Kitaptan alıntıdır:
“Ve Renee, yolunun üzerine çıkan bir büyük aşkın yükselen dalgalarına bırakır kendini. Ancak tutkuyla körleşmez, çözümlemeye alışık kafası karışmaz.”
“Eski kadın için en büyük acı, ihanet ya da sevilen erkeğin yitirilişiydi. Yeni kadın içinse bu, kendinin yitirilişi; sevilen kişiye, aşk mutluluğuna adanmış kendi öz ‘ben’inin inkarıdır. Yeni kadın yalnız dış zincirlere değil, aşk tutsaklığına da başkaldırıyor.”
“İşte budur yeni kadın. Abartılmış duygulanma yerine disiplindir. Boyun eğme ve kişiliksizlik yerine özgürlük ve bağımsızlığa değer verme.”
“Bir kişinin diğerine boyun eğmesi, diğerinin hatırı için kendi ‘ben’ini budaması üzerine şekillenen aşk, burjuva kültürünün kurduğu cinsler arası ilişkilerin korkunçluğunun ürünleridir.”
“Yasal evliliğin temelinde iki kural vardır. Bir yandan çözülmezlik (bozulmazlık) ve diğer yandan mülkiyet. Yani eşlerin her birinin diğeri üzerindeki mutlak sahiplik düşüncesi. Yasal evlilikteki çözülmezlik ve mülkiyet ögelerinin insan ruhu üzerinde zararlı etkileri vardır.”
“Biyolojik olarak başlayan aşk psiko-sosyal bir etken halini aldı.”
“Kolektiflik için duyulan aşk, karı koca ve çocuklar için duyulan aşkla mücadele etmek zorunda kalıyor.”
“Karşılıklı hakların, aşkta dahi tanınması, diğerinin kişiliğini hesaba katma yeteneği, karşılıklı sağlam bir destek, diğerinin gereksinimleri için dikkatli bir özeniş ve yürekten ilgi, çıkarlar ya da dilekler ortaklığına bağlılık…İşte “yoldaş aşk” ideali budur; ve proletarya ideolojisi, burjuva kültürünün tekelci karı-koca aşkının yıpranmış ideali yerine bunu işleme yolundadır.”
“Proletarya egemenliğinde, ahlak kurallarını oluşturan, doğrudan doğruya kolektiflik çıkarlarıdır. Kişinin davranışı kolektifliğe zarar vermiyorsa eğer, hiç kimseyi ilgilendirmez.”
Duydum ki hakkımda dedikodu çıkarmışlar. Ben hiçbir şeye inanmıyormuşum. Dolayısıyla aşka da inanmıyormuşum. Bu yüzden günü birlik ilişkiler yaşarmışım!!! Şimdi neresinden düzeltmeli bilmiyorum ki. Düzeltmekle uğraşmayalım. Savaş ilanına geçelim. Bugünden itibaren; ana akım, egemen, burjuva tipi adına ne dersek diyelim genel geçer aşk anlayışına savaş açıyorum. Bu aşkın kendisine açılmış bir savaş değil. Aşk veya kadınla erkeğin birbirlerine ilgi duyması (veya eşcinsellerde olduğu gibi aynı cinslerin birbirlerine ilgi duyması) biyolojik, materyalist bir süreçtir. Bunun önüne hiçbir şey geçemez. Ne din, ne iman, ne ahlak, ne mahlak…Görüyorum ki insanların (özellikle de ergenlerin) hayatlarında aşktan başka hiçbir şeye yer yok. Büyük oranda kaplıyor aşk dünyaları. Bu haksızlık. Yanlış bir şey aynı zamanda. Dışarıda gürül gürül akan bir dünya varken, o akış bizim her şeyimizle ilgilenirken, bir bireye kendimizi kaptırıp acı çekmek niye? Bunun adı arabesktir.
Bir bireye kendisini adamış gibi görünen kişilerin aslında mutsuz olduklarını ve kendilerine bile itiraf edemeyecekleri onlarca çelişkiyle beraber yaşadıklarını düşünüyorum. Genel geçer düşünce dünyasının ortaya koyduğu bir “normal-mutlu insan” imajı vardır. Bu imajı ömür boyu yansıtmaya çalışmak çok ağır bir yüktür bana göre.
Aşka Marksist bir perspektifle yaklaşmayı öneriyorum. Bu anlamda Alexandra Kollontai’nin “Marksizm ve Cinsel Devrim” adlı kitabı iyi bir metin.
Kollontai bir kadın Bolşevik. İyi bir Marksist. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kabinede yer alan tek kadın bakan. SSCB’de önemli görevlerde bulunmuş. Kadın erkek ilişkileri üzerine epeyce materyal üretmiş. “Marksizm ve Cinsel Devrim” adlı kitap onun bu eserlerinden yapılmış bir derleme.
Bu kitap Engels’in kitabının etkisinde yazılmış, belli. Kollontai o formasyonu çok iyi özümsemiş gibi duruyor.
Kollanti kadın erkek ilişkisi gibi karmaşık bir sürece diyalektik materyalist bir tarzla yaklaşıyor. İçerisinde bulunduğu, öznelerinden biri olduğu sürecin, tarihteki en gerçekçi, en onurlu devrim süreci olması onun her şeyini etkilemiştir muhakkak. Eşitliğin mümkün olduğunu, özel mülkiyet belasının siktir edilebileceğini net bir şekilde görmüş ve yaşamış birisi Kollontai. Kadın erkek ilişkilerinde de problemlerin yok edilebileceğini görmüş.
Fakat eşitliği elde etmenin ne kadar zor bir şey olduğunu, asla doğrusal hareket eden bir süreç olmadığını, geri çekilmelerin sıçramaların beraber yaşandığını da gördü Kollontai.
Bu kitaptaki makalelerin önemli bir bölümü 1918-1922 yılları arasında yazıldı.
Kollantai’nin tezlerinin, çözümlemelerinin bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum ancak eşitlik mücadelesi bu tezlerin uygulamada yüzde yüz karşılık bulmasını engelledi. Kollontai’nin resmini çizdiği “yeni kadın” Sovyetler Birliği’nde tam anlamıyla ortaya çıkartılamadı. Sosyalizmi kurmanın ve yaşatmanın zorluğu (birçok yazımda belirttiğim gibi dünyanın en zor şeyidir) kadın erkek ilişkilerini de kıskıvrak yakaladı. Sovyetler Birliği 1920 yılında kadına kürtaj hakkını tanıdı. Özgürlükler diyarı Batı’dan on yıllar önce yaptı bunu. Ancak 30’lı yıllarda bu serbestliği geri çekmek zorunda kaldı. “Hülooğğ, Stalin’e vuracak bir şey bulduk diye sevinenler faşizm belasını hesaba katmalılar. 25 milyon evladını yitiren ve kavga etmeye hala devam eden bir ülkede kürtaj serbest olamazdı.
Kollontai’nin yerin dibine soktuğu yasal evlilik, Sovyetler Birliği’nde hiçbir zaman “halledilemedi”. Çünkü başlarını kaşıyacak vakitleri yoktu. Olsaydı bunun hakkından devrimci bir şekilde geleceklerinden şüphem yok. Tekrar ediyorum, sosyalizmi kurmak ve yaşatmak gibi dünyanın en zor işine girişmişlerdi. Çok da başarılı oldular. Aslında kadın erkek ilişkilerinde bile Batı medeniyetlerinin epeyce ilerisindeydiler ama “yoldaş aşk” kurumsallaşamadı SSCB’de.
Kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Bir başka aşkın, kesinlikle daha “güzel” bir aşkın mümkün olabildiğini göreceksiniz. Bu güzel aşka ulaşmak için önce, her şeyi kirleten, her şeyi metalaştıran o “şeyden” kurtulmak gerektiğini de kavrayacaksınız. O an gelene kadar aşktan uzak mı duralım? Hayır ama aşkın “tek başına” bu kirliliğe direnebileceğini de düşünmeyelim lütfen.
İlk cümlede dediği gibi eğer çözümleme yapmaya alışıksak kafamız da karışmayacaktır.