İran sinemasına özellikle de onun en önemli temsilcisi Abbas Kiarostami’ye olan hayranlığımı sık sık vurguluyorum. Çünkü genelde bu ülkenin sineması çok iyi ve bizimkine tur bindirecek nitelikte. Türkiye’de sinema minema yok! Market raf ürünleri var. Üstelik bunların raf ömrü de oldukça kısa. Bu kadar nitelikli sinema üreten İran sinemasının önemli temsilcilerini, son yıllarda gelişmiş kapitalist ülkeler kendi ülkelerine davet edip onlara film çektiriyorlar.
Gelişmiş kapitalist ülke değiliz. Bize göre orta gelişkinlikte bir kapitalist ülkeyiz ama bu yöntemi Türkiye’den birileri de kullandı. Her zaman egemenlerin sevdiği bir figür olan Beyaz Kürt Yılmaz Erdoğan’dan bahsediyorum. Yılmaz Erdoğan Kürt kimliğini bir çeşni olarak kullanmıştır ve “malı” götürmüştür. Hiçbir bedel ödememiştir. Finansbank, Vodafone gibi firmaların porno filmlerinde oynamıştır. Bu-işi-Tayyip-çözer’ci bir “akil” insandır. Bu Yılmaz Erdoğan, unutulmaz “Sarhoş Atlar Zamanı”, “Kaplumbağalar da Uçar” filmlerinin yönetmeni Bahman Ghobadi’ye “Gergedan Mevsimi” gibi sipariş bir film çektirmiştir. Ghobadi İran’dan kovulduğu için maddi olarak zor durumdaydı ve mecburen Erdoğan’ın bir şeye benzemeyen sipariş filmini çekti. Ghobadi’yi para kazanmak zorunda diye eleştirmem ama Erdoğan bence eli yüz düzgün film çekmek gibi anlamadığı işlere girmemeli. Bir de o filmi “Martin Scorsese sunar” kapitalist etiketiyle piyasaya sürmedi mi, iyice gıcık olmuştum.
Bir de “Bir Ayrılık” gibi muhteşem bir film çeken Asgar Farhadi’ye Fransa’da “Le Passe/Geçmiş” gibi bir film çektirdiler. Eski işlerine nazaran hiçbir şeye benzemiyordu bu film.
Dönelim Kiarostami’ye. Onun son filmi “Like Someone in Love/Sevmiş Gibi”yi izledim. Aslında bu dışarıda film çekme modasını başlatan kendisiydi. Yine Fransa’da “Copie Conforme/Aslı Gibidir”i çeken kendisiydi. Fakat o film onun tarzına daha yakındı. Tıpkı İran’da çektiği filmler gibi gerçekle ilüzyon birbirine giriyor ve buradan hümanist mesajlar yayılıyordu. Fakat Japonya’da çektiği bu filmde hiçbir şey yok. Gereksiz bir film. Ne anlattığı belli değil. 90’lı yıllarda Kirasotami Tokyo’da arabayla gezerken yolun kenarından bir kadın görmüş, yıllarca aynı manzarayı aramış ama bulamamış…Bu olay da bu filme ilham vermiş. Zaten diyalektik bir bakış açısı değil bu. Hiçbir şey aynı biçimle, aynı yoğunlukla, aynı tempoyla ilerlemez. Buna örnek olarak Haziran Direnişi’ni verebiliriz. Veya aşkı. Veya ticareti. Veya imanı. Bunların ve yaşamdaki diğer şeylerin hiçbiri aynı biçim, aynı yoğunluk, aynı tempoyla ilerlemez. Kiarostami’nin hatası nostalji duygusuna boyun eğmiş olmak ve emperyalistlerin oyuncağı olmayı yutmak. Ne gerek var? Kendi ülkende, kendi duygularınla tarih yazıyorsun? Kendinsin. Olmadığın bir şeyi neden olmaya çalışıyorsun? Gerek yok…