İlk defa bir romandan alıntılar yapıyorum. “Ölmeye Yatmak” için bunun yapılmasının yerinde olacağını düşündüm. Daha önce “Dorian Gray’in Portresi”, “Kinyas ve Kayra”, “Yeraltından Notlar” romanlarının; çok fazla sayıda, alıntılanması gereken cümleler barındırdıklarını düşünmüştüm. Başlayalım:
*Yeterince saygıdeğer değilsem değilim. Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerekir.
*Kat görevlisi çıkınca hemen kapıyı kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum. Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim ve ölmeye yattım…
*Evet bir kez yattım öğrencimle. Bu yatıştan kısa süren değişik bir tat aldım. Burası gerçek. Bedenimden çok beynimde kurulan bir imparatorluğun şehvetiydi belki. Insan kendini tek başına özgürleştiremezse ve tek başına özgürleşme düşü içinde boğulmuşsa, kendinden sonra gelenlerin altına yatmalıdır.
*Özgür bir Türk kadını oluşumu onunla kanıtlamadım. Yirmi beş yaşında bir delikanlı ile kanıtladım.
*Ayrıntıları düşünmekten ölemiyorum. Temizlikçi kadına telefon etmeyi düşünüyorum.
*Biz Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız. Onun dışında bizim kötü düşüncelerimiz olamaz ve olmamalıdır.
*Kadınlarımız tam Batılı olmadıktan sonra Türkiyemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak çok güç!
*Bütün gece çalıştıktan sonra evden çıktım. Neden çıktım? Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hala istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik. Neden çıktım bu evden? Matbaada işçilik eden bir öğrencimle yattım. Ama çok önceydi bu. Neden yattığımın da öyle uzun boylu üstünde durmuş değilim. Olması gereken bir şeydi. Kaçınılmazdı.
*Her şey yolunda görünüyordu. Artık öyle görünmemeli. Otuz yılda hiçbir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlaka olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı.
*Kim istemez ki kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. Devrederek.
*İyi ama, bir ölümün gerçek anlamını nasıl anlatmalı? Anlatmak mı? Artık bir görev yüklemek istemiyorum ki kendime. Bu bir görevsizlik kararıdır.
*Sana ne diyordu, eline bir aperatif kadehi tutuşturuyordu. Ama babası rakıdan başka bir şey içmeyi bilmiyordu ki…
*Değişmeyen kurumlarda değişmiş kişiler bulmayı ummak, tek başına değişmeyi ummak, buna inanmak hatta, hatta suçlamak ve yakınmak.
*Sizin hiçbir şeyden haberiniz yok ama. Size söylemesi çok kolay geliyor. Okumak için neler çektim. Daha fazlası elimden gelmez. Bir eğri halim görülse, okulumdan olurum sonunda.
*Bir Atatürk kızı olarak hiç yakışmıyor sana bu ürkek haller dedim. Şaşırıp kaldı.
*Böyle yaba ayıları gibi kızlara bakmak biz Atatürk çocuklarına yakışmaz. Uygar olmalıyız.
*Bizimki de okuyor. Hakim olacakmış. Vay vay… Kadının en kutsal görevi analıktır, analık!
*Büyüklerimiz ne yapsa iyidir. Görevini bil. Onu yap. Başka şey sana düşmez. Bu dünyada herkesin bir işi var.
*Böyle yapmam gerekiyordu böyle yaptım. Aydınların bu tür hakları vardır. Bu haklardan birini kullanmış olmam kimseyi yadırgtmaz. Yadırgatsa da aydınların başkalarına aldırmama hakları vardır. Ne yapalım? Bu böyle. Hiçbir şey öğrenmeyeceğim. Engin’le yatışımı, o pek yalın görünen ama bana kalırsa pek karmaşık olan gerçeği çözmeyeceğim.
*Hani hiçbir anlam yüklemeye çalışmıyordum hiçbir şeye ve Engin’in odasında yeniden yırtılan kadınlık zarıma?
*İşçi sınıfı artık bizden o kadar uzak değil diyecekler. Ben bile inanmıyorum muyum buna? En azından inanmak istemiyor muyum?
*Yolda son rastladığında Aydın’ın elinde bir tenis raketi vardı. Aysel artık, tenis oynayan bir Cumhuriyet çocuğunu önemsememezlik edemez.
*Herkes evleniyor. Herkesin çocuğu oluyor ve herkes -Evlenmez olaydım!.. diye ağlıyor. Semiha da işte. Evlenmeyeceyim ben! Çocuklarım da olmayacak!..
*Böyle tekdüze sürüyor Anıtkabir’in alnı. Sıkıcı. Hiçbir yerlere kondurulamayan can sıkıntısı bir yapı.
*Aman canım! Ne istiyorum bu Aysel’den? Kendi halinde bir kız işte. Başkentte ne kızlar var. Atatürk inkılaplarına göre yetişmiş kızlar… Tenis oynamaya gelen bir Semra var mesela. Istersem hemen benimle arkadaş olmaya hazır. Aysel’in üstüne düşmemin sebebi? Düşünüyorum da herhalde onun böyle erkekten kaçan bir kız oluşunu doğru bulmuyorum ve bir Atatürk çocuğu olarak değişmesini istiyorum. Bu da bize düşen bir görev değil mi?
*Bütün bu kitaplar okununca, Hanyayı Konya’yı görünce bir insan… Bir erkek… Yani nasıl anlatsam, her kadının gövdesi değil aradığım. Beynimle de doymak istiyorum. Aynı düşünceyi paylaştığımız bir kadın istiyorum yatağımda.
*Yakında kocaya verirler seni Aysel. Bir sevgilin bile olamadan çoluk çocuğa karışır gidersin demesin mi?
*Kadınlık zarı gerçekte nasıl yırtılır? Kan nasıl şorul şorul akar? Sonra nasıl unutulur bir yandan da kadın olduğumuz? Gecikerek de olsa bir şey, yani yeni bir şey öğrendim işte. Uygun bir birleşme hiçbir kadının hiçbir yerini parçalamaz, yırtmaz, eskitip atıp değiştirmez. Uslu bir ülkücülük ile uygun bir birleşme arasındaki ayrım ne? Biri ötekinin uzantısı değilse?
*Beğendiğim bir kızla bir akşamüstü güneş batarken deniz kıyılarında, çamlar altında yürüyemedikten sonra ne anladım ben okumuşluğumdan?
*Engin’in yüzüdür diye gözümün önüne gelen, sanki bildiğim bütün yüzlerin bir karışımı. Engin sanki bildiğim ve yaşadığım her şey.
*Getir tezini, getir tezini! Getir tezini, getir tezini! Önlerine telaşla bir tencere dolma koyduğumun ayırdında değilmişim. Birden anlıyorum ki tezim değil, dolma tenceresi bu. Çok utanıyorum. Hele Atatürk’ten çok utanıyorum.
*Hem kızlardan ne öğreneceğim? Yemek tarifi, kek tarifi, hangi oğlan kime bakıyor… Kim kime iç çekiyor… Bunlar.
*Bize dans edin dediler. Atatürk öyle istiyormuş diye… O zaman bizim ne kadar zorumuza gitti, ne kadar utandık değil mi?
*Ertesi gün Atatürk’ün huzurunda, bir ondan izin aldığımızı bilerek yani, Ömer’le nişanlandık. Bütün kokuşmuş töreleri de böylece alt ettiğimizi sandık. Evlendikten sonra ise günlerce, aylarca Beethoven’in senfonilerini çaldık evimizde.
*Sizler düşünürsünüz, biz yaparız.
*Yarın her şeyin güzel, güpgüzel olacağına inanıp dururken nasıl olup da bu mızıkçılığı yapıyorum? Bu mızıkçılıktan neden utanmıyorum? Çok gizli bir kuşkuyu mu taşıyordum içimde yoksa.
*Neydi beni insanlıktan bu kadar uzaklaştıran? Nerede olduğumu anlamak için böyle bir denemeye girişmenin, vatanı kurtarmak uğruna bir erkeklik organını karşımda dolaştırmanın utancıdır belki de benim burada ölmeye yatmamın nedeni.
*Engin nerden aşığın oluyor senin. Keşke? Övünecek bir şey bulmuş olurdun hiç değilse. Ya da varla yok arası bir ilişkiye anlam yüklemiş olurdun. Yanan bir sigarayı avucuna bastırır gibi neyin ne denli acıtacağını, neyin ne denli yırtılıp parçalanacağını ve neyin seni nereye götüreceğini bilmek için kendine seyirci koltuğu seçmezdin.
*Alain’le arkadaş olmak ne güzel! Gözleri kollarını, bacaklarını yemiyordu. Gözleri, -sen bir şeyden anlamazsın da demiyordu.
*Paranın tek otorite olacağı bir toplum düzenine doğru hızla yol alındığını sezinlemiştir.
*Gökdelenin altında vermişti numarasını. Bununla yetinmemişti. Orada benimle birleşmeyi özlediğini de söylemişti. Hiç tükenmeyen bir inat. Oysa ben gökdelenin altında ona doçent olduğumu müjdeliyordum. Bunu önemseyeceğini sanıyordum. Asıl bunu önemsemesini istiyordum.