Türkiye’deki belgeselcilik de tıpkı kurgusal sinema sanatı gibi başarısız ve yetersizdir. İstisnai örnekler de aynı şekilde mevcuttur. 2012 tarihli “Ekümenopolis” bunlardan biri.
Bir arkadaşımın anısıyla başlayayım: Bir gün İstanbul’a yurtdışından gelen bir misafiri “1453’te fethetmişsiniz ama hala yerleşememişsiniz” demiş.
Gerçekten de öyle değil mi? İstanbul’un herhangi bir yerine bakan birisinin kahrolmaması mümkün değil gibi görünüyor. İstanbul Flash TV’ye benziyor!
Mimarlıkta ilerlemiş olan Rumlar ve Ermenileri 100 sene önce öldürünce, öldürmediklerini de kovunca sonuç olarak en güzel binalar 100 sene önce yapılmış binalar oluyor.
“Ekümenopolis” İstanbul’daki çarpık yerleşmeyi ele alan bir belgesel. Aslında bana göre İstanbul’daki yerleşmeyi çarpık kelimesi karşılamıyor. Manyaklık daha iyi tanımlıyor İstanbul’da olana biteni.
Doğaya yapılanı ise talan, yağma değil soykırım kelimesi iyi tanımlıyor.
İstanbul’da bunlar olup bitiyor. Nereye kadar gidileceğini kestiremiyoruz.
Fidel Castro’nun birkaç sene önce dile getirdiği bir düşüncesi vardı. Kapitalistlerin gezegenin sonunu getirebileceklerinden endişe ettiğini söylemişti. Ütopik bir şey değil. Piyasa canavarı kendi yasaları dışında hiçbir şeyi dikkate almıyor.
“Ekümenopolis” adlı belgeselde bunların etkili bir şekilde ele alındığını görüyoruz. Filmin sürprizi, Yeni Türkiye’nin en kirli figürlerinden olan Ali Ağaoğlu gibi bir canavarı konuşturmuş olması.
Birkaç sene önce gençler arasında yapılan ankette Acun Ilıcalı, Polat Alemdar, Emre Belözoğlu gibi karanlık insanlarla birlikte gençlerin rol modellerinden biri seçilmişti. Durum böyleyken elbette ormanın tam ortasına villayı koyar ve Sinan Çetin gibilere de reklam filmini çektirir. “Sinancığım / Aliciğim…”
İzleyelim…
Türkiye’deki kaliteli belgesel sayısı bir (1) değildir.
2013 tarihli “Benim Çocuğum” adlı film de bunlardan biridir.
Film, eşcinsel bireylere sahip ailelerle yapılan röportajlardan oluşuyor.
Sarsıcı bir film.
Çünkü çok zor bir konu. Konuşması bile zor iken bu olgunun gelip evlerinin ortasına oturduğu bu ailelerin yaşamlarını düşünelim bir kere.
Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, bir eşcinselden daha buhranlı bir düşünce ve duygusal dünyaya sahip bir birey olamaz diye düşünüyorum. Kendisini tanımaya başladığı andan itibaren çok büyük çelişkilerle hem iç dünyalarında ve de daha çok dış dünyada mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Film ajitastyona, duygu sömürüsüne bulaşmadan oldukça yalın bir şekilde ailelerin yaşadıklarını aktarmaya çalışıyor. Çeşitli numaralara başvurmadan toplum ve kendi yarattığı ateş topu arasında ayna işlevi görmeye çalışıyor.
Homofobi her yerde. Kendi adıma tam olarak yenebildiğimi iddia edemiyorum kolaylıkla. Ne yaparsın berbat ülke Türkiye’nin tornasından çıkmış dar ufuklu insanlarız bir yere kadar veya bir yerden önce. “Mal” bu!
Fakat Türkiye’de son yıllarda sadece ve sadece politikleşmiş eşcinsellerin mücadelesi sayesinde biraz iyiye doğru gidişat var. Bunu, film gösteriminden sonra filmde rol alan ailelerden birine sorduğum soru sonrasında öğrenmiş bulunuyorum.
Bu yedi, sekiz gram iyiye gidişin daha da anlamlı olması için herkes bu filmi izlemeli ve içinde mutlaka yer alan homofobiye karşı savaş açmalı diye düşünüyorum.