” diye iç geçirilir. Siz “Bekle bizi ey kavgamızın şehri İstanbul” derken, türkü İstanbul’daki kapitalistleşme, modernleşme sürecine sitem eder. Padişaha güzelleme bile yapılır türkülerde.
Kadın düşmanı içerik çok görülür türkülerde. Çünkü toplumsal düzen kadın düşmanıdır.
Ferdi Tayfur’un “Ya benimsin ya toprağın” parçasıyla çok dalga geçilir ama türkülerde de apaçık bir gericilik olan “bir bireyi hayatın merkezine koyma” tutumu çok görülür. “O” yoksa hiçbir şeyin de anlamı yoktur. Yaşamda olup bitenlerle ilgilenmez ozan.
Bu kadar yeter sanırım, artılarına geçebiliriz.
Halk müziğinde beni en çok büyüleyen şey kolektivitedir. Türküler halkın ortak malıdır. Üretim sürecine de birden fazla kişi katılır. Birisi bir nota ekler, diğeri bir arızayı giderir, bir diğeri bir mısra üzerinde düzeltme yapar. Tüm mücadelemiz kolektivite için değil mi? Bunun ilkel bir örneği halk kültüründe var. Bu olumlanması gereken bir şeydir.
Bir diğer olumlu özellik de türkülerdeki yaşanmışlık, gerçekliktir. Gericilik nasıl varsa halkın yaşantısında mücadele de vardır. Köroğlu “İlişmen fakire ben gelene dek” der. Dadaloğlu, padişah fermanına kafa tutar. Sipariş üzerine yazılmamıştır türküler. Kişinin gerçek duyguları olarak ortaya çıkar, başka gerçek kişiler de onu şekillendirir. Bu anlamda günümüzün sipariş şarkılarına on basar. İşi gücü “groupie’leri” götürmek olan da yaşadığını yazıyor ama türkülerdeki yaşanmışlık daha samimidir.
Türkülerdeki diğer önemli olumlu yan da metalaştırılmamış sanat eseri olmaları. Para kazanma amacıyla ortaya çıkmamıştır türküler. Alınıp, satılmazlar. Yaratıcısının para kazanma uğraşı değil de bir çeşit duygularını estetik bir şekilde dışa vurma aracıdır halk müziği. Profesyonelleşme kötü bir şey değildir ama sömürü düzeninde hem de bir sanat dalı için profesyonelleşme kötü bir şeydir. Bu başladığı oranda yozlaşma da başlar. Türküleri var edenler profesyoneller değildir. Türkülerin değeri bu şekilde daha iyi anlaşılabilir diye düşünüyorum.
Ben halk müziğini Haziran Direnişi’ne benzetiyorum. Bir sürü hoşumuza gitmeyen unsurlar ona tutunmuştu. Onu var etmişti. Örneğin lümpenlik, cinsiyetçilik, sınıf perspektifi eksikliği gibi. Ama bunlara rağmen bizi heyecanlandıran, Türkiye devrimci mücadelesine çok şey katan, halka çok şey katan bir şeydi HD. Halk müziği de birçok yanlış unsura rağmen halka olumlu katkılar sunan bir olgu. Ona sıradanlığı aşmayı özendiren bir şey. Taşra yaşamının bunaltıcı tekdüzeliğini yok eden bir olgu. Seviyoruz, sahipleniyoruz.