Hayatınızda geçirdiğiniz en güzel gün hangisiydi?
Böyle bir gün vermek kimisi için zordur, kimisi için kolaydır. Kimisi de böyle bir gün belirlemeyi manasız bulabilir.
Kendi adıma böyle olduğunu düşündüğüm günler var. 31 Mayıs 2013 günü böyle bir gündü örneğin. Yine de tek bir gün veremem. 1999 yılında yaşadığım ve birazdan anlatacağım bir gün de böyle bir gündü, başlıkta belirttiğim gibi harika bir gündü.
1999 yılının ağustos ayına Ankara’ya gidiyoruz. Üniversite birdeyim ve her zamanki gibi çalışıyorum. Pardon yaz tatilinde iş arıyordum ve bulamıyordum. Sınıf bilinci? Eh işte, yedi sekiz gram var yani Türkiye ortalamasının üstündeyim.
Hayatımda siyasi yayınları saymazsak iki adet süreli yayın takip ettim. Yıllarca takip ettiğim “Sinema” dergisi ve kısa bir buçuk yıllık hayatı boyunca takip ettiğim “Müzikalite” adlı dergi.
Bu dergi Ankara’da Hüner Müzik adlı bağlama kursunun çıkardığı yerel bir dergiydi ve üç ayda bir çıkıyordu. Yani mevsimsel bir dergiydi. Her sayısını heyecanla bekler, iki günde bir Kızılay Dost Kitabevi’nde çıkıp çıkmadığını kontrol ederdim.
Halk müziği icra eden bir ekibin, yine bu türe büyük oranda sadık kalarak çıkardıkları bir dergiydi. Alternatif müzik türlerine de evrensel bir bakış açısıyla yaklaşıyorlardı.
Bir gün yolda yürürken 2. Uluslararası Kesiköprü Festivali başlıklı bir afiş gördüm. Düzenleyen: Hüner Müzik.
Kesikköprü Ankara’nın Bala ilçesinin bir beldesi. Kesikköprü baraj gölünün kenarında yer alan köyden biraz hallice bir yer.
O yıllarda deli gibi konser takip ettiğim için bu konsere de gitmek istedim. İstemek ne kelime, bu konser/festival için yanıp tutuşmaya başladım. Festivalde sahne alacaklar benim en favori sanatçılarımdandılar.
Pazar sabahı Hüner Müzik’in yerine gittim. Burası Keçiören’de bir binanın kiralanmış dükkânıydı. Dandik bir saz kursu izlenimi veriyordu. O, her sayısında ufkumu katlayan dergiyi burası mı çıkarıyordu?
Otobüsle Bala’ya doğru yollandık. O yıllarda şehirler arası çok nadiren yolculuk yaptığım için büyük bir keyif aldım yolculuktan. Orta Anadolu’nun sapsarı ama renksiz silüeti önümüzde kilometrelerce uzanıyordu.
Buralarda insanların nasıl yaşadıklarını düşünüyordum. Neşet Ertaş’ın o muhteşem melodileri buralardan nasıl çıkarabildiğini kavramaya çalışıyordum. Orta Anadolu’nun Türkiye’nin en renksiz coğrafyası olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceler kafamda dönüp dolanıyordu.
Bir de parasız olduğum için yol parası, karnımı doyurmak gibi şeyleri düşünüyorum. Konserin heyecanı her şeyi bastırıyor ama.
Yolda Çingene çadırları görüyoruz. Oldukça kötü yaşam süren ama buna rağmen eğlenmeyi, sanat üretmeyi ihmal etmeyen bir halk. Çocukluğumdan çok iyi bildiğim korkuyla karışık merak duygusu yine beliriyor.
Nihayet köydeyiz. Burası bir Kürt köyü. 18., 19. yüzyılda Orta Anadolu’ya sürülmüş Kürtlerden bazıları da buraya yerleşmişler.
Köyü geziyorum, baraj gölünün kıyısına gidiyorum. Çok geçmeden de festival de başlıyor zaten. Muhtemelen Avrupa’da yaşayan bu köyün yerlileri ekonomik desteği sağlıyorlar. Çok sorgulamıyorum ve bekliyorum.
GÜLÜN KOKUSU VARDI
Geçenlerde Facebook’ta arkadaşlarıma bir takım itiraflarda bulunmuştum. Onlardan biri de Erkan Oğur’dan sıkıldığım idi. 1999’da durum böyle değildi. 1998 yılında çıkan “Gülün Kokusu Vardı” adlı albümü kaç milyon kere dinledim, bu albümü kaç bin kişiye armağan ettim bilmiyorum.
İlk kez halk müziği yarışmasına giderken otobüste Okan Murat Öztürk bu albümü çalmıştı. Beynimden vurulmuştum. İşte Erkan Oğur ve tabi ki İsmail Hakkı Demircioğlu karşımdaydılar. Müzikleri oradaki kitleye çok hitap etmiyordu. Çünkü Ankara’dan bir otobüs gelmişti ve kitle ağırlıklı olarak köy halkıydı. Gece gündüz dinlediğim kaseti canlı dinliyordum ben. Kendimin müzikten büyülendiğimi biliyorum başka da bir şey bilemiyorum.
KARDEŞ TÜRKÜLER
Gece gündüz dinlediğim bir kaset daha vardı o aralar. O da BGST’nin çıkardığı “Kardeş Türküler” adlı albümüydü. Albümün ismi sonra grubun ismi oldu, biliyorsunuz. Listede onlar da vardı. Büyülenme başka bir biçimde devam ediyordu. Bütün solistleriyle, bütün elemanlarıyla BGST kasetteki aynı soundu sahnede canlı üretiyordu.
ARİF SAĞ
Arif Sağ ile ilgili yazdığım yazıyı yorum bölümünde bulacaksınız. O da vardı konserde. Hatta sahnede Erkan Oğurlar varken birden yanımda belirmişti. Yıllarca ayılıp bayıldığım adam yanımda duruyordu işte. Çok sarhoş olduğu her halinden belliydi ki zaten bu konuda epeyce dedikodu duymuştum. Erkanlar sahneden indiklerinde biraz oturup muhabbet ettiler. Ben de başlarında dikilip konuşmaya kulak misafiri oldum. Havadan sudan konuşuyorlardı. Pek samimi oldukları söylenemezdi. Bu kadar ego sahibi iki insanın oturup sohbet etmesi de ilginç bir şey olsa gerek.
Arif baba sahneye zar zor çıktı ama sazı eline alınca başka bir boyuta geçti. Yaklaşık 10 dakikalık bir açış yaptı. Tıpkı Musa Eroğlu gibi parça aralarında kararda kalıyordu. “Şeker Oğlan”ı yine çaldı ve bir milyonuncu kez çalmasına rağmen yine bir şeyler ekledi. Arif’in gazıyla son paramla bira almaya karar verdim. Hüner Müzik yetkililerine durumu anlattım ve dönüş parasını içkiye yatırdım.
Köyde dinleti veren Hollandalı caz grubunu, yerel Kürt sanatçıyı, davul zurna ekibini de ilgiyle izledim.
Dediğim gibi harika bir gündü. Hala aklımda. Bir sonraki sene de katıldım festivale. Erdal Erzincan ve Musa Eroğlu vardı bu sefer. Bir daha da festival olmadı. Dergi de kapandı.
Böyle işte.
Kültürel gelişmişlik düzeyi, kültüre önem verme, siyasal iktidarın kültüre düşman olması gibi olgulara hiç girmedim. Yeni yeni bağlama çalmaya başlamış bir gencin merak ve coşku dolu bir gününün hikâyesiydi bu. Harika bir gündü…