Roman Yazma Süreci 1

*İlk (ve belki de son) romanımı yazmaya başladım…

*Bu yazıyı yazmak için 40, 50 sayfayı bitirmiş olmayı bekliyordum. O kadar yazdıktan sonra herhalde artık o romanı tamamlardım diye düşünüyordum çünkü… MS Word programında 19 sayfa yazmıştım ki metni kitap boyutu olan A5 sayfasına uyarladığımda metnin 45 sayfaya çıktığını gördüm. Yani 40, 50 kitap sayfasına denk gelen bir kurmacam var artık.  Bundan sonra bu romanı tamamlarım diye düşünüyorum.

*”Konusu ne?” sorusuna geleceğim…

*Notlarıma baktığımda bu roman için çalışmaya 25 Kasım 2020 günü başladığımı görüyorum. Yaklaşık üç yıl sonra, birkaç ay önce ancak başlayabildim yazmaya. Bu gecikmenin sebebi, çok güzel bir şey aslında. “Gözleri simsiyahtı emmoğlu / Ben de ona vurulmuştum, yanmıştım” Bugünlerde Ferdi Tayfur’un TR’nin en büyük hayran kitlesine sahip sanatçısı olduğunu öğrenmiş durumdayım. Bir roman yazarının hayran kitlesinin bir popüler müzik icracısının hayran kitlesini geçmesi mümkün olan bir şey değildir, ama belli mi olur! Belki de romanım sayesinde elde edeceğim hayran kitlemle Ferdi Tayfur’u geçerim! Onun “Emmoğlu” şarkısında geçen bu sözleri, oğlum Tuna için yazdım… Gözleri simsiyah! Ağustos 2021’de dünyaya gelen oğlum Tuna sebebiyle roman yazma işine başlayamadım. Şikâyetçi değilim. Ebeveyn olmak bu dünyadaki en güzel his olmalı. Gerçi devlet yönetimini ele geçiremedim, savaş kazanmadım, devrim yapmadım, Oscar kazanmadım, Nobel almadım! Bunları da yaşayıp sonra karar vereyim en iyisi. Bilenler bilir, çocuk (bebek) insanın hayatının tamamını kapsıyor. Demek ki artık biraz vakit bulmaya başlamışım ki yazmaya fırsat bulabildim. Bu süre boyunca, birçok roman yazarından duyduğumuz üzere, zihnimde romanı yazıyordum. Onu oturup da kağıda (bilgisayar ekranına) aktarmak zor olmadı, olmuyor.

*”’Konusu ne?’ sorusuna geleceğim.” dedim.

*(Başarılı) roman yazmak en sıra dışı insan etkinliği olabilir. (Başarılı) roman yazabilen bir insanın düşünsel faaliyette en ileri boyutlara ulaştığını kabul edebiliriz. Bu arada, konuyla alakasız ama en sıra dışı insan etkinliklerinden birinin de ağır sıklet boks mücadelesi vermek olduğuna inanıyorum. Kazandıkları milyon dolarlar bir yana, bir insanın ringe, yumruk kuvveti 200, 300 kiloya ulaşabilen birinin karşısına çıkabilmesi akıl alır gibi değil.

*Roman çok elit bir sanat dalıdır ve bazıları onun öldüğüne inanıyor. Belki de hiç yaşamadı zaten. Diğer toplumları bilemem ama Türkiye’deki insanların %1’i bile nitelikli romanları onların haklarını vererek okuyamaz.

*Hayatımda hiçbir zaman yazı yazarken yazacak bir şey bulamama sorunu çekmedim. Romanımı yazarken de çekmiyorum. Hep böyle devam eder mi yüzde yüz emin değilim elbette.

*Bu süreci yazılarla sosyal medya üzerinden ulaşabildiğim kadar insana aktaracağım. Sonra da bu yazıları romanın sonuna ekleyeceğim. Orhan Pamuk romanlarında gördüğüm “Son Söz” olayını gerçekleştireceğim yani. Onları çok iyi buluyorum. Yazar “Son Söz”lerinde o romanı yazma hikâyesini okuyucuya aktarıyor. Bazen bunu roman büyüsünün devamı olarak kullanıyor. (İşte bir sorun da Word’de A harfinin üstüne şapka koymak istediğinizde çıkıyor. Otomatik düzeltme haricinde bunu kendim yapmak istersem, bunun nasıl yapılacağını bilmiyorum.) Oğuz Atay’ın da “Ön Söz”lerle dalga geçtiğini hatırlıyorum ama yine de birisi onun ünlü romanına ön söz yazmıştı. Fikrim değişebilir, ben bir fikir değiştirme şampiyonuyum ama ön sözlerin bana pek sıcak gelmediğini söylemeliyim. Bir ipnelik var ön sözlerde! Romanda argo kullanılabilir mi? Aslında romanda kesin kurallar yoktur bana göre. Cervantes veya Dickens veya Dostoyevski veya Atılgan veya Günday yaratıcı yazarlık kurslarına mı gittiler? Bir şeyler yaptılar. Yaptıkları şeyler de iyi şeylerse sorun yoktu. Dünyada yazılmış (ve de başarılı olmuş) her roman sayısı kadar da roman türü vardır.

*Roman yazmak kadar keyif veren şey az bulunur. İnsan kendisini o kadar iyi hissediyor ki! “Fictionizegasm” kelimesinden bahsetmem lazım. Bu kelime benim uydurduğum bir kelime. Kelime Derneği’ne başvurumu yaptım. Biralarla ilgili sosyal medya yazılarında rastladığım “mouthgasm” diye bir kelime vardı. “Mouth” yani ağız demek… “…gasm” de “orgasm” (Ne olduğunu biliyorsunuz… Gerçi belki de bilmiyorsunuzdur…) kelimesinin son dört harfi… İkisi birleştirilmiş. Yani “Bu özel birayı içerken o kadar keyif alıyoruz ki ağzımız orgazm oluyor.” denmek isteniyor. “Fictionize” kurmaca yapmak demek, gerçi belki de böyle bir kelime de yoktur… Yani, kurmaca yaptığımız zaman o kadar keyif alıyoruz ki boşalıyoruz resmen! “Fictionizegasm” çok güzel bir şey. Yaşayan bilir.

*Romanımı yazarken birçok şey planladım ama bunların çoğu gerçekleşmedi. Bu kadar zor bir şeyi yapmadan bilmeniz, yapmadan onunla ilgili planlar yapmanız olası değil. İlk olarak bahsetmem gereken şey şudur ki ilk başlarda ölümüne planlı olmaya karar vermiştim. Metni yazmadan önce her aktarılacak şeyi planlamayı düşünmüştüm. Dışarıda planlanmamış hiçbir şey bırakmayacaktım. Bende de yazma yeteneği varsa (bunu bilmiyoruz) şaheser ortaya çıkacaktı. Romanın başlangıcı için bunu yaptım. Önce bir defter aldım ve ona yazmaya karar verdim. Çok kısa bir süre sonra bundan vazgeçtim çünkü elde yazı yazmaktan tek kelimeyle nefret ederim! Bilgisayara psikopat planı geçirmeye karar verdim fakat bir süre sonra bunu da bıraktım. Dediğim gibi psikopatça hazırlanmış bir plan eşliğinde metni yazmak yerine, genel ayrıntıları belirlenmiş bir plan eşliğinde yazmak bana daha doğru gibi geldi. İtiraf etmeliyim ki vakit bulamamak da bunda etkili olmuş olabilir ama sonrasında yaratıcılığı teşvik etmek adına bu yaptığımın daha doğru olduğunu düşünmeye başladım. 

*Bir diğer planladığım şey de yazdığım her cümleyi geri dönüp iki, üç kere kontrol etmekti… Bunu da yapmadım. O zaman roman yazıyor olma ruh halinde çıkıyorum. Kendimi kontrolcü gibi hissediyorum. Günahıyla sevabıyla metni yazıyorum ve o bitince de onu iki tane falan redaktöre teslim edeceğim. Bu iş için çok para ayıramam. Bazı arkadaşlarımı ucuz paraya sömürmeyi planlıyorum.

*Ayık kafayla yazamamak da bir diğer sürpriz oldu. Bukowski yazarken mutlaka içerdi. Ben de bugüne kadar yazdığım 50 sayfayı hep bira eşliğinde yazdım. Bir birayı bitirene kadar oturup iki, üç sayfa yazıyorum. Daha fazlasını yapmadım şu ana kadar. Tuna ancak bu kadarına müsaade ediyor. Birkaç kere de özel, pahalı bira eşliğinde yazdım ancak bunun yapılmaması gerektiğine inanıyorum şu anda. Kurmaca yaratma orgazmı o kadar keyifli bir şey ki içtiğinizden hiçbir şey anlamıyorsunuz. Ondan tek beklentiniz kafa yapması. Ekonominin berbat olduğu şu günlerde (şu anda 2023’ün yazındayız) aynı şeyi sağlayan iki şeyden ucuz olanını tercih etmek gerekiyor.

*Amacım şöhret olmak değil. Para kazanmak değil. Kazanırsam o parayı çatır çutur yerim yalnız! Edebiyatla üniversiteye hazırlanırken tanıştım. Daha doğrusu Yaşar Kemal’le. Ders çalışmam gereken o kritik dönemde çok fazla Yaşar Kemal romanını, büyülenerek okudum. Üniversitede İngiliz edebiyatı bölümünü kazandım. Bölümü okurken en sevdiğim dersler roman dersleri oluyordu. Her ne kadar İngilizcem romanları İngilizce okumaya yeterli olmasa da romanları Türkçe okuyup sınavda İngilizce yorumluyordum. Hemen hemen herkes Türkçesini okuyordu bu arada. O dönemlerden edebiyatın ne kadar da büyüleyici olduğunu biliyordum ve bir gün kendimi edebiyata teslim etme kararını da almıştım. Almıştım ama çok geç oluyor bazı şeyler insan hayatında. Araya bir “sinema” sıkıştırdığım için edebiyata geç başladım. İtiraf etmeliyim ki roman okumaya 2018 yılında başladım! Yani beş sene önce! İnanılır gibi değil. Kendimi olduğumdan daha nitelikli pazarlamayı her zaman çok iyi yaptığım için beni bir sene sonra bir roman okuma grubunun sorumlusu yapmışlardı! Çok kısa sürede edebiyatın en sıra dışı insan etkinliği olduğunu kavradım ve hayatımda yapabileceğim en önemli şeyin edebiyat üretmek olduğuna karar verdim. Çok kısa sürede bütün önemli romanları okudum. Üzerinde iyi çalışma yapılmış bir liste hazırladım. 140 tane, mutlaka okunması gereken romanı belirledim. Niyetim bunların hepsini okuduktan sonra yazmaya başlamaktı ama 100 tanesini okuduktan sonra (yarım bırakılması gerekenler yarım bırakıldıktan sonra bir de) bütün önemli yazarların en önemli bir veya birkaç eserini okumuş olduğumu fark ettim ve yazmayı ertelememeye karar verdim. Ayrıca Tuna’dan sonra okuma performansım da çok düşmüştü. Geride kalan o 40 romanı muhtemelen 5 senede bitiririm. Ve nihayet benim, yani Baran Doğan’ın şu hayatta yapabileceği en önemli şeye başladım.

*Önemli romanları okumuş olmak elbette büyük bir avantajdır ancak yazmak doğuştan gelen bir yetenektir. Varsa vardır, yoksa yoktur. Çalışarak yoktan var edilecek bir şey değildir yazma yeteneği.  O yüzden yaratıcı yazarlık kurslarına hep mesafeli yaklaşmışımdır. Cervantes kafasında olanları hayata geçirmiştir. Tanpınar da Pamuk da Lermantov da… Sizin zihninizde olanlar edebiyat tarihinde çığır açacak bir şeyse onu özgürleştiriniz, onu kimin ne hakla koyduğu belli olmayan kurallarla boğmayınız. Ben sadece çocuk istismarına tahammül edemiyorum edebiyatta. Onun dışında neyi, nasıl yazarsa yazsın yazar! Başarılı olursa bize sadece susmak düşer!

*Bu romanımı nasıl bastıracağıma dair çok fazla fikrim yok. Her yerde edebiyat dünyasında ahbap, çavuş ilişkilerinin önemli olduğu yazıyor. Bu ilişkilere girebilir miyim emin değilim. Ben bu romanı, roman yazmak çok keyifli olduğu için bir de söylemek istediğim tonlarca şey olduğu için yazıyorum. Şöhret veya para için değil! (Para gelirse onu çatır çutur, çok güzel ezerim, tekrar belirteyim…) Edebiyat camiasından tanıdığım birkaç insan olduğunu da sanıyorum ama gerçekten ne kadar etkililer ve benim yazdığım şeye ilgi gösterirler mi bilmiyorum.

*Hiçbir şey bulamazsam isteyenin istediği şeyi bastırabildiği bir çevrimiçi yayınevi var, oraya giderim. Tabii, bu, romanı sana önem veren insanlar dışında kimsenin satın almaması, o satın alanların da yarısının okumaması anlamına geliyor. Kendime bir Max Brod bulma fikri üzerine yoğunlaşmalıyım sanırım.

*Romanımı bitirdikten sonra hiçbir arkadaşıma okutmayı düşünmüyorum. Kendileri isterlerse okurlar. Sizi tanıyan insanların sizin oluşturduğunuz kurmacanın içerisine sizi tanımayan insanlar kadar iyi giremeyeceklerine inanıyorum. Yazarı tanıyanlar, sanki romanı okurken yazarın ağzından bir şeyler dinliyormuş gibi hissederler diye düşünüyorum. Bunu test etmedim. Tanıdığım bir yazarın romanını okumadım. Bir tane insan var böyle. O da polisiye yazarı Alper Kaya. Kendisiyle iki kere oturmuş sohbet etmiş biri olarak romanını okudum. Bu duyguyu yaşamadım çünkü polisiye bana hitap eden bir tür değildir maalesef. Her şeye rağmen ben bu paragrafın başında öne sürdüğüm fikre inanıyorum. Bir de romanı basılmadan okutmak üzere verdiğiniz arkadaşınız romanı beğenmezse ne der? Bana arkadaşım, arkadaşının romanını verdi de ben beğenmememe rağmen bunu söyleyemedim…

*Kelimelerin yazılışında TDK’yi baz alıyorum. Başka alternatifler de var ama devlete güveniyorum!

*Alıntı yapma meselesi en çok kafamı kurcalayan şey oldu. TDK kuralı diyor ki tırnak içerisindeki kelime topluluğu kurallı bir cümle ise uygun noktalama işaretiyle biter. Fakat bu konuda basında ve de edebiyatta tam bir kaos hakim. “Dedi”, “söyledi”, “diye sordu” gibi şeyler kullanacaksanız sıklıkla virgül kullanılıyor alıntının sonunda. Aslında bu konuda ne yapacağıma hala (Word’de şapkalı A bulmak) karar vermedim. TDK’nin kuralını sosyal medya yazılarımda kullanıyorum ama romanımda kullanmayacağım.

*”Konusu ne?” Gelelim romanın konusuna… Ona bir roman yazma sürecinde olduğumu söyledim. Yüzüme hayretle baktı önce. Sonrasında da gülümseyerek baktı. “Nasıl bir roman” diye sordu. Bu soruyu duyunca içimde bir sevinç patlaması yaşandı. Ayağa kalkarak, masayı geçmek ve onu yanağından öpmek, ona sarılmak istedim. Etraftaki masaların bakışlarına aldırmadan bunu yapmak istedim. Sonra da yaptım. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez bir hale gelmişti. Ağzı açık bir şekilde ve gözleri ışıldıyarak bana bakıyordu. Etraftaki masalardan bazı insanlar ellerinde kadeh, çatal veya bıçakla bize bakıyorlardı. Mekândaki canlı cansız her şey sanki benim ne diyeceğimi bekliyor gibiydi…

*Bir romanının “konusunun” ne önemi var! Bir eve musluk tamiri için giden ustanın dükkâna geri döndüğünde o evde yaşadıklarını diğer elemanlara anlatmasıyla, Yaşar Kemal’in “Ölmez Otu”nda bir şeyler anlatması temelde aynı şeylerdir. Farkı yaratan şey Yaşar Kemal’in anlattıklarıyla bir sihir oluşturup okuyucuları şiddetli ruh hallerine sokmayı becerebilmesidir. Onun düşüncelerindeki özgünlükler ve bunları etkili bir şekilde aktarabilme becerisindedir. Bende bunların olmadığını düşünürseniz romanımı bırakın ve muslukçunun hikâyesini dinleyin… Elbette romanımda bir şeyler oluyor ama bunlar daha önce kimsenin kurgulamadığı şeyler değil. Bacağı kopan Tarsuslu bir mantis karidesinin, CHP’deki değişim sürecini başlatmak üzere yola çıktığında ona “Ama varamazsın ki Genel Merkeze” dediklerinde, “Olsun, en azından bu yolda ölürüm” demesinin üzerine, diğerlerinin de “O zaman senin kafanı sikelim” demesiyle mantis karidesinin o anda, orada bulunan otlarla, çöplerle bir parti kurup iki yıl sonra iktidara gelmesi ve ilk iş olarak siyasi partiler yasasını doğum günü partileri yasasıyla değiştirmesi üzerine Çad’ın ülkeye zabıta çıkartarak uzaktan güdümlü bir zabıta darbesi yapmasının hikâyesini anlatmıyorum. İntihal yapmak isteyen varsa romanımın “konusunu” o kişiye özelden atabilirim mesela…

*Ben pek işbirlikçi bir insan değilimdir ama TR’deki politik partilere karşılık gelmek üzere isimler arıyorum. İyi Parti için Doğru Parti adını koydum mesela. Ak Parti için Değişim ve Vatan Partisi adını koydum ama bunlar değişebilir. Önerilere açığım. Siyasi bir roman nasıl olur veya siyasi olmayan bir roman nasıl olur bilemiyorum ama sanırım siyasi romandan ne kastedildiğini biliyorum ve evet, romanım bir siyasi roman değil.   

*Roman yazarı veya roman iddiasız olamaz. Romanda olağanüstü şeyler anlatılır. Normal hayatta kolaylıkla karşımıza çıkacak insanlar ve durumlar romanda iyi durmaz. Ben de sıradan hayatı göz ardı edeceğim romanımda. Örneğin filmler gündelik hayattaki ayrıntılar üzerine yaslanabilirler. Öyle olanlarını severim de… Mesela “11’e 10 Kala”… Çünkü sinemadaki “en” temel şey “göstermektir”. Sadece bir nesne göstererek de kurmaca oluşturmuş olabilirsiniz ama romandaki temel şey kelimedir. Ve bu size sınırsızlığı, sonsuzluğu sağlar. Bu anlamda roman hiçbir zaman ölmeyecektir. Belki tüm dünyada nitelikli romanların hakkını vererek okuyan insan sayısı %1’in altına düşecektir ama kelimelerle kurmaca evren yaratma olayının başına hiçbir şey gelmeyecektir.

Basılmamış bir romanın son sözünün ilk bölümünü okudunuz. Tekrar görüşeceğiz.       

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

TR’nin Son Özel Birası veya Elveda Güzel Günler, Parkam, Sigaram, 67 Şehir

Her zaman söylerim, daha doğrusu son iki, üç yıldır söylerim: 2018’deki, 2019’daki ekonomiye kurban olurum ben…

14 Şubat 2018 tarihli bir yazımı gördüm: “Hayal Gücü İktidara Gelmiş Haberimiz Yok: İsli Bira”

O yazıda ünlü Alman isli birası Aecht Schelenkerla Marzen’i tanıtmışım. O yazıdaki bir cümle dikkatimi çekti, “Metrogrossmarket’te bakmadan aldığımı bir biraydı” yazmışım. Evet, 67 şehir işte böyle… (Yakında 100 şehir olacaksın gerçi) O yıllarda Metrogrossmarket’e giderdim ve denemediğim 5, 6 birayı alıp gelirdim…

Sonra 2018 ve 2019’da kriz başladı. Covid’le iyice tırmandı ve nihayet bir, iki senedir de zirveye ulaştı. Artık eski ekonomik yok. Bizim yaptığımız gibi, yürüye yürüye bankaya gidip ev almak yok. Külüstür olmayan araba almak yok. Henüz denemediğin özel bira alıp denemek de yok çünkü özel bira yok.

2018 yılındaki ilk döviz kriziyle beraber Metrogrossmarketlerdeki bütün özel biralar yok oldular. Yaklaşık 4, 5 senedir denemediğim ithal bira bulamıyorum. Bu esnada yerli yeni biralar çıkıyorlar ama hem pahalılar hem de özel değiller. Sıradan bir bira olan Gara Guzu’nun 33lük bir şey bir şeyine ben neden 65 TL vereyim? Şerefimle Tuborg, Efes içerim. Bir standardı var en azından.

Geçen Ankara’ya gittim ve oradaki Metrogrossmarket’te yıllar sonra denemediğim bir bira gördüm…

Belki de TR’nin son özel birası… İzlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Schelenkerla’nın “oak tree” kütüklerinin yakılması sonucu kavrulan arpa maltından elde edilmiş bir birası aslında. Yani bildiğim Schelenkerla’nın bir çeşidi… Bu arada “oak tree”yi ben üniversitedeki mitoloji dersinden “dişbudak ağacı” olarak hatırlıyordum ama bütün sözlüklerde “meşe ağacı” olarak geçiyor.

Olsun, yeni mi yeni, özel mi özel!

Hayal gücünün iktidara geldiği biradan bazı bilgileri aktaralım sonra “Oak Tree”nin farkına bakalım.

İsli bira ne demek? İçerken damağınıza gelen mangal kömürü, barbekü sosu tadı demek. Eskiden bütün biralar isliydi. Arpa taneleri fırınlarda odun yakılarak kavruluyordu, o yüzden bütün biralardan is kokusu geliyordu. Bu arada geçenlerde Manisa Kula’daki bir fırından aldığım ekmek 10 numaraydı çünkü o yüz yıllık is aroması ekmeğe sinmişti. Ben seviyorum o is kokusunu… Neyse, sonra buhar makinesi keşfedilince arpa taneleri buharda kavruldu ve is kokusu gitti. Ama halen Almanya’nın Bamberg kasabasında (ki UNESCO dünya kültür mirasıdır kasaba) isli bira üretiliyor. “Aecht” Almanca orijinal anlamında gelen “echt” kelimesinin Bamberg lehçesinde söylenişi… Schlenkerla da salına salına yürümek anlamına gelen bir fiil… Yani orijinal isli bira içtim, kafam güzel ve salına salına evime doğru gidiyorum… Bu kasaba yıllık ortalama 300 litre bira tüketimiyle dünyada birinci. Yani herkes her gün iki tane yuvarlıyor. Bu arada birinci Çekya’dır, Almanya değildir.

İşte bu Schelenkerla Metrogrossmarketlerden kaybolmadı ve yeni türünü de getirmiş adamlar. Adamları bilerek kullandım çünkü bu tür işler hep erkeklerin projeleridir…

Sitesine baktım markanın. Biralar kayın ağacı odununun yakılmasıyla elde ediliyormuş. Bu Doppel Bock ise meşe (idşbukdak?) ağacının yakılmasıyla elde ediliyor. Doppel bock ne demek? %8’ kadar olan alkol oranına sahip bira demek. Ondan sonrası Tripel diye adlandırılıyor ki üç tane 33’lük Triple içemezsiniz mesela. Eski zamanlarda Paulaner Salvatore vardı Metro’da ve denediğim tek doppel bock oydu. Atatürk’ün birası olarak bilinirdi. Atatürk’ün onu Almanya seyahatinde denediği düşünülüyordu. Oysa öyle bir şey olamazdı. Atatürk Berlin’e gitmişti. Atatürk siyah birayı sevdiği ve AOÇ’de teşvik ettiği için Salvatore için böyle bir tabir uydurmuşlardı. Atatürk’le ilgili yalanların TR’de tutmama ihtimali pek yok.

Hayatımda ikinci defa bir doppel bock denedim. Onu ŞL final maçında içtim. Özel bir etkinlik gerekiyordu. Çünkü yaşadığım şehirde Metrogrossmarket yok. Bir şekilde oraya ulaşıp da yıllar sonra bir özel bira bulmuşsam onu güzel bir etkinlikte tüketmek isterdim. Öyle de yaptım.

Şiilenkeğlaa’nın özel hayranıyım. Bu da çok iyiydi. En son Marzen’i iki üç sene önce içtiğim için meşe ağacı ile kayın ağacı odunu arasındaki farkı anlayamadım yalnız… Aslında bu biralar özel etkinlik olmadan içilmeli diye düşünmeye başladım. Tadına iyice varmak için, sakin sakin otururken içilmeli. Tabii Almanya’da yaşasak maç izlerken bile doyunca içersin elbette! Ama burada hem her zaman bulunmuyor hem de çok pahalı! 134 TL Metro’da amk! Evde üç tane çaksan, 500 TL vereceksin… Resmi siteye göre sadece yılbaşlarında fıçıdan sunuluyormuş ve sınırlı sayıda şişesi Amerika’ya ithal ediliyormuş. Bunlar pazarlama hileleri işte. TR’de bile bulunuyorsa her yerde vardır.

Bu milletin taa… Bu milletin dinine, kimliğine olan düşkünlüğü bizim yaşam tarzımız üzerinde direkt etki ediyor işte. Kendisi kuru ekmek ve soğan yiyerek yaşamaya devam ediyor ve “erk sahibi” oluyor, biz de Almanya’da 0,80 cent’e satılan birayı bulmak için şehirlerarası yolculuk yapıyoruz ve onu içmek için sakin bir ortam arıyoruz.

“Metrogrossmarket’te bakmadan aldığım bir biraydı. Baran Doğan” 2018

“Bu birayı geçen Ankara’ya yaptığım seyahatte tesadüfen elde ettim ve onu içmek için sakin kafalı bir ortam yakalamaya çalıştım. Baran Doğan” 2023  

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bu Sene Basketbolda Yaşananlar veya Saçmalıklar Silsilesi Sezonu

*Ne demiştik, bir oyun olarak basketbol futboldan katbekat daha fazla seyir keyfi ve heyecan sunar ama futbol tarihselliği sayesinde taraftarlık duygusunu çok daha iyi beslediği için kraldır… Bu sene de basketbolu bir Efes taraftarı olarak takip ettim. Efes’in Euroleague finallerinde yaşadığım heyecan benzersizdi. Kaybettiğimizde hissettiğim yıkılmışım ben sendromu da uzun yıllardır hissetmediğim şeydi. Efes’le başlayalım.

*Üst üste iki sezon Euroleague şampiyonu olduktan sonra bu sene tarih yazma sezonuydu Efes için. Hiçbir takım three peat (three ve repeat kelimelerinden üretilmiştir) yapamamıştı. Avrupa’nın belki de tarihteki en iyi kısa ikilisi bizdeydi. Misic ve Larkin. Onları tuttuk. Üstüne Avrupa’nın en dominant oyuncularından birini aldık. Will Clyburn. CSKA’dayken her maç anamızı sikerdi. Onu aldık. Ayrıca Karşıyaka’dayken de her maç anamızı siken Mbaye’yi de almıştık. Ben üçleme kesin diye bakıyordum. Takım kendisini güle oynaya play-off’lara atacaktı. Bir şekilde F4’e gelecektik. Ve Efes F4’deyse herkes ne olacağını biliyordu. Ama olmadı. Misic, Larkin ve Clyburn arasında ego savaşları çıktı. Anladık ki iki süperstarın varsa üçüncü dengeleri bozar. Onun yerine bir çok iyi beş numara alınmalıydı. Olmadı.

*Ama neden olmadı. İşte ilk defa bu sezon gördüğüm saçmalıklar silsilesi sebebiyle olmadı. Altı, yedi maçta son çeyrekte bir, iki dakika içinde 10 sayılık farktan maç verdik. Pat pat pat attılar ve öne geçtiler. 20 sayı öne geçtiğimiz iki maçı da verdik. Sonuncu Alba Berlin’e son saniye takip smacıyla maç verdik. Bu maçların yarısı kazanılsaydı Efes play-off’taydı ve herkes ondan sonra ne olacağını biliyordu.

*FB de saçmalıklarla dolu bir sezon yaşadı. İlk 12 maçta 11 galibiyetle lider oldular. Ama kesinlikle lider olabilecek bir takım değildi. Sonra normale döndüler ve bir şekilde play-off yaptılar. Hiç şansları yoktu ama seriyi beşinci maça taşıdılar. İstanbul’daki maçta son salisede eski oyuncuları Sloukas iki kişinin arasından bakmadan attı ve üçlükle maçı kazandılar. Yani f4 yapıyorlardı neredeyse.

*Bir diğer saçmalık da Real Madrid Partizan serisinde yaşandı. Neden bana Obradovic gibi bir adamın TR’ye geldiğini 2013’te söylemediniz? Partizan tarihte ilk defa 0-2 yaptı seride. O son maçta Realliler “Orospu Cocukluğu” taktiğini devreye soktular. Kavga çıkarttılar. En iyi adamları ceza aldı Partizan’ın. Belgrad’da bri maç yetecekken, maçtan önce bir ergen okul basıp 8 çocuğu taradı ve bu travma maça etki etti. Sonra Madrid’deki beşinci maçta Partizan 18 sayılık farktan maç verdi. Son dakikaları yaşlı adamlarla oynadı Real Madrid koçu ve istediğini aldı.

*F4te de saçmalıklar yaşandı. Monaco Olimpiakos maçında ilk yarı 15 sayı fark atan Monaco üçüncü çeyrekte 26’ya 2 yaptı. Tarihte bir ilk. Verdi maçı. Finalde yine Olimpiakos maçı başta sonra üstün götürürken, son saniyede sayısı olmayan Lull 2.20’lik adamın üstünden inanılmaz bir basket attı ve Real şampiyon oldu. Tarihin en antipatik şampiyonu olabilir.

*Henüz basket izleyiciliğinde yeniyim, belki de oyunun karakteridir bu ama dört, beş yıldır takip ediyorum basketi ve bu sürede bu kadar saçma şeyin bir arada yaşandığı bir sezon görmedim.

*Ergin Ataman Panatinakos’a gidecek. Takım sporlarında antrenörün orospu çocuğu olması gerektiğini düşünüyorum. Pep gibi bir dahi değilseniz tabii. Ergin Ataman’dan daha orospu çocuğu birini zor buluruz. Bakalım ne olacak. Star adayı koç Erdem Can, Eurocup’ı veya TR ligini alsaydı iyi olurdu.

*Neyse izlemeye devam edeceğiz. Efes eski Efes olmayacak sanki. Tarihi kısa ikili de bozulabilir. Bu hayatın allah belasını versin! Keşke sporda hep benim istediklerim gerçekleşse. Messi gitti, Efes gitti…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bu Sene Futbolda Tanıklık Ettiğimiz ve Etmediğimiz Tarihler

Bu sene futbolda tıpkı basketbolda olduğu gibi saçmalıklar silsilesi şeklinde tanımlayabileceğimiz şeyler yaşandı. Yine tarihlere tanıklık ettik. Bazı durumlarda da tarihe tanıklık edemedik. Bunlara bir bakalım.

*Okan Buruk 7 kere futbolcu, 2 kere de TD olarak toplamda 9 kere olmak üzere en fazla şampiyonluk yaşayan adam oldu. En fazla şampiyon olan futbolcu 8 kere ile Bülent Korkmaz, Suat Kaya ve Hakan Şükür’dür. Hakan Şükür’ün üç sene yurt dışında oynadığını da hesaba katalım. Ve şampiyonlukların hepsinde başrollerdeydi. Bülent ve Suat 1988’de figürandılar.

*City three-peat yaptı. Three ve repeat kelimelerinden üretilen bu kavram üst üste üç kere şampiyon olmak demektir. İngiltere’de üst üste dört yapan yok. Seneye bakalım tarihe tanıklık edecek miyiz?

*Haaland Premier Lig’de 36 gol atarak tüm zamanlar lig golü rekorunu kırdı. 40+ lig golü atan (ciddi ligleri konuşuyoruz burada) dört futbolcu vardır. Diğer ikisinin kim olduklarını merak ediyorsunuzdur… Luis Suarez bir kere 40 lig golü attı. Lewandowski de bir kere 41 attı. O, bir kere 50 lig golü attı. Hatta 2013’de 46’dayken ve bitime 8 hafta kalmışken sakatlandı. diğeri en fazla 48 attı bir kere. İkisinin de 5, 6 kere 40+ golü vardır. Neyse, Haaland büyük bir heyecan yarattı. Ama bence onların gol sayısını geçemeyecek. Mbappe de geçemeyecek. Geçmeleri için önümüzdeki üç sene boyunca 60’şar, 70’şer gitmeleri gerek.

*Haaland bir ŞL maçında 5 gol atmışken, Guardiola tarafından oyundan alındı. Epeyce bir süre de vardı ve ŞL bir maçta en çok gol atma rekorunu tek başına eline geçirecekti. Pep bence saçmaladı. Onu ikinci kez saçmalarken gördüm. 2012’de Real Madrid maçında üçlü oynatmasıydı diğeri de.

*Messi 43 kupalı Dani Alves’i yakaladı. Geçecek ve bir daha kimse onu kupa sayısında muhtemelen geçemeyecek. PSG’den ayrılacak olan Messi’nin kazanamadığı tek kupa da Fransa Kupası olarak kalacak… Bu da bir bilgi. Kim siker Fransa kupasını?

*Ronaldo için işler iyi gitmiyor. Kariyerinde dördüncü kez kupasız sezon tamamladı. Çölde ne ligi, ne kupayı, ne bakkal kupasını, ne de kürek kupasını kazanabildi. Ayrılacak mı? Avrupa’da ona kapılar tekrar açılacak mı, merakla bekliyorum. Üzülüyorum onun bu haline. Daşşak oğlanı olacak son kişiydi şu dünyada.

*Dortmund’a ne demeli! Son maçta Signal Aduna Park’a iddiası olmayan Mainz karşısına şampiyonluk için çıktılar. 10 sene sonra talih yüzlerine güldü. Bayern genelde ekim sonu kasım başı gibi şampiyon olacağını belli eder… Orada da saçmalıklar silsilesi yaşandı. Liderken TD’sini kovdu Bayern. Sonra bir şeyler bir şeyler oldu ve 10 sene sonra şampiyon olma fırsatını eline geçirdi Dortmund. Maçı berabere bitirdi ve büyük bir yıkım oldu bu, Dortmund için. Penaltı kaçırdılar vs. Bayern gol yedi, 89’da çevirdiler maçı falan… Amın oğlu Thomas Müller de kulübeden maçı diğer maçı takip edip millete haber veriyordu. Üst üste 10 tepsi Bundesliga kupan var, hatta 2009-10’dan bile şampiyonluğun var! Bırak bir sene de Kapıcı Bilolar şampiyon olsun yavşak!

*Lineker’in meşhur bir sözü vardır: Futbol 11 kişiyle, 90 dakika oynanan, basit bir oyundur ama sonunda hep Almanlar kazanır. Ben de diyorum ki futbol basit bir oyundur ama sonunda hep Kingsley Coman kazanır. Ünlü amın oğlu, 27 yaşında ve hep ama hep şampiyon oldu bugüne kadar. PSG’de başladı. Sonra bir sene Juventus’ta oynadı. Sonra da Bayern! 11 senedir şampiyonluk sevinci yaşıyor. Bir DK bir de AŞ finali oynadı bu arada. ŞL aldı.

*Müller üst üste 11 şampiyonluğun hepsinde vardı. Ve dediğim gibi 2009-10’daki şampiyonlukta da vardı. 12. Messi 12. şampiyonluğunu aldı bu sene. Zlatan’ın 14 şampiyonluk sevinci var. Kingsley Coman 15, 16 yapar rekoru da kıyamete kadar kırılmaz.

*GS üst üste 14 kez kazanarak rekoru eline geçirdi. Daha önceki rekor Türkan Şoray lise üniformasıyla film setini ziyaret gittiği sene, BJK tarafından kırılmıştı.

*Messi beş büyük ligde atılan gol sayısında Ronaldo’yu geçti. Messi 577 maçta 496 gol attı. Ronaldo 626 maçta 495 gol. Ronaldo’nun Portekiz’de de iki, üç golü var ama orası beş büyük ligden sayılmıyor. Messi ile Ronaldo arasındaki totalde 25, 30 gol farkı korunuyor.

*Frikiklerde Ronaldo 67, Messi 63 oldular sanırım. 70 yapan iki futbolcu var. Pele ve Juninho. 60+lar Beckham, Ronaldinho, Maradona, Zico ve Koeman.

*Eskiden Dünya Kupası demek Pele, Maradona, Zidane ve Ronaldo 9 demekti. Artık Messi ve Mbappe de demek. Dünya Kupası gol rekorunu Thomas Müller’in kıracağına inanıyordum çünkü 22 yaşında 5 gol atmıştı. Ama artık bu rekor kesinlikle Mbappe (12, Klose 16) tarafından kırılacak. Finallerde attığı dört gol de çok zor geçilir artık. Ayrıca finalde hat-trick yaptı. Bunu 1966’da Höst mü Hastır mı, birisi daha yapmış.

*Ronaldo beş farklı dünya kupasında gol atan ilk futbolcu oldu. Messi 2010’u boş geçmişti.

*Guardiola’nın 2008 takımında oynamış olan son kişi Busquets de Barcelona’dan ayrıldı.

*Tarihe tanıklık etmek değil de Dortmunlu Bellingham Real’e gidecek ve kendisinde Zidane kumaşı var.

*Arda Güler‘de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyisi olma potansiyeli var bence.

*Üç İtalyan takımı da Avrupa kupalarında finale çıktı ama üçü de kaybetti.

*Emerson Palmieri her Avrupa kupasını kazanan ilk futbolcu oldu. 2019’da Chelsea ile UEFA’yı, 2021’de aynı takımla ŞL’yi, 2022’de aynı takımla Süper Kupayı, 2020’de İtalya ile AŞ’ı, bu sene de West Ham ile yeni bir kupa olan Konferans Kupasını kazandı.

*Guardiola üç ŞL şampiyonluğuna ulaştı. Bob Paisley ve Zidane’ı (o kupaları Ronaldo kazandırdı) yakaladı. Futbol teknisyeni Ancelotti’ye bir kupa uzakta. Guardiola ayrıca üçleme yaptı. İngiltere’de bunu iki kere “Sir” (orospu çocuğu) yapmıştı. 37 kupa ile “Orospu Çocuğu”na 13 kupa uzaklıkta. Aralık ayında 40 olacak kupa sayısı. GOAT teknik direktör tartışmaları başladı. Bu arada Pep mücadele ettiği 14 sezonun 11’ini şampiyon olarak tamamladı. Onu geçenler Mourinho Madridi, Conte Chelseasi ve Klopp Liverpoolu. Para harcama konusunda diğerleriyle aralarında uçurum yok. Ve City birinci bile değil. 4., 5. Falan. Arsenal’den 20 milyon önde mesela.

*Alvarez aynı sezonda hem DK hem ŞL alan oyunculardan biri oldu. Bunlar 74 Bayern Münihinin yarısı, 98’de Karembau, 02’de Roberto Carlos, 18’de Varane…

*Haaland ŞL yarı final maçları ve final maçında etkisiz ve golsüz kalınca balondor’u Messi’nin alacağı kesinleşti. 8. Balondoru alacak. Ronaldo’nun 5 tane var.

*İbrahimoviç ve Burak Yılmaz futbolu bıraktılar. 500 + golü olan ender futbolculardan biriydi Zlatan. Yılmaz Süper Lig’de 188 gol attı. Dört sezon falan dışarıda oynadı. TR’de kalsaydı Kral Hakan Şükür’ün rekorunu (249) kırardı.

*De Bruyne oynadığı iki ŞL finalinde de sakatlanarak oyundan çıktı.

*Daha önce ŞL almamış bir takım ŞL aldı. Ama sürpriz bir şey mi bilmiyorum. 2012’de alan Chelsea de tarihinde ilk kez almıştı ama ondan sekiz sene önce başlayan paralı dönemde 3 tane falan daha almalıydı. Sürpriz olarak ve para faktörü olmadan, bir ilk kazanan bakacaksak, 97 yılına gitmemiz gerekiyor: Dortmund. En büyük sürpriz 1979 (ve 1980) Nottingham Forest.

*2025 yazında dünya kulüpler kupası oynanacak ilk kez. Bakalım ne olacak?

*Guardiola’ya büyük bir hayranlığım var. Messi malum! Bu sene futbolda sevindiğim anlar oldu ama Messi’nin Avrupa’dan gitmesi futbol izleyiciliğimde önemli bir kırılma anı olacak. Bakalım. Basketbol daha heyecanlı bir spor dalı olarak. Oraya biraz daha fazla kanalize olabilirim. Bakalım.        

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bir Söyleşinin Ardından: Türkan Şoray

Geçenlerde Türkan Şoray’ın söyleşisine gittim…

Ünlü insanları görmeyi severim. Onlara bakarak içinde bulundukları meşhur anları hayal etmeye çalışırım. Zidane’ı teknik direktör olarak gördüğümde 2002 finalinde Leverkusen’e attığı inanılmaz golü düşündüm. Neşet Ertaş’ı gördüğümde, bir yazıda okuduğum üzere Rumeli Hisarı’nın üstündeki ormanlık alanda Arif Sağ ve Orhan Gencebay’la şarap içip, türkü söyledikleri anı düşündüm. Erdoğan’ı gördüğümde Altunizade Mabeyin Restoran’da Baykal’la yedikleri yemeği düşündüm. Tuncel Kurtis’i gördüğümde “Umut” filmindeki araba sahnesini düşündüm. Messi’yi gördüğümde 2008 balondor ödül töreni öncesinde aynı odada Ronaldo ve Kaka ile beklediği anı düşündüm.

Türkan Şoray’ı gördüğümde de onlarca kez seyrettiğim “Sultan” filmindeki çamur savaşını düşündüm.

Kendisine liseye falan giderken hayranlığım vardı. O yıllarda Türk sinemasına da hayranlığım vardı. Türk sinemasıyla ilgili çok kitap okudum. Türkan Şoray’la ilgili de çıkmış bütün kitapları okumuşumdur. 25 yaşımdayken falan gerçek anlamda bir sinemasever olmaya başlayınca Yeşilçam denen dönemin filmlerinin şimdiki Türk dizilerinden farksız olduklarını anladım. Elimde pek başka bir alternatif yoktu veya ben yeterince arayışçı değildim. Yeşilçam hayranlığım da geçmişimde yer alan ve pişman olduğum nice şeyden biriydi. Biraz da onunla hesaplaşmak için gittim söyleşiye.

Türkan Şoray’ın bazı söyleşilerini izlemiştim ve aslında o kadar da efsane bir karakter olmadığını anlamıştım. Çok güzel de değildi sanki. Bir tane filminin adı “Dünyanın En Güzel Kadını”dır. Dünyanın en güzel kadını değildi kesinlikle. En büyük artısı oldukça anlamlı ve güzel olan gözleriydi. Türk tipi vücut yapısıyla da Anadolu insanının fetiş objesi haline gelebilmişti.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Zor yer buldum. Bulamayanlar oldu. Şoray’ın nasıl da Türkiye’nin ilk fenomenlerinden biri olduğunu çok net gördüm. Fenomendi ama kim için? Eski insanlar için. En son 2016’da lisede çalışıyordum ve o zaman bile lise öğrencilerinin Şener Şen’i tanımadıklarını görmüştüm. Şimdi sosyal medya sayesinde her taraf 15, 20 saniyelik video dolu. Daha iyi tanıyor olabilirler ama bu yeni insanlar için Şener Şen, Kemal Sunal, Türkan Şoray, Kadir İnanır, Tarık Akan kesinlikle bizim için ifade ettiği şeyleri etmiyor.

Söyleşi çok sıkıcıydı. Gerçekten güzel bir kadın vardı moderatör olarak. Güzel olmaktan başka hiçbir vasfı yoktu. Feministler kızacak ama kadından önce güzel olması beklenir. Beklendi 250 bin yıldır. Gelecekte de beklenecek uzunca bir süre. Çok cahildi. Şoray’a samimi olmayan övgüler düzüyordu sürekli. Elindeki kartondan okuduğu sorular da çok yüzeyseldi. Sinemaya nasıl başladınız? Yeşilçam sizin için bir okul muydu? Bu soruların cevaplarını ve çok daha fazlasını biliyordum Şoray ile ilgili. Türkiye’nin ilk fenomenini de görmüştüm. Üstelik çok da merak ettiğim bir Partizan-Real Madrid basketbol maçı vardı. 10 dakika sonra çıktım söyleşiden. Sövdüm geçmişime. Bu yanlış hayatları yaşamamak elimizde miydi? 18 yaşındayken, 40 yaşındaki gibi düşünmek mümkün müydü? 18 yaşındayken her gün üç Türk filmi izlemektense bir uyku tulumu alıp otostopla Ege bölgesini ve hatta tüm Türkiye’yi gezmesi gereken bir insandım ben. Bunu yapabilir miydim? Bu vizyona, bu cesarete, bu kararlılığa sahip olabilir miydim? Cevap evetse sövmekte haklıydım. Cevap hayırsa sövmek sadece rahatlatıcı olur…

Şoray benim ilk fenomenlerimden biriydi.

Türkiye’nin de ilk fenomenlerinden biriydi. İlk olan o değil de kimdir diye sorulsa akıllara Zeki Müren gelir herhalde. Cahide Sonku, Safiye Ayla, Zeki Müren… Yani somut şeyleriyle fenomen olanlar. Sonra Türkan Şoray gelir ve sinemada kimse onun kadar fenomen olmamıştır. Erkeklerde Yılmaz Güney ve Kemal Sunal ona yaklaşmışlardır.

Türkan Şoray liseye giden bir kızken Panter Emel tarafından sete götürülmüş ve orada Türker İnanoğlu’nun dikkatini çekerek direkt başrol teklifi almıştır. Panter Emel yani 90’lı yıllarda televizyonda hayvan hakları için mücadele veren ÖDP’li Emel Yıldız… İlk filmlerinde kaşları birleşiktir ve burnu da estetiksizdir. Gözleri hep aynı şekilde büyük ve etkileyici. Close-up’ı (yakın çekim= çağıran gözler. Vücut yapısı Anadolu insanının beğenisine uyacak şekilde kalın ve yapılı.

Hem bizden olan hem de ulaşılmaz olmayı başarmış bir kadındır Türkan Şoray. Tıpkı Yılmaz Güney gibi. Sinema sanatı yapısı gereği perdede görülen insanı biraz kültleştiren bir sanat. Bunu yaptı Şoray için ama her şeyiyle bizden biri gibiydi. Bu iki şey birleşince fenomenlik oldu. Diğerleri yani Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik Avrupai tipliydiler.

Türkan Şoray aynı zamanda bir de fetiş objeye dönüşmüştür. Bu hikaye hep ironik bulmuşumdur.

Oyunculuğunun ilk yıllarında öpüşmüştür ve işin kuralı gereği frikik vermiştir Türkan Şoray. Ama birkaç yıl sonra adeta bir rahibe Teresa’ya dönüşmüştür. Meşhur Türkan Şoray Kanunları devreye girmiştir. Yani Sultan perdede öpüşmeyecektir, sevişmeyecektir, filmin sonunda erkek ona dönecektir vs. Gerçekten de bu kurallar o yıllarda film yapımcılarına sunulmuştur.

Peki, bu kuralları kim koymuştur? Rüçhan Adlı

Türkan Şoray’la onun kariyerinin ilk yıllarında tanışan zengin ve yaşlı adam Rüçhan Adlı aslında evlidir. Evliliğini hiç sonlandırmadan Şoray’la yaklaşık 20 sene birlikte olmuştur. Bu kuralları o koydurtmuştur. Bu hikaye neden ironik? Normalde Anadolu insanının asla onaylamayacağı bir şey olan “evli adamla dost hayatı yaşamak” eylemini gerçekleştiren Türkan Şoray filmlerinde namus timsali olarak gözüktüğü için adeta bir milli fetiş obje olmuştur. Herkes ona aşıktır ama o dokunulmazdır, kutsaldır. Çelişkili değil mi? Adlı’ya karşı neler hissettiğini bilemeyiz ama ben o ilişkinin Şoray için biraz kapan gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu ima eden bir kitap da var aslında: Atilla Dorsay’ın “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” iyi bir kitaptır ve bu mapusluğu ima eder. Kitapta da bununla ilgili bölümler vardır. Sümbül Sokak Levent’tedir ve orada bahçeli, duvarlı bir evde Adlı ve Şoray yaşamaktadırlar. Hatta Adlı ölünce ailesi Şoray’ı oradan çıkartmaya çalışmıştır…

“MİNE” FİLMİ

Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, Şoray’ın hayatı ilginizi çekiyorsa 1982 tarihli “Mine” filmini izlemelisiniz. Her Yeşilçam filmi gibi kötü bir film ama ilgi çekici. Youtube’da var.1,5 X’le izleyebilirsiniz. Bu film önemlidir. Bu filmde Şoray adeta kendisini oynamaktadır. Kasabadaki yaşlı ve ruhsuz tren şefinin karısı Mine herkesin arzu ettiği bir kadındır. Herkes onunla yatmak istemektedir. Mine ise kocasının onu anlamayan kaba saba tavırlarından dolayı bunalmaktadır hali hazırda. 12 Eylül’den kaçtığı ima edilen bir adam, yani öğretmenin abisi kasabaya gelir. Yazardır, duyarlıdır, empatik becerileri gelişkindir. Cihan Ünal ne kadar yakılışlıysa o kadar yakışılıdır. Bu adamla Mine’nin dostane bir diyalogu gelişir (yazıyı okuyan erkeklerin kıs kıs güldüğünü hissedebiliyorum.) Adam Mine’ye kitaplar verir. Onunla konuşur, onu dinler. Kadınların bayıldıkları şeyler bunlar. Kasabada dedikodular artık çok ağır basmaya başlar. Sonra Mine adamın evine gider ve “herkes bizim yatmamızı bekliyor, hadi yatalım” der. Ve Şoray 20 sene sonra öpüşür, sevişir. Dünya yakılıp, yıkılmamıştır. Yer yerinde oynamamıştır. Belki de bunlar olmuştur… Film çekilirken Adlı’yla birlikte olan ve aslında ona karşı gelen Şoray kısa süre sonra kendisinden ayrılıp Cihan Ünal’la evlenmiştir. Yani hayatını aynen Mine’de yaşamıştır veya Mine’dekini hayatına transfer etmiştir.

Bütün bunların arkasında Müjde Ar’ın “devrimcliği” vardır aslında. 80’li yıllarda siyasi filmler yapmak yasak olduğu için sosyal içeriğe yönelmek isteyen sinemacılar kadın sorunlarına eğilen filmler yapmışlardır ve Müjde Ar da bu filmlerde boy göstermiştir. Ekranda her naneyi yemiştir. Başta Şoray olmak üzere eskinin namus timsali başrol kadın oyuncuları birer birer filmlerde naneler yemeye başlamışlardır.

Fakat artık geçtir biraz. Hem Şoray yaşlanmaya başlamıştır hem de Yeşilçam adeta bir yok olma sürecine girmiştir. 70’li yıllarda yılda 200-250 film çeken sektör 80’lerin sonlarında 15-20’ye düşmüştür. 80’lerin ikinci yarısıyla beraber Türkan Şoray’ın artık bir fenomen, bir milli fetiş olmadığını görüyoruz.

Benim bir tezim vardı: Çok az sanatçı (şov dünyası elemanı) 20 yıldan fazla üst seviyede kalabilir. Türkan Şoray da onlardan biri değildi. 20 sene zirvedeydi. Anadolu insanının hayallerini, gizli saklı fantezilerini, düşlerini süsledi. Lenin’in kullandığı bir “zorunlu tesadüf” kavramı vardır, zorunlu tesadüf onu bize armağan etti, biz de onun etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandık…

Tarihte yer almaktadır. 222 başrol ile dünya sinemasında bir rekorun sahibidir. Rekor sayıda Anadolu insanının da fenomenidir. Bir dönemler ben de o insanlardan biriydim. Uzun zamandır değilim ama onu görmek istedim işte… Türkiye’nin hemen hemen her şeyi vasat… Fenomeni de fenomeni fenomen yapanları da vasat…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Oblomovluk ve Romanı

Rus yazar Ivan Gonçarov’un “Oblomov” (1859) adlı romanını okudum. Bu romanı okumak yaklaşık 10 senedir aklımdaydı. Hem geç oldu hem güç oldu…

Romanla ilgili yazı yazıyorum ama aslında romanı beğenmedim.

Uzunca bir süre önce bence çok yerinde bir karar almıştım. Artık kitapları/romanları illa bitireceğim diye kendime baskı yapmaktan vazgeçmiştim. Eskiden bunu yapmadığım için saçma sapan kitaplar için çok değerli vakitlerimi heba etmiştim. Kitap okumak çok değerli bir eylem ve ömür kısa. Okunacak kitap da bence nokta atışı olması gereken şeylerden biri. Bir kitaba başlayınca onunun bana hitap etmediğini kısa sürede anlayabiliyorum ve hemen kitabı okumayı bırakıyorum. Sizlere de bunu tavsiye ederim. Kitabı, sana hiçbir şey katmayacağını bile bile illa bitirmeye çalışmak bence bir takıntı. Ha, takıntısız bir insan olduğumu iddia etmiyorum ama bu kadarına da gerek yok.

Fakat bir süre önce de şöyle bir durum gelişti: Bazı kitaplar beni epeyce ilerledikten sonra da sıkmaya başladı. “Oblomov” örneğin. Yarısından sonra o kitabın yazıldığı kadar iyi bir kitap olmadığına karar verdim. Resmen bir aşk romanına dönüştü yarısından sonra. 2023 yılında “aşk romanı” okuyamam! O durumda ne yapacaktım? Onları da yarım bırakmam gerekir bence fakat “Oblomov” çok önemli, üzerinde çok durulan bir roman olduğu için onu sıkıla sıkıla da olsa bitirmeye karar verdim. Bundan sonra böyle yapacağım çok az roman var. Bu da onlardan biriydi işte…

“Oblomov” neden bu kadar önemli?

1859 yılında ve onu takip eden uzunca bir süre boyunca Rus toplumunu daha doğrusu “okuyan” Rus toplumunu derinden etkilemiştir. Bu yazıda Rus klasiklerine ve onları okumaya da değineceğim…

19,5. YÜZYILIN ROMANI

On dokuz buçuğuncu yüzyıl…

Bu tabir nice uydurduğum tabirden biridir. Bu tabiri roman değerlendirmesi yazılarımda çok kullandım. Neydi 19,5. yüzyıl? TR’nin bugünkü şeklini almasında, şu seçim günlerinde daha da çok hissedilen temel politik mevzunun şekillenmesinde, kabaca 1850-1950 yılları arasında yaşanılanlar temel çıkış noktasıdır. Yaşam Tarzı ve Kimlikler Savaşı diye adlandırdığım bu mevzu, başlangıcıyla beraber uzunca bir süre Türk edebiyatının temel teması olmuştur. Halk değil ama devleti yöneten 30 bin asker/bürokrat/memurdan (kimileri bunlara aydınlar diyor) yarısı devleti ve toplumu başka kodların doğrultusuna sokmak gerektiğine inanmışlardır. Bu süreç Atatürk’le başlamamıştır ve onun orijinal projesi değildir ama 1. Dünya Savaşı ve ardından yaşanan kaotik süreç sayesinde, çok etkili ve kararlı bir insan olarak Atatürk bir fırsat yakalamış ve epeyce büyük hamleler atmıştır. Elbette diğer asker/bürokrat/memurlar da yok olmamışlardır. Yenilmişlerdir ama ölmemişlerdir. Erdoğan onların tekrar ülke yöneten etkili erkek bireyi olmayı başarmıştır ve o da önemli adımlar atmaya çalışmıştır ancak, görüntüdeki tüm şaşaya rağmen neticede “diğer aydınlar” toplumun doğal gelişim sürecine yenilmişlerdir. Olağanüstü bir şey olmazsa da iki hafta sonra tarihe karışacaklardır. Türk edebiyatı uzunca bir süre sadece bu tamayı işledi. Aşkı anlatırken bile bu tema çerçevesinde anlattı. Bu temanın son büyük romanını bence “Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve Oğulları” romanıyla yazdı.

Benzer bir durumu Rusya ve Rus edebiyatı için de görüyoruz!

Sanırım toplumsal çelişkiler en az bireysel çelişkiler kadar edebiyatı besliyor. Bu cümleyi tekrar yazmak istiyorum: Toplumsal çelişkiler en az bireysel çelişkiler kadar edebiyatı besliyor. Toplumlarındaki insanlar arasındaki duygu birliğini –zengin, fakir ayrımına rağmen- sağlamayı başarmış olan Batı Avrupa (artı Amerika) böyle şeylerle çok uzun zaman önce uğraştı ve edebiyatlarında bireysel çelişkilere geçiş yaptılar. Orada artık çelişkiler kendi toplumları içerisinde değil kendi devletleriyle diğer devletler arasındaydı çünkü! Rusya’da ise tıpkı bizdeki gibi bir Yaşam Tarzı Krizi vardı. Bir yanda alabildiğine köylü ve Doğulu bir toplum diğer taraftan da aynı bizdeki gibi toplumun kodlarını Batıdakiler gibi yapmak gerektiğine inanan az sayıda bir asker/bürokrat/memur (aydın) kesimi vardı. Bizden farkları, Batı devletlerine kafa tutabilecek “potansiyele” sahip olmalarıydı. Bu potansiyel hem insan kaynağı hem de mantalite olarak vardı. Bizde hala devleti yönetme fırsatı bulabilen “aydınlar” deve sidiği ile ilgili hadisleri okumuş gelmiş insanlardı. İşte bu Rusya’da 1840larda çok önemli bir şey oldu. Kölelik kaldırıldı. Önceden her şeyleriyle toprak sahibinin tasarrufunda bulunan yığınlar artık “özgür” olmuşlardı. Yaşam Tarzı Savaşı’nı veren o insanların hepsi aslında toprak sahipleriydiler. Bu yeni durumu kavramakta çok başarılı olamadılar. Bocaladılar. Rus edebiyatı bu bocalamayla doludur. İşte “Oblomov” da bu bocalamayı en iyi anlatan romanlardan biri olarak kabul edilir. Bunun yanında en az onun kadar önemli olan bir temayı da, kitabın adından hareketle “oblomovluğu” da ele alır. Ne güzel!

Şu son bir, iki cümlede anlattıklarımı gerçekleştirmiş bir roman okumuştum ben: Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” romanı da bunu yapar. Hem bu bocalamayı ele alır hem de unutulmaz karakter Bazarov sayesinde nihilizm temasını ele alır. Aradığı şey bu olanlara “Babalar ve Oğullar”ı okumalarını tavsiye ederim. “Oblomov” bunu bana göre çok iyi yapamıyor.

OBLOMOVLUK

Bu şeyden bahsetmemiz gerekecek… İnsanoğlu çok tuhaf bir canlı (iç ses: hayır değil, bu dünyada her şey olur…) Düşünün, Oblomovka gibi çiftliklerde kölelerin arasında yetişip, büyüyen bir kesim insan veya onların “oğulları” Lenin’in devriminden sonra eşitlik düşüncesiyle karşılaştılar, dünyanın öyle bir yer olması gerektiğini iddia ettiler, birbirlerine “yoldaş” dediler… 50, 60 senede bin yıllık düzenlerini değiştirdiler. İnsan, gerçekten ne “bazen” ne de “sıklıkla” ne de “nadiren” hayret etmeli. Dedik ya bu dünyada her şey olur, daha doğrusu olabilir. Oblomovka çiftliğinde irade yoksunu olarak yetişen İlya İlyiç Oblomov nasıl bir insan? Oblomovluk ne demek? Az önce bahsettiğim şey kadar büyük bir projeyi gerçekleştirmeye çalışan Lenin (aynı Atatürk gibi 1. Dünya Savaşı sonundaki kaotik ortamda bir fırsat bulmuş ve etkili, kararlı bir insan olduğu için gaza basmıştır) tüm Rus “okuyan” toplumunu derinden etkileyen Oblomov kitabının diğer teması olan oblomovluktan hiç hoşlanmaz doğal olarak. Onu eleştiren cümleleri vardır. Elbette Oblomovluktan kurtulmaz lazımdır yoksa bin yılın köleci toplumuna eşitliği nasıl getirecekti! Zaten benim Oblomov kitabı ve oblomovlukla tanışmam da sol kesimler sayesinde olmuştur.

Oblomovluk mutlaka geride bırakılmalıdır!

Yani tembellik, iradesizlik, hareketsizlik! Bunlara sahip olan bir devrimci olabilemez!

Peki, “devrim” “olabilebilir” mi?

Bu sorunun yanıtı bende kafa karışıklığına sebep oluyor. Tembellik, iradesizlik, hareketsizlik tavsiye edilecek şeyler değildir elbette. Peki, çalışmak tavsiye edilir mi? Bazılarınız bu nasıl soru diyecektir çünkü toplumda çalışmak mutlak olarak iktidarda olan, sorgulanamaz bir şeydir. Ama ben sorguluyorum. Çalışmak… Kim için, ne için? Şöyle düşünüyorum: İnsan, sorumluluğu altındaki bireyleri (aile, arkadaş, akraba vb.) zor durumda bırakan şeylerden kaçınmalıdır, onlar için gereken şeyleri yapmalıdır ama olmayacak şeyler için kendisini parçalamayı yapmamalıdır! Doğduğumuz andan itibaren adaletsizlik üreten bu dünyanın düzeni aynen devam etsin diye kendisini heba etmemelidir. Özellikle maaşlı çalışanlar, işlerini yaparken olmayacak şeyler için kendilerini parçalıyorlarsa bu durumu iki kere düşünmelidirler. Patronun oğlu altı ayda bir SUV değiştirsin, özel jetle Rio Karnavalı’na gidip Brezilyalı poposu ellesin diye işine dört elle sarılmak nasıl bir şey olsa gerektir! Çalışan biri, kaos çıkmasını engellesin bence kafidir. O da kaos çıkınca işsiz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için…

İş hayatı böyle, kişisel yaşam da böyle… Onu hak etmeyen ve onu sömüren insanlar için kendini feda etmek doğru olmasa gerektir. Bazen bazı insanlar bazı karşı cinsi kafaya takarlar ve o fedakarlığı hiç hak etmeyen hatta giderek onu sömüren (maddi bazen) insanlar için hayatlarını, 20-30 yıllarını feda ederler. Bu ne kadar doğrudur? İşte Oblomovluk denilen şey, bence bazen gereklidir. Oblomovluk her durumda ve her şekilde lanetlenmesi gereken bir şey değildir bana göre. Yazının görselindeki karikatürde dendiği gibi, bazen “uğraşmamak” gerekir. Benim mesleğim olan öğretmenlikte bu konu üzerinde durulmayı hak ediyor örneğin. Varoş mahallesinde çalışan bir öğretmen “idealist” olup gerçekleşme imkanı olmayan şeyler için kendisini parçalamalı mı? O çocuğun “insanlaşma süreci” bile limitlere sahip, o sürece bile “dokunabileceğinizin” sınırları var. Bu sınırları kestirmeye çalışmalı ve ötesine geçmeye çalışmaktan kaçınmak gerekir diye düşünüyorum çünkü beyhude bir çaba. İşini savsaklama ama önündeki duran ve aşılması imkansız olan koskocaman duvara da kafa atma…

RUS KLASİKLERİ

Son olarak da bu mevzudan bahsetmek istiyorum. Rus klasiklerinin hayranı bol ama ben onları, onları okumanın ne demek olduğunu sorguluyorum. “Anna Karenina” ve “Savaş ve Barış” hariç bütün önemli Rus klasiklerini okumuş bir insanım. Bu iki romanın öneminin farkındayım ve sanırım, onları da yarılarında sıkılsam bile tamamlarım… “Bunu yapma ihtimalim olan az sayıda roman kaldı” yazmıştım ve bu ikisi onlardan ikisi…

Roman evrensel olabilir mi?

Herhangi bir şey evrensel olabilir mi?

Bu sorularla derdim var.

Bir roman tamamen bir bireyin zihninden geçenleri ele alsa bile mutlaka o bireyin yaşadığı toplumdan ve zaman diliminden izler barındırır. Sürekli zaman ve mekan ötesi şeyler düşünen bir insan, bir deli bile bulunmaz çünkü! Bizler o toplumda ve hatta o zaman diliminde yaşamıyorsak o düşünüşün tam olarak nasıl bir şey olduğunu kavrayamayız diye düşünüyorum. Bu yüzdendir ki roman sanatı söz konusu ise, okuyucunun dünyasına en çok dahil olabileceği romanlar, onun yaşadığı ülkede ve de kabaca son 50, 60 yılda yazılmış olan romanlardır. Yine bu yüzdendir ki ben 1900’lerin başında yazılmış olan Türk romanların karşı bile bir nebze yabancılaşma duygusu yaşıyorum. Bu konu açıldığından hep aynı örneği veririm: “Aşk-ı Memnu”da adını unuttuğum erkek karakterin Bihter’i “kaşından öpmesi” nasıl bir ruh halidir. Bugün birisini kaşından öpseniz size tuhaf tuhaf bakar ama o yıllarda demek ki bu oluyormuş ve yığınlar Halit Ziya’nın Erenköyündeki köşkünü basmamışlar! Bu küçük bir örnek ama eski  romanlar böyle şeylerle dolu. Eski ve yabancı romanlar bu tür şeylerden çok daha fazlasına sahip. Sadece Zahar’ın “soba üstünde yatmasını”nın ne demek olduğunu anlamaya çalışmıyorsunuz, daha bir dolu ruh hali size yabancı geliyor. Rus klasikleri bize Kaf dağı kadar uzak bir dolu yabancılaşma “efektiyle” dolu. Ve çok uzun romanlar… Bölüm bölüm basıldıkları için yazarlar metinlerini uzattıkça uzatmışlar. Evet, “evrensel” denilebilecek bazı insan özellikleriyle ilgili çok çarpıcı, benzersiz cümleler aralarda karşımıza çıkıyor ama bin sayfalık bir Rus klasiğinde 20, 30 tane böyle cümle oluyor. Gerisi bize Kaf dağı kadar uzak günlük yaşam ayrıntısı oluyor. Bu yüzden Rus klasiklerinin büyük bir hayranı değilim. Çok etkilendiğim iki Rus romanı oldu: “Yeraltından Notlar” ve “Zamanımızın Bir Kahramanı”… Onlar da 200 sayfadan az. Rus yazarlar demek ki bir romanda 20, 30 benzersiz insan doğası özelliğinden bahsetmek gerektiklerini düşünüyorlardı, bunun için “Karamazov Kardeşleri” mi okumalı “Yeraltından Notlar”ı mı?

“Oblomov”da benzersiz insan doğası özelliği cümleler yok değil. Oblomovluk teması da gayet ilgi çekici bence ama roman dörtte birinden sonra bir aşk romanına dönüşüyor dediğim gibi. Ee, çok okuduk bunlardan. En iyilerini okuduk.

O zaman “Oblomovéu okumak için oblomovluk yapabiliriz…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım, iyi günler…      

Uncategorized kategorisine gönderildi | , ile etiketlendi | Yorum yapın

Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk, Messi: Bir Messi Yazısı Daha

Evet; Messi, Nuri Bilge, Orhan Pamuk… Bana hayatım boyunca en coşkun duyguları yaşatan üç sanatçı… Hayatıma kattıkları renkler için kendilerine minnettarım.

18 Aralık 2022 günü oynanmış olan FIFA Dünya Kupası finalinden saatler önce “Belki de Son Messi Yazısı” başlıklı bir yazı yazmıştım. O tarihe kadar Messi ile ilgili çok yazı yazmıştım. Belki de o sonuncusuydu. Çünkü belki de o maç heyecanla izleyeceğim son Messi maçıydı.

O yazıda çok ilginç iki paragraf var. Bunlar gelecekte olabilecek en iyi ve en kötü senaryodan bahsediyorlardı. En kötü senaryoda Messi’nin kupayı alıp almamasından bağımsız olarak, maçtan sonra Amerikalı Inter Miami takımıyla anlaştığını açıklaması vardı. Bu onun üst düzey futboldan emekli olması anlamına gelecekti. Ben de gece yarıları kalkıp, Messi’nin bakkallarla çakkallarla yapacağı maçları izlemeyecektim elbette.

En iyi senaryo ise gerçekleşti. Messi kupayı aldı. GOAT’luk tartışmalarını bitirdi (buraya geleceğiz.) Sezon sonu büyük bir aksilik çıkmazsa bedavadan Barcelona’ya dönecek ve iki, üç sene daha rüya devam edecek benim için. Onun bir ŞL finalinde daha akan oyunda gol atmasını görmeyi çok çok isterdim. Bu şiarla, bu misyonla gidecek Barcelona’ya. Last Dance denmeye başlandı şimdiden. Bu anlamda çok çok mutluyum. Messi ayrıldıktan sonra hiçbir Barcelona maçı izlemedim. El clasico bile izlemedim. La Liga eskisi gibi çekişmeli olsaydı izlerdim ama o iki canavar gidince La Liga çok değer kaybetti. Yeni stat projesini sevsinler. O iki canavar oynayabildikleri süre boyunca orada kalmalıydılar.

Bu arada o maça değinmeden olmaz. Birçok ciddi futbol yorumcusuna göre tarihin en iyi maçı oldu. Normal süresi 3-3 biten Fransa-Arjantin DK finali. Kişisel futbol izleyiciliği serüvenimde en heyecanlandığım ikinci maç oldu o maç. Birincisi elbette GS-Arsenal maçıydı. GS’nin eskiden benim için ifade ettiği anlamı hayatımda yakalayabilen şey çok azdır. 79. dakikaya kadar tarihin en sıkıcı finaliyken o andan itibaren tarihin en iyi maçı oldu o maç. Mbappe’nin ortaya koyduğu karakter unutulmazdı. En unutulmaz kaybetme hikayesini yazdı bence Mbappe. Messi ise diğer eleme turlarındaki kadar etkili olmasa da iki gol attı ve “tek başına takımına dünya kupası kazandırmış” oldu. Eskiden dünya kupası demek Pele, Maradona, Ronaldo 9 ve Zidane demekti. Artık Messi de demek… 1970 yılından beri bir dolu GOAT’un elinde poz veren ve Zürih’teki FIFA müzesinde sergilenen o altın kaplamalı (aynı) kupa Messi’nin eline geldi nihayet. 2014’te yanından geçerken hüzünlü bir bakışı vardı ona…

O maç aynı zamanda Ronaldo’nun ve Maradona’nın da maçıydı. Birçok ciddi futbol yorumcusu Messi’nin futbolu “kapattığını” ve GOAT tartışmalarına nokta koyduğunu düşünüyor. Bunu kupayı almamış olsa da yapmış olduğunu söyleyen var, DK’nin belirleyici olduğunu ve onu aldıktan sonra yapmış olduğunu düşünenler de var. Benim düşüncem değişmedi. Bir önceki yazımda GOAT’un yani “greatest of all time/tüm zamanların en büyüğü”nün Maradona olduğunu düşündüğümü ama kendi uydurduğum bir tabir olan BOAT’un da “best of all time/tüm zamanların en iyisi”nin ise Messi olduğunu düşündüğümü yazmıştım. Futbolu Messi değil Maradona yarattı ama onu Messi gibi oynayan olmadı. Gelecekle ilgili kesin ifadeler kullanmak doğru değildir ama ben ölene kadar bu topu ondan daha iyi oynayan birisini görmezsem hiç ama hiç şaşırmayacağım.

Peki, Ronaldo? Her Messi yazısında ona da değinirim. Ronaldo için acı oldu son. Dünya Kupası’nda oynadı ve gol atarak beş DK’da da gol atan şimdilik ilk futbolcu oldu. Not: Messi 2010’da gol atmadı. Sonra onu yedek bıraktılar! İnanılır gibi değil. Sisteme uymuyormuş. Affedersiniz, yarraam! Yani Portekiz TD’si… İsmini bile unuttum şu anda. Portekiz tarihte kaç DK aldı? O kupayı alma ihtimali neydi? Gelecekte DK alma potansiyeli ne durumdadır? Ronaldo sahada olduğu zaman milyarlarca kişinin desteklediği Portekiz, o yokken Polonya gibi bir şey oluyordu. Ronaldo gibi bir adam bir daha gelmez! O varken iradeni ona teslim edeceksin. Ronaldo için kulüp düzeyinde de işler bozuldu. Manchester United da ona saygı göstermedi. Daha doğrusu yaşlanıyor artık, bunu kabul etmek lazım. Ayrılması normal ama gittiği yer anormal. Suudi Arabistan’a gitti. Bence tek bir motivasyonla. Para değil o. Zaten milyar yüro kazanmış olan ilk sporculardan biri oldu. Kebap bir ligde atabileceği kadar gol atıp Messi’nin gol sayısında kendisini geçmesini engellemek. Arada 20-25 gollük fark yaklaşık 7,8 senedir duruyor. Bir türlü kapanmıyor. Messi Barcelona’da kalabilseydi o fark kapanırdı.

Acaba Portekiz’de bir üst düzey takıma gidemez miydi? Veya TR’deki bir büyük takıma? Avrupa’da şampiyonluk adayı takımlar onun için artık gerçekten tarih mi oldu? Bence Protekiz’e gitmeliydi.

Şimdi Messi Barcelona’ya dönüyor. Neler olacak? Messi orada ıslıklanmaz. Zaten şu anda yeni statta onun için bir müze bile yapılıyor. Heykeli var. Barcelona genç süperstarlarını tutabilirse, Messi’nin son iki prime yılı ve Lewandovski’nin de son iki prime yılı çakışacağından dolayı bence ŞL imkansız değil. City’nin durumu da ortada gerçi. Neyse her türlü heyecanlanıyorum.

Oyuncağı elinden alınmış çocuğa oyuncağını geri verdiler.

2022 yazında; 2023 ağustos ayında Ancelotti’nin Real Madrid’in başında olmayacağından ne kadar emin olduysam 2026’ya katılacağını ima eden Messi’nin de o kupayı alamayacağından o kadar eminim. Ama ne gam! Her şeyi aldı, her şeyi başardı! Pardon, Fransa kupası onun mücadele edip de alamadığı tek kupa… Kim siker Fransa kupasını… Kral Ronaldo Arabistan’da birer birer kral kupalarından, halife kupalarından, imam kupalarından elenirken her şeyi almış olan Messi dördüncü Şampiyonlar Ligi kupasına doğru gidiyor. Her zamanki gibi orada olacağım!

Teşekkürler Sahipkıran!

Seni ölene kadar unutmayacağım….  

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Seçimlerle İlgili Düşüncelerim

*2014 Mart yerel seçimleri öncesinde, o seçimin o ana kadarki en önemli seçim olduğunu ve o tarihten itibaren de olacak olan seçimlerin hep en önemli seçim olacağını düşünmüştüm. Gerçekten de öyle oldu. Bu seçim şimdiye kadarki en önemli seçim.

*Olağanüstü bir şey olmazsa Ak Parti ve Erdoğan kaybedecek gibi duruyor. Olağanüstü bir şeyler olabilir mi? Bu soruya kesinlikle hayır diyemeyiz. Tr bir muz cumhuriyeti değildir. Hala ve her şeye rağmen bir devlet aklının olduğuna inanıyorum.

*Bu vesileyle “Erdoğan seçimle gitmez” yargısına da değinelim: Gider. Yapacak bir şeyi kalmazsa gider. Oy desteği zaten yetmiyor. Etrafındaki güç odaklarında da erime başladı mı bu iş biter. İstanbul seçimlerinde de “mümkün değil Ak Parti İstanbul’u vermez” dendi ama vermek zorunda kaldı.

*Çok saçma bulduğum bir diğer yargı da “bu son seçimler” yargısı. Seçimlerin olmadığı bir ülke artık dünyada, özellikle de Türkiye’de mümkün değildir. Türk milleti kaos sevmez. Güçle ezilmeyi sever ama yeter ki kaotik görünmesin her şey.

*Bir dönem daha Ak Parti iktidarının kaldıralamayacağı da yalandır. İnsan her şeye alışır. Bakın depremin üzerinde iki ay bir gün geçti ve işler büyük oranda normale döndü. Oradaki insanlar acılarıyla ve yoksunluklarıyla baş başa kaldılar ama ülkenin geri kalanında her şey normalleşti. Kimse story’den yemek yemeye utandığını yazmıyor artık oysa orada hala insanlar zor şartlar altında yaşıyorlar. Bir dönem daha Ak Parti iktidarı da kaldırılır. Kaldıramazsan kaldırırlar gülüm!

*Neyse, Ak Parti’nin kaybetmesine geri dönelim. Neden kaybediyor? Neden kazandığını da sormak lazım aslında. TR toplumunun taş çatlasa %3’üne tekabül eden bir kesim olan şeriatçılar, nasıl oluyor da 20 yıldır ülkeyi yönetebiliyor? Ben asıl bu sorunun peşindeyim. TR toplumunun ana politik damarı olan merkez sağı içerisine katmayı başarabildiği için aslında. Şimdi o merkezde bir kopma oldu. Kopan taraf bu tarafa geçti. Artık TR’de belirleyici olan Kürtler de bu blokta birleşince olay bitti. Ağır ekonomik koşullar da bu süreci hızlandırdı. Gerçekten üç sene önceki ekonomiye kurban olurum ben. Yürüye yürüye gidip ev almıştık. Şimdi orta sınıfın 1,5 milyon TL biriktirip de ev kredisine başvurma imkanı yok.

*Burada hayatın değişip dönüştüğünden, sosyal medyanın belirleyici etkisinden de bahsetmek lazım. Şeriatçıların kafasındaki yaşam tarzını bence bugün gençlere yedirmek mümkün değildir. Aslında bakarsanız Türk milletine yedirmek mümkün değildir. Türk milleti inançsız olmak istemez ama tüm gündelik hayatını İslamın kurallarına göre yaşamaya da asla gelmez. Bu yüzden en büyük ideolojik motivasyonu dindar yaşam tarzı olan Ak Parti sokakta zaten kaybetti. Hep bahsettiğim Cak Parti aslında sokakta iktidar. Yani CHP’nin kendisi değil ama fikirleri iktidar.

*Kılıçdaroğlu iyi bir lider mi ve de Aleviliği (ve kimsenin bahsetmediği Kürtlüğü) sorun olur mu? TR’de üç şeyde haticeye değil neticeye bakılır: futbol, ilişkiler, siyaset. Futbolda ne yaparsan yap kazandığın zaman iş bitmiştir. İlişkilerde ne yaparsan yap evlendiğin zaman sorun yoktur. Siyasette de kazandığın zaman bütün argümanlar boşa düşer. Kazanamadığın zaman her şey sorgulanır. Mitingine gittiğim (gözlem amacıyla) İnce’nin bugün nasıl da bir ucubeye dönüştüğünü görüyorum ve örnek olarak vermek istiyorum. Şu anda müthiş bir Kılıçdaroğlu rüzgarı esiyor, o zaman sorun yoktur.

*Yeni gelecek olan iktidarın ekonomik olarak işinin çok zor olduğuna inanıyoruz ama belki de kazın ayağı öyle değildir. Bizler devlet işlerini bilemeyiz. Belki de bazı kesimlere inanılmaz para aktarılıyordur, bu olay sonlanınca işler rayına oturur belki. Belki de mahvolacağız iyice.

*Erdoğan bir kült figür. Türk milleti kült figüre bayılır. Bütün cahil milletlerin bayıldığı gibi. Kült figür yara alırsa bir daha toparlanamaz kolay kolay. Halkın yarısından fazlası artık ondan kurtulmak istiyor. Bu yüzden, ondan kurtulmak isteyenlerin karşısında kim olursa olsun oy vermesi lazım diye düşünüyorum. Erdoğan giderse, en azından birkaç yıllığına onu kahraman yapacak şeylerden kaçınmak lazım. Devri sabık yaratma sevdasına devri tekrar getirmemek lazım. Erdoğan gittikten sonra şeriatçılar ait olduğu yere gidecekler yani %2’lik, %3’lük küçük partilere. Para kaynakları da kesileceği için etraflarında yaşı geçkin kırık kafalılardan başka kimseyi bulamayacaklar. Hesap böyle sorulmuş olur bence.

*Bütün Devaların, Geleceklerin, Fetullahçıların (yine yazılışına baktım), Saadetçilerin 20, 30 sene sonra çok ağlayacaklarını düşünüyorum. Biz ne eşekmişiz de Erdoğan’ın altında birleşmemişiz diye zırıl zırıl ağlayacaklar. Cak Parti iktidara gelecek, Anadolu Efes’in adını Efes Pilsen yapacak, çadır festivallerini, rock festivallerini, seks festivallerini bir bir geri getirecek, sizin okullarınızda ideoloji neferleri olarak gördüğünüz gençler de bu festivallere katılacaklar.

*IYI Parti ne ayak? Eskinin DYP, ANAP’ını ve hatta bir dolu da sağ referanslı Atatürkçüyü bünyesinde toplayan bir oluşum. Oturmayı, kalkmayı, cümle kurmayı bilen faşistlerin önderliğinde bir araya geldiler. Bu faşistlerin eskiden dayanak noktaları anti-komünizmdi. Sonra anti-Kürtçülük oldu. Ama bu 40 yılda da Kürtler çok politikleştiler ve TR’nin belirleyici aktörü oldular. Şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. TR’de ne yapacağını bilemeyen kesimlerin başında IYI Partililer gelir. Gün gelir, “sikerim yapacağınız işi” deyip tekrar Ak Parti’yle yakınlaşırlar mı? Zannetmiyorum. Ama emin değilim. Zaten kaybeden bir AKP, artık AKP değildir ve dağılır. 75, 76 yaşında ve dört senedir ortalıkta olmayan bir Erdoğan, bunlarla tekrar her şeye başlar mı, o da pek olası değil. Bekleyip görelim.  

*MHP’nin de tarih sahnesinden silineceğini düşünüyorum.

*Peki, Erdoğan kazanabilir mi? Normal koşullar altında kazanamaz.

*Başkanlık sistemini hemen değiştirmeye gerek yok. Onun etinden ve sütünden yararlanmak lazım. Meclis çoğunluğu Cumhur İttifakı’nda olursa hele hiç geri durmamak lazım ama dedim ya, kaybetmiş bir Ak Parti, Ak Parti değildir. Ak Parti bir muhalefet partisi olamaz.

*Kürtler belirleyici aktör oldu. TR’de Kürt sorunun “çözüleceğine” inanmıyorum. Yani Kürtler hep nefret edilen, çevrede istenmeyen insanlar olacak. Kürt sorunu budur bana göre. Ne olur, ne biter bilemem. Ama düzenin bütün siyasi aktörülerinin topyekün Kürtlere küfür ettiği bir düzen bir daha gelmeyecektir. Başarı budur.

*TR adım adım kendisini İmamoğlu başkanıma teslim ediyor diye düşünüyorum. Bu seçimde olmadı. Bence en uygun aday oydu. Ama dava meselesi sıkıntı oldu ve Kılıçdaroğlu da o kadar egosuz bir insan olmadığını gösterdi. Ama bir sonraki seçimde 80 yaşındaki Kılıçdaroğlu aday olmaz ve TR doğru liderini bulur diye düşünüyorum. Cak Parti’nin en ideal adamı o.

*Yeni dönemde ilk olarak tarikatların maddi kaynaklarını kesmek lazım. Sonra gündelik hayattaki dini uygulamaları yok etmek lazım ki kendiliğinden yok olur. Türbanı yasaklamak gibi saçma hamleler zaten yapılmaz. Hemen hesaplaşmak gibi bir niyet olmaması lazım. Hırsız, rüşvetçi, ihaleci takımının tam olarak tasfiye edilebileceğine inanmıyorum. Cak Parti’nin zaten hali hazırda kendi hırsızları vardır. Erdoğan iyice yok olduktan sonra da zaten Millet İttifakı’nın yapay birlikteliği de bozulacaktır. Sonra ne olursa olsun! Bizim ömrümüz boyunca TR asla bir gül bahçesi olmayacaktır ama en azından çadır, rock, seks festivalleri olur.  

*Bir paragraf da TİP’e. TİP’ten arkadaşlarım var. Benim eski parti. Ben sosyalizmin hikaye olduğunu düşündüğüm için bu işleri bıraktım ama onlar bırakmadılar ve devam ediyorlar. Parti üyesi insanlara parti ne yaparsa yapsın doğru gelir. Çünkü parti üyesi olmanın o insanlara sağladığı bazı (psikolojik) şeyler vardır. Bunlardan olmak istemeyen insana partinin tüm kararları doğru gelir. Ama sorsan hiçbiri öyledir demez. Neyse, bence TİP yanlış yaptı. YSP’nin listesinden girmesi gerekiyordu. Seçilecek yerlerden 7, 8 MV alıp aynı listeden girmeliydiler. YSP’ten hiçbir talepleri olmadığını söylüyorlar. Ben buna tam olarak inanmıyorum. En yüce partiler bile zaman zaman yalan söylerler. Konuşuldu ve sayı mı beğenilmedi veya kafayı kırıp şanslarını denemek mi istediler emin değilim. Değişik anket şirketlerinde %1 ve üstünde gözüküyorlar. Aslında bir sosyalist parti için büyük başarıdır bu. Ama bu etkinlik nasıl yakalandı? Mecliste olup etkileyici konuşmalar yaparak ve kabul etmezler ama biraz da Erkan Baş’ın yakışıklılığı, karizması sayesinde… Bu işler böyle TR’de. Meclise zaten HDP listesinden girmişlerdi. Şimdi bunu o %1 bilmiyor mu? Aynısı olabilirdi. 8 MV daha etkili olurdu. Bu seçimleri insanlar ölüm kalım savaşı olarak gördükleri için ve kazanmak hiç olmadığı kadar olası olduğu için TİP’le organik bağı olmayan bir kişinin CHP veya HDP’yi bırakıp TİP’e oy vermesi bana pek olası gelmiyor. Yani %1’i bile tehlikeye attılar. Siyaset asıl olarak sokakta yapılır diye düşünülüyorsa hata ediyorlar demektir. TR’de siyaset özellikle sosyalistler için eşittir reklam, tanıtım, göz önünde olmaktır. 15 kişilik basın açıklaması yapılınca veya sadece 10 bin kişinin ilgisini çekecek olan gözaltılarla siyaset yapılmaz TR’de. “MV pazarlığı yapmak” tabiri gereksiz yere kirlenmiş TR’de. Tabii yapacaksın. Karşılığın varsa da alacaksın. Bağımsız hat diye diye ancak sana hayır diyemeyen amca, dayıyla 30 bin oy alırsın. Ki bu seçimde bırakın amca, dayıları anne ve babaların bile çocuklarının küçük partilerine oy vermesi çok zor.

*Bir paragraf da TKP’ye. O da benim eski eski parti ve onlara yaptığım destek için çok çok pişmanım. TKP bence bir siyasi parti değil bir kafa. Evet, bir kafa. Kendilerini dünyanın en önemli ve en büyük adamları zannediyorlar. Bakıyorsun açıklamaya “Kılıçdaroğlu’na oy vermek Millet İttifakı’nı desteklemek değildir!” Breh breh breh! Zannediyorlar ki şu anda her seçimde hangi partinin hangi ilkeli tutum aldığını not alan bir işçi sınıfı var ve “gün geldiğinde” bu işçi sınıfı bu “aktörler” içerisinde en ilkeli bulduğu TKP’yi devrimin başına geçirecek. Yok öyle bir şey. İşçi sınıfı şu anda Tiktok bakıyor, iddaa oynuyor, keraneye gidiyor. Rejim referandumunda da şunları şunları düşünmeyen, şu şu ilkeyi takınmayan kişiler hayır deseler bile aslında evet demiş olacaklar. Ya bal gibi hayır dediler ve şerefleriyle kaybettiler işte. Ne ilkesi, ne tutumu! Bu seçimde “Erdoğan gidecek, peki ya sonrası? Ne değişecek?” demeye cesaret bulamadılar ama yemin ederim öyle düşünüyorlar yani Kemal Okuyan öyle düşünüyor. Dolayısıyla TKP de öyle düşünüyor. 2013 Mayıs ayında CHP’nin Taksim’de miting yapması için “CHP’ye ilk ve son çağrımızdır” diye bir internet yazısı yazmışlardı. Onlar buna açık mektup veya bildiri diyorlar. İşte kafa budur. Kendisini dünyanın en büyük adamı zannetmek. O kadar emin ki büyüklüğünden “ilk ve son çağrı” diyor. “gün geldiğinde” işçi sınıfı “ ama sen burjuvaziye çağrı yapmıştın” dediğinde “ilk ve son çağrı demiştim ama” demek için bunu yaptılar. Neyse, bu yazdıklarımı okuyan hiçbir TKP’li (ve de hiçbir TİP’li) beni haklı bulmaz zaten. “Parti” her zaman haklıdır. Bağımsız hat denen şey TR’deki hikayelerin en büyüğüdür.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

11 Ekim 2008

11 Ekim 2008 gününü Londra’da geçirdim…

Bütün ayrıntılarını hatırladığım bu günü anlatmak istiyorum. Deklarasyon: büyük harf ve kesme işareti kullanımını bırakıyorum yazının bundan sonraki bölümü için…

O tarihte ingilterede ne işim vardı? Bok mu vardı ingilterede?

2008 ekimine kadar yurt dışına çıkmamıştım. O seyahat benim ilk yurt dışı seyahatimdi. Ve şu hayata yurt dışı seyahati kadar sevdiğim şey azdır. Aslında bu seyahate mayıs 2008de çıkacaktım ama olmamıştı.

Neden ve nasıl?

O dönemlerde bolu mebde Avrupa birliği projeleri ofisine gitmiş ve beleşten yurt dışına çıkmak için bilgiler almıştım. İlk olarak bir projeyle değil de tek başıma çıkmak istedim. O zaman yurt dışından bir kursa davet maili alıp tr ulusal ajansına (bu işlerle ilgilenen resmi kurum) başvuruyordunuz. Yurt dışı kursları bazı ülkeler için bir sektör konumundadır. Bu kurslar çoğunlukla hikayedir. Amaç katılımcılar için beleşten yurt dışına seyahat etmek, kursu veren kurum için de para kazanmaktır. İngiltereden bu kursu buldum ve başvurumu yaptım. Elbette kabul edildim. Sonra ulusal ajansa başvurdum. Oradan da kabul edildim. Geriye uçak biletini alıp vizeye başvurmak kalmıştı…

Mayıs ayında bu olayın yetişmemesinin sebebi İngiltere vizemin zamanında çıkmamasıdır. O zaman İngiltere konsolosluğu altunizadedeki mabeyin et lokantasının arkasındaki bir prefabrik yapıdaydı. Bütün belgeleri hazırladım, onları kendim İngilizceye çevirdim, yazıcım son belgeyi çıkarttı ve bozuldu ama vaktinde eksiksiz olarak mekana gittim. Belgeleri verdim. Bu arada uçak biletini de cebimden almıştım. Biletsiz başvuru almıyorlar. Bu arada İngiliz kibri diye bir şey vardır. Elbette adamlar haklı, tüm dünyayı zekalarıyla parmağında oynatmışlar. İngiltere vizesi için o zamanlar en erken seyhahat tarihinden iki hafta önce başvurabiliyordunuz. Yani uçak 25 mayısta kalkacaksa, başvuruyu 11 mayısta alıyor, 10 mayısta gidersen almıyor. Allahümme salli ala seyidina muhammedin ve ala ali Muhammet! Belgeyi verdik ve sonucu bekliyoruz. 10 gün oldu ses yok. 11. Gün telefon ettim konsolosluğa. Sesli yanıt sisteminden bir insana bağlanman için önce kredi kartından 20 paunt çekiyor, sonra müşteri temsilcisine bağlanıyorsun. B: Hello, I want to learn if my visa has been approved or not (Merhaba, vizemin onaylanıp onaylanmadığını öğrenmek istiyorum) A: It has been being worked on. Not yet! (üzerinde çalışılıyor. Henüz değil.)

Acaba mı diye düşünmeye başlamıştım. 13. Gün bir daha 20 paunt bayıldım ve aradım. Yine aynı yanıt. Fuck you! (ananızı avradınızı sikeyim) evet uçak biletim yandı çünkü vize çıkmadı vaktinde. İki hafta sonra bir “call” geldi. A: Hello Berıın, your visa is ready. Come and get it! B: I am coming. I am Kemal… Bu arada ulusal ajansla ve kurs merkeziyle görüştüm ve ekimdeki seansa katılabileceğimi söylediler. Sevinmiştim. Nihayet yurt dışına çıkacaktım. Yaş 29! Vizemi almak üzere istanbula gittim…

Bu arada aktif siyasetle ilgilenmediğim zamanlarda o kadar apolitiğimdir ki kendimden utanıyorum. Vizeyi almak için gittiğim tarih 1 mayısmış haberim yok. Lisede ve üniversitede çok zayıf solculuk faaliyetlerim olmuştu ama okul bittikten sonra hatta üni 1’de bu işleri bırakmıştım. Altunizadeye vardım ve konsolosluğun şişli abideyi hürriyete taşındığını öğrendim. Fuck you! Bir otobüse atladım ve şişliye geçtim. Mecidiyeköyde şoför daha fazla gidemeyeceğini söyledi ve bizi orada indirdi. Otobüsten iner inmez müthiş bir hengamenin arasında kaldım. Gaz su dayak gırla! Kendimi bir şekilde konsolosluğun yeni binasına attım. Belgelerimi alırken içimden bir kere daha fuck you dedim. Çıktım, bir şekilde eve geldim, bir şekilde ekimde ingiltereye gittim.

İki haftalık bir kurstu. Şu anda konusunu hatırlamıyorum. Eğitimde bilmem ne bilmem ne sürdürülebilirlik bla bla bla! Londra’ya iki saat uzaklıktaki Cheltenham kasabasında. bir ailenin üç katlı evinde kalıyoruz. Aynı kurstan bir Polonyalı bir de İspanyol öğretmen arkadaşım var. Bir de üç küçük alman kız. Aile kursiyerlere evlerini açarak para kazanıyor. İyi para kazanıyor. Bize uyduruktan yemekler yapıyor. Yemeği yiyoruz sonra odalarımıza çıkıyoruz. Evde dolaşmak yok. Yemek saatleri dışında çift için hayatları aynen devam ediyor.

Cheltenham küçük ve dingin bir kasaba. Gezmek dolaşmak için iki cumartesi bir de pazarımız var.

O cumartesilerden biri olan 18 ekimi anlatmak istiyorum daha çok.

Ne yapalım ne edelim dedik! Kurs cumartesi günü için bir roma şehri olan Bath’a (hamam) gezi düzenledi. Ben katılmak istemedim. Londrayı gezebileceğim tek gün olan o günde londraya gitmek istedim. Polonyalı arkadaşım da bana salça oldu. aslında tek başıma gezmek isterdim. Ama ısrarcı oldu. bak dedim ben futbol stadyumlarını gezmek istiyorum, sonra şey olmasın diye de belirttim. Israrla patron sensin dedi. Elemanı satamadım. Sevmediğim biri değildi, bazen mailleşiriz hala ama dediğim gibi bir şehri gezerken birisine bağlı olmak istemezdim. O da futbolla çok ilgiliydi zaten.

Bu arada fuck me! Londrada bir günüm var ve British museum a gitmedim. O zamanlar tarih, mimari ve arkeoloji merakım yoktu. Şimdi olsa sabahtan akşama British museum u gezerdim. Bu arada Thomas çıtlatmadı değil. Ama ben net stadyumları gezmek istediğimi kendisine söyledim. Bir Fulham maçına da gidebilirdim aslında. Gitmeden bakmıştım biletlere, 100 paunttu. Birkaç gün sonra bileti almaya karar verdiğimde tüm biletlerin tükendiğini (sold out) gördüm.

Neyse sabah otogardan otobüse bindik. Şoför emniyet kemerlerimizi bağlattı ve sonra da tek tek herkesi kontrol etti. Victoria Coach Station’da indik. Coach şehirlerarası çalışan otobüs demek. Bir gün boyunca geçerli olan tren ve metro biletinden aldık. O yıllarda akıllı telefon ve navigasyon olmadığı için aradığımız yeri klasik yöntemlerle bulmak durumundaydık. İlk durağımız stamford bridge idi yani chelseanin stadyumu. Chelsea 2004 yılında rus milyarder abramovicin para akıtmasıyla dünyanın en önemli kulüplerinden biri olmuştu. Bu tarzın ilk örneğidir. Elbette sıkı bir futbolsever olarak izlediğim bir takımdı. Chelsea semtine doğru yollandık.

Bir yerlerde dünyada emlakın en pahalı olduğu yer diye okumuştum chelsea için. Çok güzel bir semtti elbette. Sora sora stadyumu bulduk. Kale arkasındaki o meşhur kahverengi tuğlalı otelin yanından stadyuma kaykıldık. Ücret 20 paunt falandı. Tam hatırlamıyorum. Rehberi bekledik. Ve ilk stadyum turuma başladım. Gerçi trdekileri saymazsak bir de bernabau turu yaptım bugüne kadar. Rehber soyunma odalarından başladı. Basın odası, teknik direktör odası falan hepsini geçtik. Sıra tribünlerdeydi. Çok etkilenmiştim. Sürekli televizyonda gördüğüm, inanılmaz maçlar izlediğim mekandaydım artık. O yıllarda chelsea ve Barcelona her sene şlde eşleşiyorlardı ve unutulmaz maçlar yapıyorlardı. Aynı şekilde man. United ile de chelsea nin maçları unutulmaz oluyordu. Hepsi aklımdaydı. Çok değil bir beş, altı ay önce man united ile chelsea bir şampiyonluk maçı oynamışlardı ve ben de rehbere ballack ın gol attığı kalenin hangi taraf olduğunu sordum, rehber bilemedi. Kim bu manyak diye düşünmüştür. Tribünleri gezerken wag box denen yeri bize ayrıca tanıttı. Koyu renk camlarla kapatılmış bu bölüm futbolcuların eşleri içindi. Ama avrupada evlilik dışı ilişki de çok yaygın olduğu için mekanın adı wag box idi. Yani wives and girl friends yani karılar ve kız arkadaşlar locası… 2002 dünya kupasında bütün türk futbolcularının eşleriyle koreye gittiğini, bir tek emre aşıkın evli olmadığı partneri aysun kayacının kafiledeki tek “namussuz” olduğunu hatırlıyorum.

Sonra sahaya da girdik. İşte bu inanılmazdı. Yedek kulübesinde fotoğraf çektirmiştim. Fotoğraf çektirmek o zaman bir lükstü. 2004 yılında bir maaşımla dijital fotoğraf makinesi almıştım. Yani şimdi 17 bin tl bir makineye veriyorsunuz ve o sadece fotoğraf çekiyor. Şu anda akıl alır gibi değil ama o yıllarda o işler öyleydi.

Chelseaden ayrıldık. Thomas halinden memnun gibiydi. Onunla 70ler, 80ler, 90lar futbolu üzerine konuşurduk. Sonra meşhur big benin olduğu yere gittik. Parlamento binası vs. tarihi londranın kalbi. O köprüden geçtik. Etkileyiciydi. Dediğim gibi o yıllarda sığır önde gideniydim. Hayatımda sinema ve futboldan başka hiçbir şey yoktu. Londrada bir günüm vardı ve o günü stadyumlara ayırmıştım. Sinema demişken, o gezide büyük hayranı olduğum coen kardeşlerin son filmi “burn after reading”i de sinemada izlemiştim. Yurt dışında film izlemişliğim de oldu yani.

Sonra trafalgar meydanına gittik. Amacım o meşhur meydanı görmek değil, orada yer aldığını bildiğim dünyanın en meşhur oyuncakçı dükkanına gitmekti. Neden? Little miss sunshine filmindeki meşhur sarı minibüsün bir model arabasını bulmak… takıntılı olmak böyle bir şeydir işte… parlamento binasının orada london eye / Londra gözü denen dönme dolaba da bindik. Yaklaşık 45 dakika süren bu etkinlik çok iyiydi. Londraya havadan da baktık bir nebze. Sonra o esnada orada tesadüfen bir korku filmi festivaline denk geldik. Dr. Hannibal kılıklı bir adamla fotoğrafım da var. Fotoğrafları paylaşmayacağım çünkü kılık kıyafetimi iğrenç buluyorum. Giyinmeye önem vermeye başlayalı üç, dört sene oldu. bu da hayatımda pişman olduğum 50 bin şeyden biridir. Ne demek giyinmeye önem vermemek…

Sırada arsenalin stadyumu vardı. Yeni açılan stadyum. 90lı yılların sonunda başlayan wenger dönemiyle mourinho chelseaye gelene kadar geçen süredeki Arsenal dünyanın en iyi takımlarından biriydi. Çok severdim onları ki orada izlemekten en çok keyif aldığım bir adam vardı. Bugün emirates stadyumunun önünde heykeli olan thiery Henry (sanatçı)… hastasıydım. Stadyumu zor bulduk. Metrodaki profil de değişmişti. Zenciler, serserileri, orospular, pezevenkler, kürtler 😀 çingeneler vardı. Beş tane kırmızı tuborg içtiği belli olan bir zenci gelip bizden sigara istedi. Yok dedik gönderdik. Bir tanesi sigara yaktı. Stadyumu bulduk ama son rehberin saatini kaçırdığımız için içeri giremedik. Üzülmüştüm. Big benin orayı en sona bırakıp, direkt emiratese gelmemiz gerekirdi.

Sonra karnımı acıktı. İngilizce hazırlık kitaplarında çok gördüğüm fish n’ chips yemek istediğimi thomasa söyledim. O da şaşırdı. Neyse varoştaydık zaten ve ortalık fish n chips mekanı doluydu. Birine girdik. İngilizce siparişimizi verdik. Bu arada şimdi maçkolike bakarak bu günün tam olarak hangi gün olduğunu buldum. 19 ekim 2008 Pazar günüymüş. Çünkü mekanda bir Beşiktaş maçı vardı. Bu maçtan başkası olamaz. Mekan sahibinin türk olduğun anladım. Bula bula bir türkün fish n chips mekanını bulmuşuz. Adamlar biraz sohbet ettim. Yurt dışında türk bulunca sevindirik olup, banker bilo filmindeki gibi boynuna sarılmam. “nassın, eyi siin, halın keyfin nasıl?” diye sormam. Tanımadığım insan türk de olsa japon  da olsa tanımadığım insandır benim için. Mekandan kalktık ve Victoria coach stationa geri döndük. Sonra da cheltenhama…

Böyle bir gündü. İlk yurt dışı “kültür” gezimdi. Yurt dışına çıkmak insanı biraz başka bir insan yapıyor. Komple değiştirmiyor elbette. Bana da o olmuştu. Trnin ne kadar boktan bir ülke olduğunu anlıyorsun. Gerçi yurt dışına ön yargılarla giden ve etrafındaki her şeyi küçümsemek, garipsemek, beğenmemek eğilimde olan insanlar da gördüm ben. Bu da olabilir. ama süper ülkelere giderseniz trnin ne kadar boktan olduğunu düşünmeniz daha olası. Ya biliyoz geri kalmış ülkeleri sömürdüler… sanki fırsat bulsaydı senin ataların sömürmeyecekti… sanki hiç sömürmediler…

19 ekim Pazar günü londraya gitmişsek, 18 ekim cumartesi günü önce sinemaya gitmişiz sonra da diskoya gitmişiz demektir. O öyle bir gündü. 25 ekim günü de kursun sunduğu iki tercihten biri olan şekspirin doğduğu yere gitmiş olmalıyız. Diğer seçenek bath şehriydi. Şekspirin doğduğu yeri görmek istedim çünkü üniversitedeyken bizim şekspir 1 ve şekspir 2 diye derslerimizi vardı ve ben birincisinden kalmıştım. Şekspir oyunlarının Türkçesini okurduk. İngilizcesi anlaşılmazdı. Tiyatroyu ve şiiri sevmeyen bir insan olarak elbette şekspiri sevmem ama onun bireyin iç dünyasına odaklanması ve anti-kahramanlarla ilgilenmesi roman sanatına ilham veren en önemli şeylerden biridir. Bu anlamda kendisine müteşekkirim. Sonra oradayken bir de şekspir oyununa götürdüler bizi. Fırtına mıydı bir yaz gecesi rüyası mıydı hatırlamıyorum. Böyle yuvarlak, şekspir dönemi bir tiyatroydu. İngilizcesinden hiçbir şey anlamadık elbette. Çok çok sıkıldığımı hatırlıyorum.

25 ekim Pazar günü de trye geri döndüm. Havaalanına indim ve biraz yüro bozdurmak istedim. Yüronun inanılmaz arttığını gördüm. Büyük bir kar etmiştim. Mayıs ayında bana giren uçak biletinin parasını çıkarmıştım. Okuldakiler için bir paket çikolata almıştım ama enteresan adam, rehber öğretmen hasan ergün demirhan öğretmenler odasında kutunun neredeyse tamamını yediği için diğer öğretmen arkadaşların büyük bir bölümü çikolatadan tadamamıştı. Bir gün kendisi kendisini googledan aratırsa bu yazıya denk gelir ve yaptığı hatayı anlar. Anlar mı? Anlamaz çünkü dediğim gibi tam bir kafadan kontaktır. Öyle insanlar hayatta yaptığının yanlış olduğunu düşünmezler…

Böyle bir gündü…

11 ekim 2008 değil 19 ekim 2008 Pazar günü…

İyi günler!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Ne Olacak Şimdi?

*İnsan her şeye alışır. Hayat devam eder. Hep böyle olmuştur.

*Bir insanın diğer bir insanı sevmesinin ölçüsünü 100 birim kabul edelim… 80 birimlik sevdiklerini kaybedenler, çok daha uzun süre bu acıyı duyacaklardır. İnsan bu kadar çok da genelde çekirdek ailesindeki bireyleri sever. Evlat, (sevilen) anne baba, (sevilen) kardeş veya çok sevilen dost, çok sevilen akraba… Bu kaybedişler büyük bir trajedi sonucunda olduğu için kolay kolay onarılamaz. Diğerleri şimdi bile onarılmaya başlamıştır. Zamanı değil denecektir, kabul edilmeyecektir ama bence bir gün %80’lik kayıplara da alışılır.

*Bir, iki hafta sonra sosyal medyada normal paylaşımlar başlayacaktır. Bir ay sonra gezme, tozma, eğlenme anları paylaşılmaya başlanacaktır. Bunlara tepkiler gelecektir ama cılız olacaktır. Paylaşımlar devam edecektir.

*TV’ler film, dizi vermeye başladırlar bile. Spor, sanat etkinlikleri de kısa sürede başlayacaktır ve insanlar bunlardan heyecan duyacaklardır.

*Bir, iki ay sonra, oralardan göçmüş olanlar eğer uygun konteynır olanakları olduğunu görürlerse geri dönmek isteyeceklerdir. Başka bir şehirde, tek başlarına bir sene kiralık evde kalabilecek ekonomik gücü olan aileler bu süreyi geçirmek isteyebilirler. Başkasının evinde kalmak zorunda kalanlar dönmek için şartlarını zorlayacaklardır.

*Sn. Cumhurbaşkanı’mız önderliğindeki Ak Parti hükümetinin kendi doğalında giden bir kaybetme süreci vardı. Bu depremle bu süreç hızlanacaktır. Normal şartlarda bir seçim olursa tabii…

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse yeni gelen iktidarın işinin çok zor olacağını düşünüyorum. İşin ekonomik boyutu çok ağır. Gerçi daha önce defalarca kez belirttim, biz sıradan insanlar devletin durumunun ne olduğunu bilemeyiz. Belki de bir şeyler bir şeyler olur veya bir şeyler bir şeyler değişir, durum farklı bir hal alır.    

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse vurguncu müteahhit takımının üstüne gidileceğine inanmıyorum.

*Normal şartlarda bir seçim olursa ve iktidar el değiştirirse o andan itibaren insanın güvenliğini ve rahat bir yaşam sürmesini merkeze alan bir şehircilik anlayışının egemen kılınacağına inanmıyorum. Örneğin İstanbul’un 10 milyonu için Anadolu’da iş olanakları ve konutlar yaratılacağını aklınız kesiyor mu? Geri kalan beş milyon için İstanbul’un baştan ve insanı merkeze alan bir anlayışla yeniden inşa edileceğini aklınız kesiyor mu? Hayır, aynı düzen devam edecek. Birtakım iyileştirmeler olabilir ama topyekûn şehrin ve bölgenin ve de ülkenin yeniden dizayn edileceğine inanmıyorum.

*İstanbul’da böyle yıkıcı bir deprem olduğunu düşünelim ki uzmanların yarısı olacağını söylüyor… O durumda olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. 100 binlerce can kaybı, iflasa gitmiş bir ekonomi, devlet otoritesinin bir süreliğine yok olma ihtimali ve o sürede yaşanacak şeyler…

*Şerefsiz her zaman şerefsizdir. Deprem oldu, insanlar zor durumda diye şerefsizliğini pause edeceğine inanmıyorum. Kirayı fahiş arttıranlara, çorbayı dört katına satanlara, sulara el koyup sonra satmak üzere evinde istif edenlere şaşırdınız mı? İnsanın yapabileceklerine hala şaşırmanıza şaşırıyorum.

*TR’de mülk edinebilecek insanlar için ömürleri boyunca en fazla bir veya iki ev edinme olanakları vardır. Son birkaç senede o olanak da önemli ölçüde zarar görmüştür. Geçmişte hiçbir zaman insan odaklı bir anlayışa sahip olmamış bir devletin vatandaşı olan bu insanlardan bu tek tük mülklerinden vazgeçmelerini beklemek abesle iştigaldir. Doğru da değildir. Bu insanlar o evlere girip ölmeyi beklemeyi, evlerinin yıkılıp da bir belirsizliğe itilmelerine tercih ederler.

*Geçen Sevan Nişanyan’ın bir cümlesine denk geldim: İnsanın en önemli dürtüsünün hayatta kalmak olduğunu düşünmediğini söylüyordu. O şeyin ititbar görmek olduğunu söylüyordu. Hak veriyorum ben de ona. Özellikle de erkekler için böyle. Mal mülk insana itibar kazandırır. Soyut şeyler için savaşmaya giden milyonlarca insana bakınca malını mülkünü belirsizliğe itip bilimsel şehirleşmeye hizmet etmeyi düşünecek insan sayısı bence çok azdır.

*Devletler ve milletler kısa sürelerde değişmezler. Bazı önemli dönüm noktaları değişimleri hızlandırabilir ama örneğin Rus nefreti kendileri için en önemli şey olan Polonyalı işçiler sosyalizme karşı “grevler” yapmadılar mı?

*Artık TR halkı kadere inanmayı bırakacak mı? Depremden önce dindarlığın kendi doğal bir zayıflama süreci vardı. İnsanlar özellikle de kadınlar zor anlarda soyut da olsa güçlü bir şeye sığınmayı severler. Şu zayıflama süreci devam edecek, gerçek İslam’ın talep ettiği yaşam tarzı hiçbir zaman karşılanmayacak ama bence insanlar özellikle de kadınlar daha uzun zaman spiritüel şeylere prim vermekten vazgeçmeyecekler.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | 1 Yorum