Geçtiğimiz Haziran ayında Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye gittiğimde insanı rahatsız edecek kadar fazla olan bir dinginlikle karşılaşmıştım. Etrafta neredeyse yoka yakın bir problem potansiyeli vardı. Her şey yolunda ve düzenli gibi görünüyordu. Yayalar gece yarısı bomboş yolda bile kırmızıda duruyorlardı (aslında olması gereken buydu, dönüş yolunda Kocaeli civarlarında insanların otobanda karşıdan karşıya geçtiklerini gördüm). Yaptığımız sohbetlerde ülke insanının dünyanın en dürüst milletlerinden biri olduğu, kimsenin kimsenin malında gözü olmadığını falan tekrarlıyorlardı insanlar. İkiyüzlü bir ahlak anlayışının olmadığını yerinde gözlemledim. Her yerde başa bela olan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının olmaması ise söz konusu değildi. Pek sinema için uygun bir mekan olmadığını düşünüyordum Helsinki’nin. Ta ki Aki Kaurismaki’den haberdar olana kadar. Kendisi ağabeyi Maki Kaurismaki’yle beraber Finlandiya sinemasının en önemli yönetmenlerinden. Sanat filmleri kategorisine girebilecek minimalist, sert söyleme sahip, gerçekçi filmler yapıyor. Bir filmin 90 dakikadan fazla olmaması gerektiğini savunuyor. Çoğu filmi 70 dakika civarında, yani “İşçi Üçlemesi”ni bir günde izleyebilirsiniz. Hiçbir zaman bir başyapıt veremeyeceğini iddia ediyor. 20 film çekip emekli olacağını söylemiş bir röportajında (şu anda 15 uzun metraj kurgusal eseri var). Gerek melodram kalıplarına başvurmasıyla gerekse de insanı bir kere bile güldürmeyen inanılmaz kötümser bir kara mizaha sahip olması dolayısıyla Rainer Werner Fassbinder’e benzetiliyor ama son zamanlara kadar yönetmenin hiçbir filmini izlemediğini söylemiş. Jim Jarmusch’la da tarzlarının benzediğini okudum bir iki yerde fakat bu fikre katılamayacağım. Bence Zeki Demirkubuz’a daha yakın bir tarzı var. Abbas Kiarostami’yle isim ve soy isimleri çok benzemesine ve iyi dost olmalarına rağmen zıt bir bakış açıları var. Daha önce yazdığım üzere Kiarostami “umut vardır ve hayat güzeldir” derken Kaurismaki’ye göre ne umut vardır ne de hayat güzeldir.Oldukça sade bir dil kullanmaları, minimalist çalışmaları, alabildiğine gerçekçi olmalarıyla benzeşebilirler. İnternette tesadüfen üçlemelerle ilgili okuduğum bir yazı sayesinde haberim oldu Aki’den. Şimdi üzerine eğilmem gereken yönetmenler listemde.
“Shadows in Paradise?/Cennetteki Gölgeler” (1986)
“İşçi Üçlemesi”nin ilk filmi diğer filmler gibi bir işyerinde (workplace) açılış yapıyor. Çöp kamyonlarını ve çalışanları izliyoruz açılışta. Bu filmin kaybedenleri Nikander ve Ilona. Film daha çok Nikander’i anti-kahramanlaştırıyor. Kendisi Helsinki’de çöpçülük yapmaktadır ve kendisiyle aynı sınfta yer alan Ilona ile net olmayan bir ilişki yaşamaktadır. Kendisini ifade etmekte zorlanan Nikander, insanlara nasıl yaklaşması gerektiği konusunda sorunlar yaşamaktadır. Karşısındaki Ilona da çok bilinçli bir karakter değildir ve zaafiyetleri vardır. (SPOILER) Filmin sonunda önerilen işçiler birleşiniz ve evlenip mutlu olunuz ffinali yerine kafalarda daha fazla düşünce çağrıştıracak bir final düşünülseydi daha ilginç bir film olabilirdi “Shadows in Paradise”. Belki de hiçbir zaman başyapıt çekemeyeceğim derken haklıydı. Bir başyapıt değil ama gönül rahatlılığıyla yedi verilen bir film “Shadows in Paradise”. Tıpkı Zeki Demirkubuz filmleri gibi.
“Ariel” (1988)
Bir filmde acemice çekilmiş bir kavga, yaralama, ölme veya harala gürele sahnesi görünce, o film benim gözümde bir kademe aşağıya iniyor. “Ariel” de içerisinde böyle bazı karikatür sahneler barındırıyor; fakat üçlemenin ruhundan, diğer filmlerin sarsıcı etkisinden, Helsinki hapishanesini resmetme açısından başarısız değil. Bu filmde itilip kakılan işçi aynı zamanda taşradan gelme ve yersiz yurtsuz bir insan. Sistem bütün enstrümanlarıyla kendisine karşı. (SPOILER) Yine hep destek tam destek mesajı veriliyor filmde ve yine bir yerlere gidip kurtulma opsiyonu sunuluyor işçi kardeşimize.
“The Matchfactory Girl/Kibritçi Kız” (1990)
Evet doğru tahmin ettiniz, film kibrit fabrikasından görüntülerle başlıyor. Bu seferki kaybedenimiz de diğer filmdekiler gibi hayata tutunamayan, umduğunu bulamamış belki bir şeyler umut etmeye dahi fırsat bulamamış biri. Anne babasının kendisine karşı hissettikleri nefret, fark edilmeme gibi insanı dağlayan bir problem, iş yaşamında değer verilmeme sömürülme gibi sorunlarla mücadele ediyor. Kaurismaki filmlerinin favori mekanlarından olan kafe bar gibi yerlerden birinde bir karşı cinsle tanışıp bir de onun tarafından değersizleştirilince film kopuyor Iris için. Diğer filmlerin aksine buradaki anti-kahramanın yanında yer alan bir sınıfdaşı, bir destekleyici kaybeden falan yok. Sistem karşısında tamamen yalnız Iris. Bu sistemin önemli bir bölümünü de erkek egemenliği teşkil ediyor. Bu yönüyle sosyalizmden çok feminizme biraz daha yakın bir film “The Matchfactory Girl”. Üçlemenin en bireysel filmi.
Genel olarak üçlemeyi başarılı buldum. En büyük avantajı ancak iyi filmlerde hissedebileceğiniz yalnızlık, izole edilmişlik duygusunu çok başarılı bir şekilde vermesi. Ticari kaygıdan uzak, tamamen bir şeyler dile getirme arzusuyla çekilmiş bu filmleri mutlaka görmelisiniz derim. Kaurismaki’nin söyleyecek şeyleri var çünkü.