27 Eylül 2002

20 sene önce yani 27 Eylül 2002 günü ve 20 sene sonra yani bugün, 27 Eylül 2022…

Ne oldu, özel günlere gram önem vermeye mi başladım? Hayır!

Bugün bu yazıyı yazmama vesile oldu. 20 sene önce bugün öğretmenliğe başladım. Hayatım o günlerde, o yıllarda radikal bir şekilde değiştiği için o günleri hatırlamak istedim.

Bu yazıyı asıl olarak kendim için yazıyorum… İlgi gösteren de olursa okuyabilir elbette…

20 yıldır öğretmenlik yapıyorum. İdealizmimi çoktan kaybettim. Ona hiç sahip oldum mu, ondan da emin değilim. Bir ülkenin tek başına eğitimle kurtulmayacağını çok iyi biliyorum. Ekonomiden bağımsız hiçbir şeyin olmayacağını da biliyorum. Tek başına üstünü başını yırtacak kadar öğretmenlik heveslisi olmak da ülke geleceği üzerinde bir etki bırakmayacak. Senin onlar için kendini parçaladığın çocuklar büyüyünce Ak Parti’ye veya CHP’ye oy vermeye devam edecekler. O meşhur karikatürde anlatıldığı gibi; akşam evden işe gelecekler, yemek yiyecekler, dizi izleyecekler, sıçacaklar ve kanepenin üstünde uyuyacaklar. İdealizmimi kaybettim dedim ama hiçbir zaman sınıfta yatmadım. Verili koşullar altında eğitim öğretim namına “en fazla” ne yapılabileceğini anlamaya çalıştım ve onu yapmaya çalıştım. Bunu da övünmek için söylemiyorum. Böyle yapmak işime geldi daha çok. Daha az yıprandım.

Eski çalıştığım okullara gitseniz ve öğretmenlere ve de öğrenciler anket yapsanız iki farklı sonuç çıkar. Öğrenciler nazarında en sevilen öğretmen çıkmam beni şaşırtmaz. Öğretmenler nazarında da somurtkan, konuşmayan, sessiz, sakin biri çıkabilirim. Çünkü ben her zaman adamında ve duruma göre davranırım… Öğretmenler arasında iyi arkadaşlarım oldu ama tanımadığım, kefil olamayacağım, bağ kuramayacağım bir sürü yetişkin insanla her gün dakikalarca aynı oda içerisinde kalmak benim seveceğim bir şey değil. Zoraki muhabbetlere girmek istemiyorum. Başka birileri sevebilir, doğrusu benimkidir demiyorum. Baktım o insanlara yakınlık kurabiliyorum, kuruyorum. Kuramıyorum, somurtuyorum. Ama sınıfta onları çok güldürdüğüm için ve onlara yakın davrandığım için beni seviyorlar. Böyle davranmak işimi çok kolaylaştırıyor.  

Bu macera nasıl başladı?

2002 yılında Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Öğretmenliğe başvurdum. Normalde üniversiteye girerken, mezun olunca bazı şirketlerce havada karada kapılacağımızı zannediyorduk. Al sana 70 bin TL maaş, bu odada otur çünkü İngilizce biliyorsun… Böyle olmadı. Bunun için biraz girişimci (piç) olmak gerekiyordu. O yıllarda böyle biri değildim ama sonra öğrenecektim öyle olmayı… Yapılacak en akıllıca şey öğretmen olmaktı.

Bir sene önce bir arkadaşım KPSS’den 73 alarak Ankara’ya atanmıştı. O yıllarda başka bir şehre gidip, tek başına yaşamak (kurban olurum o şeye) bana pek çekici gelmiyordu. Ankara’ya aşıktım (kusma emojisi) Ben ise 79 almıştım. Kesin Ankara olur diye düşünüyordum. Fakat benim formasyon belgem yoktu. Fark oradaydı. Beş şehir yazıyordunuz o yıllarda. Bire Ankara’yı yazdım ve gerisini formalite icabı doldurduğumu düşündüm. Belgeyi gidip elden teslim ediyordunuz. Son gün belgeyi götürmeden önce yolda arkadaşım Öztürk’ü gördüm. Sinop’u yazmamı söyledi. Eve gelip son şehri silip Sinop’u oraya yazdım…

Günler geçti. Sonuçların açıklanacağı tarih geldi, çattı. O yıllarda çeviri yaparak kendime bilgisayar almıştım. Burs ücretimle de eve internet bağlatmıştım. Evde bilgisayarın başına geçtim. MEB’i açtım. Evde ben, kardeşim, annem ve kardeşimin Giresunlu arkadaşı Hakan vardı. Kimlik numaramı yazıp enter’a bastım. Böyle bir numara kayırlarımızda yoktur diye bir ibare çıktı. Atanamamanın ne demek olduğunu o anda anladım. Büyük bir üzüntü ve kaygı duygusu beni sardı. Ne yapacaktım? Mutlaka çalışmam gerekiyordu. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Numarayı defalarca denedim. Hep aynı şey çıkıyordu. Etrafımdakiler ufak ufak teselli cümleleri kurmaya başladılar. Sonra başvuru formunu elime aldım. Orada başvuru numarası diye bir şey vardı. B tire bir şey bir şey… Bir de onu gireyim dedim. Girdim ve “Sinop’a atandınız.” İbaresini gördüm. O anda karmaşık duygular hissettim. Hem o birkaç dakikalık karabasanı atlattığım için büyük bir rahatlama duygusu yaşadım hem de en istenmedik tercihim olan Sinop geldiği için hayal kırıklığına uğradım. Ankara garanti diyordum. Sonra hatırladığım kadarıyla Çanakkale ve Zonguldak vardı. Dördüncü tercihimi hatırlamıyorum. Eskişehir olabilir. Sinop’u o son gün Öztürk’ün tavsiyesiyle yazmıştım, dediğini yapmasaydım açıkta kalacaktım.

Rahatlama duygusu hemen geçti ve tabii ki yerini kaygıyla karışık merak duygusuna bıraktı.

Artık bambaşka bir insandım. Etrafımdaki insanların bana olan yaklaşımları değişmişti. Zaten öğretmenlik hala doktorlardan sonra en çok güven duyulan meslektir. Siz bakmayın öğretmenin itibarını bırakmadılar iddiasına… Öğretmen olduğunuzu söylediğinizde bütün kapılar size ardına kadar açılıyor. Her yerde sözünüz dinleniyor.

Ankara’dan ayrılacağım için üzgündüm (kusma emojisi)

Günler hızlıca geçiyordu. Sinop’a gideceğim gün yaklaşıyordu. Akrabalarım beni yemeklere çağırıyorlardı. Star gibiydim. Öğretmenliği nasıl yapacağımla ilgili ise aklımda en ufak bir fikir dahi yoktu. Yapamayacağımı düşünüyordum zaten.

Sinop’a gidip kararnamemi alacaktım ve göreve başlayacaktım sonra da bir hafta iznim olacaktı, gelip Ankara’da onu kullanacaktım. Sinop MEB’i aradığımda kararnamelerin hazır olduğunu söylediler. Dolayısıyla bir günlük işim olduğu için yanıma kıyafet almadan gittim. Şimdi düşünüyorum da ne akılsızlık! Kimse de ya ne olur ne olmaz yedek bir şeyler al demedi… Hayatımda yaptığım 10 bin aptalca hatanın 5000. buydu.

Ankara AŞTİ’den akşam 22.00’de otobüsün hareket ettiği anı hatırlıyorum. Büyük bir belirsizliğe gidiyormuşum gibi hissediyordum. Otobüs hareket etti. Zaten geceleri otobüslerde uyuyamam. O otobüs yolculuğu ilk yaptığım gece yolculuklarından biriydi. Belki de o kaygı yüklü olma hali otobüslerde uyuyamaz olmamı belirleyen şey olmuştu. Karanlıktı ve hiçbir şey görülmüyordu. Çorum Sungurlu’da yer alan Mavi Ocak dinlenme tesislerine gelmiştik. Orada bir çorba içmiştim. O tesisin çorbalarına bayılırım. Normalde tesis yemekleri berbat olur, bilirsiniz ama oranın çorbaları muhteşem olur. Denk gelirseniz kaçırmayın.

Belirsiz gece devam ediyordu. Sinop’a Samsun üzerinde gidecektik. Kastamonu üzerinde de gidiliyordu o yıllarda. Gittik, gittik, gittik… Sonra gece 3,4 gibi ben uyudum. Uyandığımda bir yazıhanede bir adamla muavin sohbet ediyordu. Oranın neresi olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Sağıma baktığımda denizi gördüm. Adamın tipi de tam Karadenizli tipiydi, Samsun’da olduğumu anladım. Sonra otobüs hareket etmeye başladı. Meşhur Atatürk heykelini görünce Samsun’da olduğumdan emin oldum. Şehrin büyüklüğü ve gelişmişliği beni şaşırtmıştı. Sonra tekrar uykuya daldım. 6 gibi tekrar kalktım. Güneş de yavaş yavaş doğuyordu. Yol çok dolambaçlıydı. Sinop, Samsun yolu. Keskin uçurumlar, dar yollar, çok yakında bulunan koca koca kayalar falan yol çok ürkütücüydü. O zaman moral olarak göçtüğümü hatırlıyorum. Sinop, Samsun arası yolculuk bende büyük bir hüzne ve kaygıya yol açmıştı. Neyse garaja vardık. Otobüsten indim. Hala Sinop’un nasıl bir yer olduğuyla ilgili fikrim yok. Servise bindim ve Valilik önünde inmek istediğimi söyledim. Çiçek Abbas’ın minibüsü olan 70 model Ford’lar vardı o zaman. Bu Anadolu şehrinde garajdan kalkan otobüsler adı Atatürk/Cumhuriyet/İstiklal olan caddeden geçip Valilik/Belediye/Meydan/Heykel’de yolcu indirirler. Sinop’ta aynısı oldu. Meydana indiğimde etrafıma baktım. Tarihi binalar, alçak yapılar, dar caddeler ve durağan bir hayat! Kaygım artıyordu.

MEB’e gittim. Cahilliğe bak, kimseyle konuşmadan etmeden oraya gitmiştim. Oysa liseden öğretmenlerim vardı. Bana yol gösterebilirlerdi. 27 Eylül 2002’de Anasol D hükümeti vardı ve eğitim DSP’nin elindeydi. Yani eğitim-sen’in. En güzel okula kendimi torpille atandırabilirdim.

MEB’e gittim ve kararnamemi almak için geldiğimi söyledim. MEB müdürünün hala imzalamadığını söylediler. Öğleden sonra uğramalıymışım. Allah allah, ne yapacaktım şimdi. Ben belgemi alıp, resmi işlemlerimi halledip, akşam otobüsüyle de dönmeyi planlıyordum.

Neyse şehri gezmeye başladım. Yarım saatte de şehri tükettim. Yapacak bir şey yoktu. Sudan çıkmış balık gibiydim. Gerçekten tam olarak oydum.

Sudan alınmış ve direkt ateşe atılmış balıktım…

Öğleden sonra MEB’e gittiğimde ortalığı kalabalık gördüm. Bir eleman takım elbise giymişti ve yakasında Ali adlı yerel ortaçağ egemeninin (kimileri ona Hz. Ali diyor) kılıcı olan Zülfikar takmıştı. Eğitim sen iktidardaydı ne de olsa. Birileriyle konuştum. İngilizceden çok açık olduğunu merkez dışında başka bir yerin gelmesinin imkansız olduğunu falan söylüyorlardı. Ben de inandım buna safçana. Bekle babam bekle, kararnameler bir türlü çıkmıyor. Akşam oldu ve umutsuzca çıktım mekandan. Ne yapacaktım şimdi?

Önce kalacak bir yer bulmalıydı. Sahilde pansiyonlar görmüştüm. Hatta “5 milyona” çok ucuz yerler vardı. Onlara gittim. Fazla param yoktu. Fazla vizyonum da yoktu açıkçası. O tarihe kadar hep fakirlik çekmiş, yaşamak nedir, rahat etmek nedir hiç bilmiyordum. Yedek kıyafetim de yoktu. Nemli bir yerde ve yaz mevsiminde olduğu için terlemiştim. Bir marketten sabun aldım ve pansiyonun (ortak) boktan banyosunda duş aldım ve aynı kıyafetleri giydim. Bu arada bir akrabamız beni aradı ve Boyabat belediye başkanını tanıdığını istersem oraya tayinimin yapılabileceğini söyledi. Ben de merkez olacağından emin olduğum için ve deniz kenarında yaşamak istediğim için kendisini kibarca reddettim.

Gece sahilde dolaştım, bira içtim, ortam tatil yöresi gibiydi. Yavaş yavaş kaygı duygusu yerini heyecana, hevese bırakıyordu. Orada yaşayacaktım, denize girecektim, güzel zamanlar geçirecektim. Oleydi! Yaşasındı! Kahpe felek yüzüme gülmüştü ilk kez…

Ertesi gün büyük bir hevesle merkezde bir okula atandığımı gösteren belgeyi yani kararnamemi almak için yine MEB’e gittim. Aynı şeyleri bir daha yaşadım. Yine müdür belgeyi imzalamadı. Bu kıyafetlerle ne yapacaktım. Öğlene doğru süreç belli edince bu sefer terlemeyi engellemek için yollarda çok yavaş hareket etmiştim. Gölgelerden yürümüştüm. Akşam yine dolaşma olayı ve sonrasında pansiyonun berbat yatağında yatma olayı oldu.

Ertesi gün sabah bu sefer nötr duygularla MEB’e gittim. Bir yarım saat sonra bir memur elinde belgelerle geldi. Herkese belgesini uzattı. Merkezdeki hangi muhteşem okula atandığımı görmek için belgeye baktığımda Dikmen ilçesindeki Dikmen İlköğretim Okulu’na atandığımı gördüm. Dikmen de neresiydi? Ben bir tek Ankara’nın Dikmenini bilirdim, Sinop’un Dikmeni de nereden çıkmıştı! Görevliye nerede olduğunu sordum bu Dikmen’in? Gerze’ye yakın olduğunu, oradan gidebileceğimi söyledi ve ekledi: Ava meraklı mıydım? Eğer öyleyse orada çok iyi vakit geçirirmişim…

Büyük bir hayal kırıklığı ve öfkeye sahiptim. Neresiydi burası. Köy gibi bir yermiş. Endişeyle yüklü bir şekilde Gerze’ye vardım. Oranın garajında Dikmen minibüsünü beklemeye başladım. Oradakilere sorular soruyordum. Adamlar isteksizce cevap veriyorlardı. Küçük bir yermiş. Küçük yer mi! Fiili olarak 600 kişinin yaşadığı bir “ilçe merkezi”! Türkiye’nin en küçük ilçesi olabilir. Banka şubesi bile yok. Bayan kuaförü yok. 8, 10 tane karşılıklı binanın oluşturduğu bir sokak ve etrafındaki 20, 30 bina… İlçe merkezi bu. 150 öğrencili bir ilköğretim okulu ve 55 öğrencili bir lise… Tek lokanta var. Minibüsün dolması ve hareket etmesi bazen bir saati buluyor. Deniz kenarında tatil gibi hayat yaşayacakken düştük köye…

Garajdaki adamların bazı öğretmenlerin Gerze’den gidiş geliş yaptıklarını söylemesi üzerine bir rahatlama yaşadım ve o anda ben de onu yapmaya karar verdim. Daha Dikmen’i görmeden. Gerze, Sinop’un küçüğüydü. Deniz kenarında ve daha bir şehre benzeyen bir yerdi. Esasında orası da 10 bin nüfuslu bir taşraydı işte…

Dikmen’e doğru yollandım. Samsun’dan gelirken bana ürkütücü gelen o coğrafya bu sefer aydınlıkta gözlerimin önündeydi. Yine ürkütücüydü. Ama aslında oraya gezmeye giden birine muhteşem gelebilecek bir coğrafyaydı.

Dikmen’e indim ve MEB’e gittim. Şube müdürü beni karşıladı. Sohbet etti. “Solcu” biriydi. Yani Atatürkçü işte. Oraların solcusu en fazla Atatürkçü olur. Beni kaymakamın huzuruna çıkarmak istedi. Takım elbisem yok muydu? Tıraş neden olmamıştım? Ben de durumu anlattım ve bir haftalık iznimi alıp, bir an önce siktir olup gitmek istediğimi söyledim.

Öyle de oldu. Şube müdürü, kaymakama çekine çekine yedek kıyafet getirmediğimi falan söyledi. İşte izin belgem elimdeydi. Bir haftam vardı. Bir hafta sonra gelip Sinop’un Dikmeninde “öğretmenlik” yapmaya başlayacaktım.

İlçe resmi binasından çıktım. Saat öğleden sonraydı. O gün Gerze’de pazar olduğu için minibüs çok hızlı doluyordu. Gerze’ye gitmek istedim. Dikmen sapağına çıkınca inmemin ve oradan geçen Samsun otobüslerine binmemin (veya otostop yapmamın) daha akıllıca olacağını söylediler. Ben de öyle yaptım. Sapakta indim. Otobüs beklemeye başladım. Otostop da yapıyordum. Birden bir kamyonet durdu. Beni aldılar. Bafralı pazarcılardı. Yani nasıl desem… Bafra’ya gidene kadar benimle güzel hoş sohbet ettiler, yardımcı oldular, sağ olsunlar ama hayatımdaki en rahatsız edici kokuyla o kamyonette karşılaştım maalesef. Ben kötü koktuğumu düşünüyordum ama o adamların terleri inanılmaz kötü kokuyordu ve bir de üstlerine acı biber kokusu sinmişti. Bafra’ya gidene kadar öldüm öldüm dirildim. Sonra oradan çok kolay bir şekilde Samsun’a gittim ve hemen bir Ankara otobüsüne zıpladım.

Birkaç gün öncesinden başlayarak, 27 Eylül 2002’de yaşadıklarım bunlardı. Artık bambaşka bir insan olacaktım ve bambaşka bir hayatım olacaktı. Geri dönüş yoktu. Hala bile bazen beni öğretmenlikten aldıklarını ve veremediğim bazı dersler yüzünden üniversiteye geri gönderdikleri rüyasını (kabusunu) görürüm. İnsanın en güzel yılları olması gereken üniversite yılları benim en kötü yıllarımdandı. O yıllar bitmişti. Böyle bitmişti ama…

Bu yazıyı, kendim için, arşiv amaçlı yazdım. İleride belki Tuna okur bu yazıyı. İlerleyen günlerde de “Ekim, Kasım 2002” başlıklı bir yazı yazacağım çünkü o bir, iki ay da önemliydi. Orayı da kayır altına almak istiyorum.

Not 1: Bu yazıyı hızlı yazdım ve de geri dönüp kontrol edecek vaktim olmadığı için yazım yanlışlarını düzeltemeyeceğim.        

Not 2: Sinop’a, Gerze’ye, Dikmen’e gidip oraları gezmek için ölüp bitiyorum. 2007’de ayrıldım oradan.

Not 3: Fakirliğin amk!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Tavsiyeler 1

*Bir yerde bir baklavacı dükkanı açmak istiyorsanız adında mutlaka “hacı” veya “oğlu” tabirlerini kullanın.

*Arabanın teybinde kullanacağınız bir flash disk alacaksanız en adisinden alın.

*Müteahhitlik yapıp site inşa edecekseniz adında mutlaka ve mutlaka “park” veya “life” tabirlerini kullanın. Son dönemde kullanılan ama az bilinen kız isimlerini, birinci tekil şahıs iyelik ekiyle beraber ekleyebilirisiniz. Elizam Park, Alizem Park, Aretem Life, Artemisim Life. Siyasi bir kesime oynayacaksanız onların sembollerini (Hiranurum Park, Muasır Life, Jiyan Life, Atsız Life vs.) kullanın.

*İngilizce seviyeniz sorulduğunda mutlaka orta seviye deyin. Kulübe girin.

*Seçimlerde partiniz her zamanki gibi rezil mi oldu, asla erkekliğe bok sürdürmeyin, “Bu seçimde çok deneyim biriktirdik ve asıl hedefimiz olan örgütlenme hamlemizde en önemli mesafeyi seçimler sayesinde gerçekleştirdik. Şimdi görevler bizi bekler, elimizi taşın altına koyacağız ve kısa sürede bir güç olacağız. Dost düşman görecek! Artık patronlar düşünsün!” deyin.

*Bebeğinizin gazı Vicks, Salem sigarası ve 522 ST otobüsü karışımı bir aromaya mı sahip, endişelenmeyin ancak eşek ölüsü gibi kokuyorsa az sonra kaka yapacak demektir, önleminizi alın.

*Özel günlerde mutlaka Instagram veya WA hikayesi paylaşın.

*Biraz paranız var ve ticarete atılmak mı istiyorsunuz? Paralı ve enteresan orta sınıfların yaşadığı bir bölgede ama cadde üzerinde bir yer açın. Yöresel ürünler sattığınızı iddia edin. Nefis yemek tarifleri nokta com’dan bulacağınız bazı tariflere tuhaf isimler verin. Tercihen bir ilçe ismi ve onu takip eden (-leme -lama ekleriyle elde edilmiş) tekerleme gibi bir şey: Merzifon Cinciklemesi, Burhaniye Götüklemesi, Midyat Pezevetlemesi, Gölköy Bicibicilemesi, Tarsus Sikisikilemesi, Kuşadası Bidibidilemesi gibi. Bu arada terbiyesizleşebilirsiniz, Anadolu kültürü diye bir şey demezler.

*Paranız biraz daha çoksa İstanbul’da tarihi yarımadada bir köfteci açın ve tabelaya “since” tabirini ekleyin. Since 1960, since 1930 hatta since 1899 bile yazabilirsiniz, sıkıntı olmaz.

*Teknik direktörsünüz ve yenildiniz mi mutlaka hakeme yüklenin ve umut verici oyundan bahsedin. Olmadı “sorumlu benim” diyerek ne kadar yüce bir insan olduğunuzu gösterin ve biraz daha vakit kazanın.

*İlkokulda öğretmensiniz ve nöbetçisiniz, bir öğrenci geldi ve “zil çaldı mı öğretmenim?” diye sordu, evet deyin. Zaman kazanırsınız.

*Esnafsınız ve işler nasıl diye mi soruldu? İyiyse kötü olduğunu, kötüyse iyi olduğunu söyleyin.

*Bir kadınsanız poşetleri kördüğüm yapmayın! Allahınız varsa ??

*Öğretmensiniz ve tatilinizin üç ay olduğundan mı bahsediliyor, “üç ay değil iki ay” deyin. Bir ay “seminer” yaptığınızı iddia edin.

*Takım elbise giymek zorundasınız ve ütü yapmayı sevmiyorsanız gömleklerin sadece ön yüzünü ütüleyin.

*Evlenecekseniz ve özel günleri unutmaktan korkuyorsanız baştan özel günlere önem vermeyen bir insan imajı çizin.

Devam edebilir…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

“Cesur Yeni Dünya” Roman Eleştirisi

“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.” Kitabın tasavvur ettiği gelecekteki mükemmel/mekanik toplumda yaşayan ve “ruh” arayan (bana göre kendisine rahat batan) adam.

Kanlı canlı, hafif kaotik, adrenalin dolu bir üçüncü dünya ülkesinde mi yaşamak daha çekici gelir size yoksa düzenli, tertipli, herkesin 9-5 çalıştığı, sokaklara çöp atılmadığı, durağan bir Kuzey şehrinde mi?

İkisinin karışımı yok mu diye sorulabilir. Soru saçma bulunabilir. Kimisi yanakları pembeleşerek birinciyi seçtiğini söyleyebilir, kimisi de donuk bir ifadeyle ikinciyi tercih edeceğini söyleyebilir…

İnsan daha ne kadar, nereye kadar “gelişecektir”? İlerleme denilen şey aslında yaşamın ruhundan bir şeyler götüren bir şey midir? Yaşamın ruhu var mıdır? Ruh diye bir şey var mıdır?

Yazıma çok soru ile başladım, farkındayım… Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” adlı romanı insana çok soru sordurtuyor çünkü…

Bu roman bir distopya olarak kabul ediliyor. Yani gelecekte geçen ve de karanlık, depresif bir gelecek tasviri yapan romanlardan biri. İlk nesirlerden biri kabul edilen İngiliz Thomas Moore’un “Ütopya” adlı romanının ismiyle bir oynama yapılmış ve distopya kelimesi türetilmiş. Moore’un kitabı kendisinin hayatına mal oldu çünkü insanlara (halka/yönetilenlere) “zararlı” ilhamlar vereceği düşünüldü. Düzeni tehdit eden eserin yazarı ibreti alem için canını teslim etti. Temel olarak eğlenmek amacıyla bu metni yarattığı bilgisini hatırlıyorum üniversite yıllarımdan. Huxley’in romanı ise gelecekte tasvir ettiği “mükemmelleşmiş” toplumsal düzenin aslında ne kadar da “ruhsuz” olduğuna işaret ederek, verili (yani 30’lu yıllardaki verili) düzenin “nimetlerini” daha çok sevmemiz gerektiği mesajını okuyucuya iletiyordu. 30’lu yıllardaki “verili” düzenle şimdiki düzenin çok da farklı olmadığını düşünüyorum. En azından Tanrı ve şiir ölmedi… Tanrı’yı ve şiiri sevmeyenler hala “ruhsuz” kabul ediliyor!

Yazımın ana fikrini, distopya olarak etiketlenen bu romanın bazı açılardan öyle olmadığını düşünüyor olmam oluşturuyor. Romandaki gelecekte, karşımıza çıkan bazı şeylerin aslında iyi ve olması gereken şeyler olduklarını düşünüyorum. Zamanının ilerisinde bir insan mıyım, ne!

Yaşadığım zamanın neresindeyim emin değilim ama onda birçok yanlışlıklar olduğunu düşünüyorum.

Romanı teknik olarak ele almaya gerek var mı? Ortalama kitaplarla vakit kaybetmeyi doğru bulmuyorum. Bundan çok bahsettim. “Cesur Yeni Dünya” bir edebi eser olarak çok iyi. “Cesur” tabirinin de Shakespeare’in “Fırtına” adlı oyununda “Güzel” anlamında kullanıldığını da ekleyelim. Yani bu yeni dünyanın cesaretle ilgisi yok. Güzel bulunuyor. Güzel yeni dünya… Bence de öyle.

Shakespeare demişken, romanda “vahşilerin” yani eskisi gibi yaşayanların, yani bizler gibi yaşayanların/hissedenlerin bulundukları bölgede elde kalan tek metnin onun eserleri olduğunu ekleyelim. “Ruhsuzluğun” karşıtı olarak elimizde Shakespeare var. Şekspir ilk roman yazarı olabilir. Yazdıkları şiir formatında olsa da bireyin iç dünyasına, özellikle de karanlık/kaotik iç dünyasına yolculuk yapması bakımından romana ilham veren en önemli kişidir. Şekspir’in tiyatro oyunları hece ölçüsü ve kafiyeyle yazıldığı ve çoşku duygusunu harekete geçirdiği için kendisi “romantik” bulunur ama bence ele aldığı temalar, hemen hemen her oyununda görülen anti-kahramanlar, insanın karanlık dünyasına yönelmesi falan onu “romantik” olmaktan alıkoyuyor. Prens Hamlet, Yahudi faizci Shylock, siyahi kral Othello, Lady Macbeth falan nasıl insanlar öyle… Bu anlamda Şekspir’i seviyorum ve onun hiç de romantik olduğunu düşünmüyorum.

Şekspir’in “güzel” yeni dünyasından neler oluyor? Zaman zaman gelecekle ilgili düşüncelere dalarım. Geleceğin toplumunun nasıl olacağını düşünürüm. Nasıl olması gerektiğini de düşünürüm ama orada biraz temkinli davranırım çünkü az bir kesime tekabül eden “erdemli” insanların gelecekle ilgili mücadelelerinin geleceği belirlemeyeceğini düşünüyorum. Nasıl olması gerektiğini düşünmenin akla bunu getirebileceği için, bu eylemin esas olarak bir tehlike teşkil ettiğini düşünüyorum. Gelecekte insanın yaşaması için gerekli olan şartlar, olanaklar, materyaller kolay bir şekilde ortaya konabilecek ve bunu o az sayıdaki “erdemli” devrimci değil yine tarih boyunca olduğu gibi güçlü ve akıllı insanlar (erkekler daha doğrusu) başaracak. Yani kolaylıkla elde edilen yaşam koşulları savaşlarla ve devrimlerle değil, tarihin ve bilimin doğal seyri içerisinde kendiliğinden ortaya konulacak. Tabii bu uzun bir sürece yayılacak. 100 sene sonra, belki de çok daha kısa bir süre sonra bütün bedensel işleri yapay zekalı robotların yapacağı kesin. Bedensel iş yapmayan, yapmak zorunda olmayan bir insan ne yapar? Ne düşünür? Nasıl yaşar? Hiç düşündünüz mü bunu? “Güzel” bir dünya açıkçası. Dünyanın ve insanlığın böyle bir durumda bütün çelişkilerini, savaşlarını, eşitsizliklerini bir kenara bırakacağını iddia etmiyorum. Buna inanmıyorum da zaten.

Ama diyorum ki insanoğlu bedensel iş yapmak zorunda kalmadığında, yaşamak için gerekli olan şeylere kolaylıkla ulaştığı anda sorunların büyük bir çoğunluğu bitmiş demektir. İnsanoğlunun çoğu basit insanlardan oluşur. Gelecekte de bu oran tersine çevrilmeyecektir. Dolayısıyla basit bir şekilde elde edilen aş, yaş, maş, iş, eş ona yeter.

İşte korkulacak derecede zalim bulunan cesur yeni dünyada, bu dünyadakinin aksine birçok “şey” kolaylıkla elde edilebilir durumda.

Cesur yeni dünyanın “güzel” bulunmamasının bir diğer sebebi de (evet bu sebeplerden gidelim en iyisi) insanların otomatik bir şekilde üremesi/üretilmesi, aile kavramının yok edilmesi ve üretilen insanların genlerine müdahale edilerek baştan asimetrik bir şekilde yani eşitsiz bir şekilde “yaratılmaları”… Alfalar, betalar var. En altta epsilonlar var. Ayak işlerini yapıyorlar. Ama hepsi günümüzden daha iyi koşullara sahip. Hepsi aş, iş ve “eşe” erişebiliyor. Hepsinin günlük soma istihkakları var. Soma yani uyuşturucu. Yani onu alıyorsun, oh senden mutlusu yok. Eşitsizlikle ilgili düşüncelerimi açıkladım birçok yazıda. Ona inanmıyorum. Onu ne gerçekçi, ne de bilimsel buluyorum. Bilimsel değil çünkü insanın beyni, bilinci o kadar karmaşık bir şey ki her birey iyi beslense ve iyi dinlense bile insanlar oldukça farklı olmaya devam edecekler. Duyguları, olgulara tepkileri, olgulara ilgileri hep farklı olacak. Bizim kanlı canlı geleceğimizde beslenme ve dinlenme sorunları hallolacağı için o zaman insanların (aynı zamanda kadınlarla erkeklerin de) nasıl da farklı farklı olmaya devam edeceklerini hep birlikte (?) göreceğiz. Şu andaki dünyada alfalar, betalar ve epsilonlar var ve epsilonlar berbat hayatlar yaşıyorlar. Korkunç bulunan cesur yeni dünyada epsilonlar iyi, kötü somaya, şuna buna erişebiliyor. Tanrı ve şiir yok. Şimdi var ama epsilonlar da sığır gibi yaşayıp, ölüyorlar…

Romanlarda “godoşluk” temasının çok ele alındığını görüyoruz. Bir nevi okuyucuyu köşeye sıkıştırmak için yapılıyor bu çünkü insanların en hassas noktası burasıdır. Godoşluk varsa as koz gibi diğer bütün temaları etkisiz hale getirir. Türk romanları içerisinde “solculuk” temalı romanlarda da çok ele alınır “godoşluk”. Örneğin Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır”ını ele alalım. Oradaki erkek karakterin “godoşluğu”, kadın karakterin yaşamı boyunca hissettiklerinden rol çalar… Yazar bunu öngörmemiştir yalnız. Yazar kadın olduğu için bu meselenin erkekler nazarında ne kadar büyük bir mesele olduğunu tam olarak kavrayamaz ve solcu ahlakçılığının basit bir çıktısı olarak gördüğü ve kullanmak istediği bu ögenin biriktirdiği güce şaşırır. Yani belki şaşırmıştır…  

Cesur yeni dünyada kadın erkek ilişkilerinin sıradanlığı, okuyucunun mevcut dünyamızı sevmesi yolunda adeta bir silah gibi kullanılır. Bizler bu toplumun ürünleriyiz, bu toplumun ahlak öğretilerine maruz kaldık. Herkesin isteyen herkesle yatabildiği bir düzen bize çok yabancı gelebilir, onun nasıl bir şey olduğunu tasavvur edemeyebilir ve doğal olarak ondan ürkebiliriz ama belki de bu düzenin ahlak anlayışında da bazı yükler, bazı arızalar vardır… Bu düzendeki aile anlayışında da bazı yanlışlıklar vardır belki… Ki bence var! Bu düzendeki kadın erkek ilişkilerinde de aile anlayışında da bazı yanlışlıklar var. Bu şeyler sahip olması gereken voltaj geriliminden hayli yüksek bir voltaj gerilimine sahipler… Bu yanlışlıklara işaret ettiğiniz zaman size hemen alternatif olarak cesur yeni dünyanın godoşluğu sunulmasın. Ayrıca ben, mecbur kalınsa, onu buna tercih edeceklerin de epeyce fazla olduğunu düşünüyorum.

Faşizm! Yani birilerine bir şeyi zorla yaptırmak… Cesur yeni dünyada insanlara bir şeyler direkt dayakla olmasa da çeşitli aygıtlar aracılığıyla yapılıyor. Aaa! Ne tuhaf! Ne zalimce! Şimdi de öyle yaptırılıyor. Arkadaşlar kurumlar denen şeyler vardır. Kurum demek sadece binası, websitesi ve adresi olan bir şey değildir. İnsanlara çeşitli davranış kalıpları sağlamada işlev görürler kurumlar. Okuldan ziyade eğitimi bir kurum olarak değerlendirsek daha iyi olur. Eğitim, aile, erdemlilik, din, ahlak, töre, vatan milliyet bilinci, görgü kuralları, akrabalar, mahalle, sosyal ortamlar, flört vs… İnsanlar başıboş bırakılmalı demiyorum. Kurumlar illa ki olacak… Önemli olan bu kurumların kimlerin denetiminde olduğu. (Bana göre) iyi ve akıllı insanların denetimindeyse kurumlar, yeri geldiğinde dayakla bile insan şekillendirebilirler. Bunları aşalı çok oldu. Demokrasi, ikna… Bunlara inanmıyorum. Zorla tepesine bineceksin. O esnada birileri incinebilir ama ilerideki nesilleri bazı yüklerden kurtarmış olursunuz. İlerideki nesilleri de geçiniz, kendi yaşamınız için konfor alanlarını genişletirsiniz. Zalimce, faşistçe gelebilir ama dünya, insanoğlu böyle yürüyor.

Güzel bir roman. Distopya olarak anılıyor ama tekrar altını çizeyim: Ben başbakan olsam bu düzeni değiştirirdim ve bana göre gayet iyi bir düzen yaratırdım. Ve bu düzen Cesur Yeni Dünya romanından izler barındırırdı…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

“Otomatik Portakal” Roman Eleştirisi

“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum…”

“Otomatik Portakal” (A Clockwork Orange) romanının İngiliz yazarı Antony Burgess, romanı için böyle demiştir.

İlginç bir hikayesi var yazarın: kendisine 40 yaşındayken beyninde bir tümör olduğu ve en fazla bir yıl yaşayacağı söylenmiş. O hissiyatla oturup beş roman yazmış yazar. Daha sonra teşhisin yanlış olduğu ortaya çıkmış ama yazar yazarlığa devam etmiş. “Otomatik Portakal” o beş romandan biri değil. Daha sonra yazmış bu romanı ama okuyunca sanki romanın öleceğini bilen bir insanın yazmış olabileceği bir roman olduğunu düşünebilirsiniz.

NVR nedir?

Ben bu tip kitaplara NVR yani Normallikle Vedalaşmış Kitaplar diyorum. Bunlara bayılırım. “Aylak Adam”ın bunların şahı olduğunu düşünürüm. Normallikle vedalaşmak yani kitabında genel geçer doğrulara saldırmakta tereddüt etmemek, birilerini sarsarım diye düşünmemek bunu bilakis istemek, uygun kabul edilmeyen içeriği kullanmak, etrafımızda iyi, doğru, güzel diye bize yutturulmaya çalışılan bir şeyler varsa onların öyle olmadıklarını cesaretle ortaya koymak…

Yazar böyle bir tarzı benimserse popüler olmasının çok zor olduğunu bilmeli. Çünkü insanların geneli masalları sever. Zaten bu tarzı benimseyen yazar da çok fazla yoktur. Çünkü böyle insan çok fazla yoktur. Etrafındaki iyi, doğru ve güzel olan şeylerin aslında öyle olmadıklarını düşünüyorsa bir insan, başı belada demektir. Ömür boyu sürecek olan bir huzursuzluk kendisini beklemektedir. Bunu sezip bundan ürkerek rol kesmeye devam eden insan, bu yola giren insan sayısından fazladır.

Burgess’e o yanlış teşhis konulmasaydı bu yola girer miydi? Bunu bilemeyiz. Aslında başka bir romanını okumadığım için hep o bakış açısına sahip olup olmadığını da bilmiyorum doğrusu. Elimizde şu anda “Otomatik Portakal” var ve onunla devam edelim.

Romanın kahramanı Alex. Alexander The Great’e bir gönderme var burada. Tarihteki en etkili erkek bireylerden (Cengiz Han, Timur, Augustus, Muhammed, İsa, Fatih Sultan Mehmet, Hitler, Lenin, Stalin…) biridir. Romanda tüm toplum Alex’e karşı gibidir. O da tüm topluma karşıdır. Anti-kahramanların en ünlülerinden biridir Alex. Romanda 15 yaşındadır. Bu çok ilginç. O yaşta birinin bunları yapması beklenemez. 1960’lar İngilteresinde de beklenemez diye düşünüyorum. Bir çetesi var. İki hayat yaşıyor gibidir. Gündüz aile ve okul gibi kurumlarda kendisinden bekleneni yaparken geceleri bir suç makinesine dönüşüyor. Bugün tabu olarak kabul edilen ve herhangi bir sanat eserinde ele alınması çok zor olan uyuşturucu kullanımı ve tecavüz eylemlerini yazar büyük bir açıklıkla anlatmaktadır.

KURUMLAR

Daha önce birçok NVR romanı ile ilgili yazı yazdım. Orada (anti) kahramanın sadece kurumlara değil kişilere ve kuruluşlara da elveda dediğini görmüştük. Alex de böyle biri. Ama onda sanki insanın toplumsal yaşamını biçimlendiren kurumlara olan düşmanlık daha belirgin gibi. Yazarın kitabıyla ilgili kurduğu meşhur cümlede de bunu anlayabiliyoruz. Evet, anarşist eğilimleri var kitabın. Düzen diye görülen şeylerin aslında bir kaosun parçası olduklarına inanır anarşistler ve NVR romanları. Alex’in okul ve aile ile derdi hapishanedeki bilimsel deney topluluğuyla olanından fazla değil.

BİLİM-KURGU

İtiraf etmeliyim ki bilim-kurgu’nun büyük bir hayranı değilim. Sinemadaki en önemli bilim-kurgu filmlerini izledim. Edebiyattakilerini de okumak niyetindeyim. Ama en önemlilerini… Bir bilim-kurgu kitabı muhteşem bulunmuyorsa onu okumam. Hayat(ım) o kadar uzun değil. Bu kitapta da bilim-kurgu diye kodlayabileceğimiz bölümler var. Hapishanede Alex’i bir programa seçiyorlar. Onu rehabilite edip topluma iyi bir birey olarak kazandırmak istiyorlar. Alex de serbest kalacağı için programa dahil olmayı kabul ediyor. Zira filmde işlenmese de hapishanede oldukça zor günler geçirmektedir. Namusu tehlikededir. Bu program aracılığıyla aslında faşizm eleştiriliyor. Hatta faşizmden ziyade normal, toplumdaki insan yetiştirme süreci bile eleştiriliyor olabilir. Sarsıcı anlarla dolu bu süreç yardımıyla toplumdaki normal insan işleme sürecinin de bozuk yanları işaret ediliyor.

FİLM

Stanley Kubrick’i sinema tarihinin en büyük yönetmeni sayan insan sayısı hiç de az değildir. İlginçtir Kubrick bir “auteur” değildir. Yani belirgin bir tarzı olan. Kubrick her tarzda film çekmiştir ve o filmler o tarzların en önemli örneklerinden kabul edilir. Distopik bilim kurgu tarzında da “Otomatik Portakal”ı çekmiştir. Romanın filme alınma sürecinin ilginç bir hikayesi var. Kitabın haklarını ilk olarak Rolling Stone adlı rock grubu alır. Solist Mick Jagger Alex rolü için kendisini düşünmektedir. Fakat bir şeyler bir şeyler olur ve kitabı filme Kubrick aktarır. Romana en çok sadık kaldığı uyarlaması olarak kabul ediliyor. Filmi yıllar önce izlemiştim. Geçen bir daha izledim. Lineer bir hikayesi olduğu için filme aktarması kolay bir eser. Zaten Kubrick hikayeye pek fazla dokunmamış. Bu romanın anlattıkları büyük bir görsel şölen vadediyor. Yaratıcı bir sanat yönetmeniyle çok iyi bir iş çıkacaktı, öyle de olmuş. Filmin sinematografideki başarısı gerçekten göz kamaştırıyor. 1971 yılının fersah fersah ilerisinde. Tekrar belirtiyorum, tam bir görsellik şaheseri. Hikaye zaten ilgi çekici. Bir edebiyat uyarlaması olarak ilk olarak bu filmi izleyen bir genç, benim gibi edebiyat uyarlamalarına karşı bir insan olmaz diye düşünüyorum.

SÜRPRİZ SON

Kitabın sonunu hiç beğenmedim. Yani Hz. İsa gelseydi böyle bir son yazardı. Daha önce birkaç kitapta daha başıma gelmişti. Hangilerindeydi hatırlamıyorum. Kitabı büyük bir ilgiyle okurken, kitabının sonunun onun bütün ruhuyla ters düştüğünü görmüştüm. Bu kitap da onlardan biri. Sürpriz son olabilir. İyi de olur. Ama bu şekilde kitabın tüm çabasını boşa çıkaran bir son hiç olmamış. Nedir o son? Alex, evlenip barklanmayı, çoluk çocuğa karışmayı ve sigortalı bir işe girip iyi adam olmayı seçiyor. Atm bombası fabrikasına bir baskın düzenlemesini ve oradan zeplinle kaçırdığı atom bombasını eliyle Londra’nın üstüne bırakmasını beklerken ben, o gidip normal adam oluyor. Charles Bukowski’ye ev kredisi çektiren kadını hatırladım. Kadınlar çok şey. Kadınların erkekleri “adam etme” huylarının önüne atom bombası bile geçemiyor. Neyse böyle bir romandı. Tavsiye ediyorum. Filmini de tavsiye ediyorum.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

KONDA’nın Din Anketi ve Düşündürdükleri

Ordularına taarruz emrini vermeye hazırlanıyordu…

Namaz ve dua bitmişti. Herkes onun vereceği emri bekliyordu. O ise anneannesinden dinlediği efsaneleri düşünmekle meşguldü. Atından indi. Atının kuyruğuna eline aldı ve dedesi Oğuz gibi gök tanrıya dua etti. Dua etmekten ziyade onunla sohbet etti. Sultan Alparslan daha sonra atına tekrar bindi ve hücum emrini verdi…

Türkler zorla mı Müslüman oldular yoksa gönüllü bir şekilde mi? 700’lü yılları takriben geçen 300 senede Müslüman kılıcıyla ölen çok Türk oldu ama Türkler çıkar için Müslüman oldular. Selçuklu sultanı Çağrı Bey, çok önemli bir seçim yaptı. Tarihte Türkler için, Kazım Karabekir’in Erzurum’daki taş konakta yaptığı seçime kadar, bana göre en önemli seçim onunkiydi. Çağrı Bey, Türklerin korkulacak olan yağmacılar imajını geride bırakıp toplumsal istikrarın garantörü olan bir millet olmasını arzu etti. (kaynak götüm değil okuduğum kitaplardır) O dönemler ideoloji dindi. Türkler de bu sebeple İslamiyeti seçtiler.

Seçtiler ama seçmediler. Milletlerin karakterleri vardır. Marksistler bunu kabul etmezler ama ben ederim. Arap yarımadasında yaşayan Arap milletinin yaşam tarzına göre şekillenmiş olan ve kuralları konusunda pazarlık yapmayan İslam dini, Orta Asya kökenli vahşi, geri ve gevşek bir millet olan Türkler için uygun değildi. Amaan, önemli olan işlerin yürümesiydi!

İşler yürümüyor işte!

KONDA araştırma şirketinin geçtiğimiz günlerde yayınladığı din anketine göre işler yürümüyor ve çözülme başladı. Sultan Alparslan’ın atının kuyruğu tekrar rüzgarda uçuşmaya başladı…

KONDA araştırma şirketi ile ilgili pek bilgi sahibi değilim. Ekşi Sözlük’e baktım ve Ak Parti’nin düşman olmadığı bir şirket olduğunu gördüm. O halde onların açıkladığı din verisine riayet edebiliriz.

Aslında bu salt bir din anketi değildi. “Türkiye 100 kişi olsaydı…” başlıklı bir araştırma. 10 sene önce de aynısını yapmışlar. Bu araştırmada din ile ilgili bilgiler var. Aynı şekilde etnik köken, ekonomik durum, eğitim durumu, yaşam tarzı ile ilgili tercihler de var. Çok ilginç bir araştırma. Belki diğer maddelere de ilerleyen günlerde değinirim. Din ile ilgili olan bölüm dikkatimi çekti.

Dini iyi tanıdığımı düşünüyorum. Kuran’ı iki kere okudum, yüzlerce hadis okudum! Türkiye’de kendisine Müslüman diyenlerin ancak %1’i benim yaptıklarımı yapmıştır. Neyse, mesele okuyup araştırmak değil. Okuyup araştıranların büyük bir bölümü de dinden vazgeçemiyorlar. Özellikle de kadınlar. Bana göre dinin kurucusu ve gerçek sahipleri erkeklerdir ama onu kadınlar daha çok ıhya ederler. Çünkü kadınlar metafizik düşüncelere erkeklere nazaran daha meyillidirler. Sık sık tuhaf rüya görürler ve onları bir şeylere yorumlamak için yanıp tutuşurlar. Neyse, konumuza dönelim.

Dini iyi tanıyorum ve de toplumu gözlemlemeyi çok seviyorum. Anadolu’nun neredeyse tamamını dolaştım ve sokaklarını gözlemledim. Büyükşehirlerin kenar mahallelerini de biliyorum. Liselerde çalıştım.

Benim gözlemim şudur ki kapalı toplum yapısı tepetaklak gidiyor. Dolayısıyla din de gidiyor. 20, 30 yıl sonra bugünkü gibi bir din olmayacağından neredeyse eminim. Tabii kadınlar ne kadar müsaade edecek bilmiyorum ama bu haliyle bir din kalmayacak. Kalması mümkün değil. Bunun sebepleri var. Birincisi sosyal medya. Onun sayesinde herkes herkesin yaşam tarzını görüyor. Eskiden televizyonlarda izlenen ve inandırıcı gelmeyen “artis hayatları” değil artık gördükleri! Erzurum’un Hınıs ilçesindeki ortaokul mezunu olan ve evlenmeyi bekleyen genç kız (ama bir genç kız olduğu için erkekler tarafından beğenilmeyi korkunç bir şekilde arzu eder) Samsun’un Çarşamba ilçesindeki liseli kızların nasıl da sevgili edindiklerini ve onlarla neler yaptıklarını görüyor… Kapalı toplumun yorumu nedir tahmin edersiniz.

Sosyal medya bunu yaptı. Diğer bir destek de Ak Parti’den geldi. Atatürk’ün yapamadığını Ak Parti yapıyor resmen. Bu yazdığım saçma gelebilir. Türkiye’de hükümet olan/olacak olan her partiye rüşvetçiler, rantçılar yanaşır… Ak Parti esas olarak bir ideoloji partisidir ve o ideoloji de İslamcılıktır. Bu partinin ideologları İslamın kurallarının gerekirse zorla uygulandığı bir ülke arzu ederler. Sorsan öyle değil diyebilirler ama yedirebileceklerini görseler bu uygulama için bir dakika bile tereddüt etmezler. Bunlar tabii devlet olanaklarını ellerinde buldukları için dine, dindarlığa, dindar yaşama inanılmaz “maddi”, somut destek yaptılar. Her tarafı imam hatip okulu yaparak gençlerin dindarlaşacaklarını zannettiler. Onlarca tv kanalında dini sohbetler yaparak gençlerin Instagram’da flört kovalamak yerine bu sıkıcı sohbetlere ilgi göstereceklerini zannettiler. Olmazdı! Olamazdı! Eşyanın tabiatına aykırı. İslam dini, diğer iki büyük dinin tersine sosyal hayat üzerine çok şey söylüyor. Her şeyi söylüyor. Her konuda bir içtihatı(?) var. Gerçek ve samimi ve İslamı gözüyle okuyup anlamış insanlar bunları biliyor. Bunlar hükümetse bu kuralları hayata geçirmek isterler. Ama yazının başında dediğim gibi bu sıkı disiplin Türklere uymaz. Türkler ortalamacı ve gevşektirler. Ölümüne mücadelelere girmezler. Bugüne kadar girmişlerse dayakla girmişlerdir. Toparlarsak, Ak Parti’nin gaza basması ters etki yarattı ve insanlarda, özellikle de gençlerde tepkiselliğe (bu kelimeye de hastayım) sebep oldu. Genç bir insana muhafazakar yaşamın sıkıcı, renksiz yaşam tarzını benimsetemezsiniz. Genç insan flört etmek ister, heyecan ister, keyif verici faaliyetlerde bulunmak ister. Bugün Nurettin Yıldız çıksa ve “Müzik İslamda haramdır. Şiir haramdır.” dese, “skandal ifade” diye başlık atarlar. Açın okuyun! Bunlar olurken inançlı olmaktan vazgeçmeye cesareti olmayan arkadaşımız da “İslam bu değil ya!” demeye devam edecektir. Bu ülkede kimse İslamı Nurettin Yıldız’dan, Ayasofya imamından, Cübbeli Ahmet’ten daha iyi bilemez.

Vazgeçemeyen dedik ama ankete geri dönersek birilerinin vazgeçtiklerini görüyoruz.

Ankette bir din/mezhep dağılımı diye bölüm var bir de dindarlık seviyesi diye bölüm var.

İncelemeden önce insanların din ile ilgili bilgilerini verirken sıklıkla numara yapabildiklerine inandığımı belirtmek isterim.

Din/mezhep dağılımı: %88 Sunni, %4 Alevi, %2 Diğer, %6 Dini inancı yok. 2011’de dini inancı olmadığını söyleyenlerin oranı %2 imiş. Bu kişilerin oranı üç katı artmış. İşte bu “başarı” sosyal medya ve Ak Parti’nindir… Alevilerden bir %1 kaymış. Bence çoğu inançsızlara, bir bölümü de sunnilere gitmiştir. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla Aleviler içerisinde de kafası karışanlar var. Özellikle Sunni biriyle evlilik yapmışlarsa… %2’ye de çok şaşırdım. Hristiyanlar desek birkaç 10 bini geçmeyen bir kitle. Acaba bazı entel dantel tipler birtakım Uzak Doğu düşünce sistemlerine (onlara din demek doğru mu) mi merak sardılar.

Bir de şu var: Ateizm Türkiye’de çok kirlenmiş bir kelimedir. Normalde bir insanın ateist olması demek ciddi bir okuma ve sorgulama sürecine girmesi demektir. Ayrıca bu kişi (Alevi değilse) yakın çevresi ve ailesi tarafından aforizma yiyeceğinden dolayı bu tavır cesaret gerektiren bir tavırdır. Ama birtakım geyik muhabbetlerinin de etkisiyle ateist demek Türkiye’de, kötü insan gibi bir şeydir. Bir kararkter özelliği gibi bir şeydir neredeyse. O yüzden insanlar ateist olarak kendilerini ifade etmekten geri durabiliyorlar. Ben buna çok tanık oldum. Bence anketteki diğer seçeneği bu insanlar için bir çıkış yolu olmuştur.

Dindarlık seviyesi maddesi de çok ilginç. Burada kendisine inançsız/ateist diyenler %7’yı buluyor. İnançlı %33… Dindar %50… Sofu %10… Gençler arasında yapılan bir ankette ise deist/agnostik/ateist oranının %20’yi bulduğunu okumuştum bir yerlerde. Yani 30 sene sonra 50 yaşında olacak ve ülkeyi yönetecek olan insanların %20’si –şu anda- kendisine deist/agnostik/ateist diyor. Bunlarla ilgili fikirlerimi de yazmıştım: Üç büyük dinin tanrısı yoksa tanrı yok demektir… Seni aramayan, sormayan, karşına çıkmayan bir tanrının sen neden peşinden gidiyorsun? Bilinemezcileri ise yine ateist kelimesinin gazabından korunmak için kendilerine bir kalkan arayan insanlar olduklarını düşünüyorum. Bilmiyorsan bilmiyorsundur. Her şeyi bilmeyi takıntı haline getirmemek lazım. Yine, bugüne kadar senin “bilmene” olanak sağlamayan bir tanrının var olması ihtimalini neden bu kadar dert ediniyorsun. Sen yoktur diyeceksin de iki, üç yıl sonra ortaya çıkıp seni cehennemiyle cezalandıracak mı?

%7’lik kesim 2011’de yine %2’ymiş. Değişim muazzam. İnançlı diyenler %30’dan %33’e çıkmış. Aslında bu bir artık değil. Çünkü Dindar diyenlerden %7 gitmiş, sofulardan da %1 gitmiş. Bu insanların yarısı falan henüz kendilerine ateist diyecek cesareti bulamadıkları için “inançlı” sıfatını kendilerine şimdilik layık görmüşler.

Bu dalga ilerleyen yıllarda katlanarak büyür diye düşünüyorum. Bir de seçeneklerde deist, agnostik bölümleri olsaydı oralara da insanlar kayardı diye düşünüyorum. Yaş gruplarına göre ayrı ayrı verilse sonuçlar gerçekten çok farklı da olurdu.

Peki, ne olacak, din bitecek mi?

Şimdi şöyle… Bana göre… Kuralları net olan ve renksiz bir yaşam tarzı olduğu kesin olan gerçek, samimi dindar yaşam ancak baskıyla kendisine yer bulur. Ak Parti hükumeti de bir sefer düştü mü bir daha bu baskıyı kuracak olan bulunmaz. Bir daha “siyasal İslam” kendisine yer bulamaz. Ak Parti yine takiyeyle iyi götürdü işi. Hep söylerim Türkiye’yi aslında Cak Parti yönetiyor. Ve bu parti artık fikir olarak değil somut olarak da iktidara gelecek gibi duruyor. Yine de belli olmaz.

Cak Parti iktidara gelir ve Türkler istediklerine kavuşurlar. Yani esnaf Müslümanlığa. Türk milleti dediğim gibi ortalamacıdır, radikal ideolojilere prim tanımaz. Din konusunda da bir kimlik olarak işlevli olabilecek ama rakısına, flörtüne, sanatına karışmayacak bir din arzu eder. Bunu da bulur. DYP İslamı da diyebiliriz buna veya aslında tam olarak tek parti dönemi İslamı.

Din işlevlidir. Toplumları bir arada tutar. Toplumsal bağları güçlendirir. Yani bugüne kadar böyleydi. Ama Batıda yaklaşık 50, 60 yıldır bir tepetaklak oluş var. Türkiye’de de işte 15, 20 yıldır başlayan bir süreç var. Benim yakın çevremde hiçbir metafizik düşünceye ihtiyaç duymadan yaşamını devam ettirebilen hem de sanıldığının aksine “anlamlı” bir şekilde devam ettirebilen insanlar var. Çok az ama. Bu “anlam” takıntısı için din işlevli olabiliyor. Veya acıları “unutmak” anlamında. Ayrıca kadınlar toplumun %50’si. Onların soru işaretsiz bir materyalist hayata onay vereceklerine pek inanmıyorum. Seviyorlar bu işleri. Din biter burçlar bitmez… Din biter nazar bitmez… Din biter Hıdırellez bitmez… Din biter içindeki olumlu düşünceyi evrene salmak bitmez… Din biter bir şeyi gerçekten istersen o şey mutlaka gerçekleşir bitmez… Din biter hayırlısı bitmez…

Benim çok umrumda değil. Ben birayı 22 liradan içmek istemiyorum sadece. Biranın hakkı 5 liradır. O 17 lirayı biz “siyasal” İslama ödüyoruz. Onun dışında Türkiye’de laikliğin tehlike altında olduğuna da inanmıyorum. Zaten laiklik bana hiçbir zaman tutarlı bir şey gibi gelmez. İslamı gerçekten bilen ve ona gönülden bağlı birinin laikliğe onay vermesini kesinlikle beklemiyorum. Laiklik Türkiye’de direkt olarak üzerine gidemiyoruz’un adıdır. Belki de gitmek de istememiştir. Öyle ya din toplumsal tutkal işlevi görüyor. Toplumu şekillendirmek için gerek duyulan anlarda yardıma çağrılacak bir din reddedilemez. Ama İslamın yapısı yancı olmaya uygun değil. Tayyip Erdoğan çok akıllı bir adam. Bir iki sene önce “İslam kendisini güncellemeli.” diye görüş bildirdi. İki gün sonra geri adım attı. Oysa o da gidişatı görüyordu. Bu ülkede ayeti bile değiştirirsiniz, insanların ruhu duymaz. Mimariye meraklı olduğum için çok cami gezerim. Orada elime kuranları alırım ve “kadınları dövün” ayetinin olup olmadığına bakarım. Bir keresinde, yeni tarihli bir kuranda olmadığını görmüştüm.

Anketle bitirelim. Bu anketteki değişiklikler çok çarpıcı. Ama ben şu anda milyonlarca kişini de ateist olmanın kıyısında olduklarına inanıyorum. Milyonlarca kişinin olduklarını ama bunu deklare edemediklerine inanıyorum. Milyonlarca kişinin ibadetli yaşamı bırakıp eğlenceli yaşama geçmek istediğine inanıyorum.

Hayırlısı neyse o olsun…

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Hayat Fazla Kısadır 1…

*Dizi izlemek için… Söyleyecek bir şey yok.

*Hatta ana akım film izlemek için… Sanat filmi diye kategorileştirilen eserler o kadar iyi ve faydalıdırlar ki bunları bulup tüketmek varken tek amacı sürükleyici olup, para kazanmak olan bir filme ayıracak vakit nasıl bulunur anlamıyorum. Bu konuda tarih üzerinde hiçbir etkim olmayacağını da biliyorum elbette.

*İnsanın yüce şeyler başaracağına inanmak için… İnsan teknik olarak olağanüstü şeyler başarmıştır, daha da başaracaktır ama yüce şeyler hiçbir zaman başarmayacaktır. Bunun sebebi de ibnelik…

*Kadın olmak için… Doğu toplumlarında kadın olmanın otomatikman getirdiği baş belası sıkıntılardan bahsetmiyorum. Kadın olmak demek birer; kaygı, empati ve iletişim küpleri olmak demektir. Buna nasıl dayanılıyor?

*Zülfü Livaneli romanı okumak için… Aslında hiç okumadım ama fena halde onların boş beleş şeyler olduğunu hissediyorum. Çok sürükleyici oldukları kesindir. Sürüklenmek isteyen neden lunaparka gitmez de kitap okur?

*Günlük politikayı takip etmek için… Çok kısa sürelerde anlamlı değişiklikler olmaz. Bir yerdeki bir belediye başkanı yakınlarına çıkar sağlamış… Ee, ne var bunda? Bunun için haberlerin 8 dakikasına bakmak yerine daha anlamlı şeyler yapılamaz mı? Pazar röportajlarında pis pis sırıtarak cebindeki parayı ve aldıklarını gösterenlerin kaç tanesi kafası kesilse her zaman oy verdiği Ak Parti veya CHP’den başkasına oy verir?

*Sağlıklı (organik) beslemeye kasmak için… Ne yaparsan yap veya ne yapmazsan yapma 67 yıl yaşayacaksın. Hadi bir şey oldu ve öldün, 7 milyar insanın bu ortalamasını etkilemeyeceksin. Bakın 7 milyar insanın ortalaması etkilenmeyecek, buradaki büyüklüğü kavramak şarttır. Bol bol hareket etmek gerekir evet ama %100 organik beslenmek imkansız. Lenin dirilse, CHP’nin başına geçse ve başbakan olsa bile gıda tedariği sistemine radikal bir müdahale yapamaz.

*Bireysel dik duruşlar gerçekleştirmek için… Afyon’un Çay ilçesindeki bir kuruyemişçi Ak Parti mitingine su tedarik etmiş… Artık oradan alış veriş yapmıyorum… Örnekler biraz daha gerçeklerinden verilebilir. O dik duruş bireysel kalıyorsa hiçbir anlamı yok. Sadece sizin kendinizi iyi hissetmenize olanak tanır. Bu iyi bir şey olabilir. Ben kişisel olarak Özyılmaz Kuruyemişçiliği boykot etmekle hayatımın anlamını iki katını çıkartmam ama çıkartan olabilir. Kendinizi iyi hissedin ama ortamlarda bundan bahsederek milleti kendinize güldürmeyin.

*Olmayacak hayaller peşinden gitmek için… Nazar edin, götünüzü yırtsanız bile onu elde edemeyeceksiniz!

*Ölüme ve de yaşama sahip olmadığı anlamlar yüklemek için… Size bir sır vereyim mi? Öleceksiniz! Şok oldunuz değil mi? Artık bu gizli gerçeği biliyorsunuz. Bir gizli gerçek de şu, öldükten ortalama bir 20, 25 sene sonra sizi bir allahın kulu hatırlamayacak.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Büyük Bir Hayranı Değilim 2


* Palamut balığının…

Balık yiyiciliği kariyerime üniversiteyi bitirip de Sinop’ta yaşamaya başladıktan sonra başladım. Orada kimse palamuta yüz vermezdi. Epeyce de ucuz olurdu. Uzun süredir balık satın almadığım için şimdi fiyatları nedir bilmiyorum. Tadı aromasız biralar gibiydi. Hiçbir yiyeceği reddetmem ama nadiren balık pişirdiğim için o anlarda palamutu tercih etmem. Yani bir şekilde önüme gelmezse ölene kadar palamut yemezsem şaşırmam. Ölmeden önce bu yazıyı tekrar okuyayım en iyisi…

*Votkanın…

Votkanın öyküsü de rakıya benziyor. İnsanlar son bin yılda alkol oranı %40’ın üzerinde olan (damıtılmış) içkiler icat ettiler ve bu içkiler hızlıca antik içkiler olan bira ve şarabın yerini aldı. Kısa sürede, etkili bir şekilde sarhoş ettikleri için bunları tahtından etmek zordu. Bu damıtılmış içkilerin çok pahalıları haricindekilerden tat olarak şarap veya biranın güzel tatlarına yaklaşabileni pek yoktu. Bana göre rakının tadı çok kötüdür ama bunun ötesine bir kültür olduğu için, giderek bir mit olduğu için ona laf söyleyemiyorsun. Bugüne kadar pahalı viski ve konyaklar içtim. Onları içmeyi arzu ederim. Vokta ise ne bileyim! Çok iyi Rus votkaları içtim. Rus kültürünün etkisi altındaki ülkelerin çok iyi votkalarını (6 dolar ile en pahalı olanından) içtim. Hızlıca ve etkili bir şekilde sarhoş ediyor. Ben içkileri tatları için içerim. Votkanın tadını hiçbir zaman arzu etmem, özlemem. Körkütük şarhoş olmayı da sevmediğim için votka içmiyorum.

*Patatesli böreğin…

Bana göre iki karbonhidrat yan yana iyi olmuyor. Börekte favori yan malzemem kıymadır. Hastasıyım. Sonra pazı, ıspanak gibi otlarla yapılanı gelir. En son peynirlisi gelir.

*Ice-tea’nin…

Bana sunulsa geri vereceğim tek şey vardır şu hayatta: O da rakı. Ama ice-tea’yi ömrüm boyunca aramam.

*Sinemada film izlemenin…

Evet, ne yapayım böyle… Hiç sevmem! Hatta filmi yalnız izlemeyi severim. Odaklanmak önemlidir benim için filme. Bunu da en iyi yalnızken yapabiliyorum. Sinemada insanlar çok duyarsız oluyorlar. Ses, gürültü, saçma görüntü eksik olmuyor. Sinemada film izlemek ayrıca film izlemekten daha çok bir sosyalleşme aracı. Bu şekilde büyük bir hayranı değilim. En güzel filmlerimi evde tek başıma izledim. Zaten sinemaya gitmek bana göre uzatmaları oynuyor. Gelecekte onun olmayacağından neredeyse eminim. Her dönüşümde olduğu gibi yine kıçımızı yırtsak bunu tersine çeviremeyiz. Aktörler aracılığıyla insanlara bir kurmaca aktarmanın başına bir şey gelmeyecek de (en azından şimdilik bunun en ufak bir emaresi yok) sinemaya gitmek tarihe karışacak bana göre.

*Ederlezi’nin ortasındaki neşeli/gayrı ciddi bölümün…

Ederlezi gelmiş geçmiş en iyi “melodi” olabilir ama ortasındaki o sulu bölümü bir türlü sevemiyorum. Tek başına, ayrı bir bölümde kullanılsa çok iyi parça diyebilirim orası için ama Ederlezi gibi insanı duygusal yoğunluğun zirvesine çıkartan bir melodinin ortasında Şabanoğlu Şaban filmi melodisi gibi bir melodi iyi gitmemiş.

*Yurt dışında yaşamanın…

Dünyanın hiçbir yerinde yabancıların sevilmediğini düşünüyorum. Kültür farklarının da aşılması imkansıza yakın şeyler olduğunu düşünüyorum. Yurt dışına çıkıp gezmeye sonuna kadar evet ama oralarda yaşamaya hayır. Ha, buraya aşık mıyım? Kesinlikle hayır. Burada sevildiğimi hissediyor muyum? Kesinlikle hayır.

*Ailenin…

Sakin olunuz, burada kimse sizin aile bireylerinizi çok sevmenize laf edecek değil. Olabilir, sevebilirsiniz. O insanlar bu sevgiye değiyorlarsa da bu çok güzel bir şeydir. Ama onu her koşulda sevmek zorunda olmak ve ona her koşulda fedakarlıkta bulunmak zorunda olmak benim kabul edebileceğim bir şey değil. Birçok kişi böyle düşünüyordur da dile getirmeye cesaret edemiyordur. Mahallenin delisi olarak ben dile getireyim bari. Türkiye’de aile bağlarının fazlasıyla kuvvetli olması ekonomik krizi hissedemememizin en önemli sebeplerinden olsa gerek.

*Toplumcu-gerekçi sanatın…

Toplum da yalan onun gerçeği de yalan! O zaman bu sanat tarzından uzak durmalıyız. Bence insan ömrü 20’den fazla toplumcu-gerçekçi sanat eseri tüketmek için fazlasıyla kısa. Bu eserlerin bir numaralı amacı gaz vermektir. Her siyaset gibi ezilenler için yapılanlar siyasetler de mitolojilerle, gazlarla, masallarla, gereksiz insan güzellemeleriyle doludur. İnsan abartıldığının çok altında bir yerlerdedir. Buna inanıyorum. O zaman bunun sanatı da sıkıcı oluyor. Manyakların, psikopatların, alçakların dünyaları daha ilgi çekici.

*Komşuluğun…

Onaylamadan, mecburen girilen her türlü ilişkinin karşısındayım. Her zaman adamına ve duruma göre muamele ederim. Elbette bir gün çok iyi bir komşum olabilir. Ama sırf komşum olduğu için mecburen o insanı sevmem ve onunla sosyalleşmem gerekiyorsa buna yokum. Komşuluk ilişkilerinin olmadığı siteleri bu yüzden seviyorum. Yakında…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

2021’de Okuduğum Kitaplar

2020 yılı için böyle bir yazı yazmıştım. O sene rekorumu kırmış ve 56 kitap okumuştum. Pandemi başlamıştı ve devlette çalışan bir öğretmen olarak, her zamanki gibi, herkesten daha çok boş vakte sahip olmuştum.

Bir sene önce de bir liste çıkarmıştım. Mutlaka okumam gereken romanları belirlemiştim. Bu listeyi ciddi araştırmalar ve anketler sonucunda hazırlamıştım. Ve görmüştüm ki aslında okumaya değer sanıldığı kadar çok roman yok. Okunmayınca ölünecek olan 250 tane falan roman vardır bana göre. O listede 200’den az sayfa sayısına sahip çok kitap vardı. Bunlardan çok okumuştum. O yüzden 56 kitap okudum 2020 yılında…

Ve eklemiştim: Bir daha bu sayının yarısına zor erişirim…

Goodreads uygulamasındaki “Reading Challenge”ıma o sebeple 29 sayısını eklemiştim.

2021’de 28 kitap okuyabildim. 56’nın yarısına erişmişim.

Bence, artık, ölene kadar bir yılda 30 kitap falan okumayacağım…

Bu seneki hedefimi 13 olarak belirledim. Listemde Türk edebiyatından 13 kitap kaldı çünkü! Onları bitirip kendimi İngilizce roman okuma olayına teslim edeceğim. İngilizce roman okumak hem kolaydır hem değildir. Çünkü illa bilmediğin bir kelime çıkar. Yani benim çıkıyor. Ama Kindle sayesinde o kelimeyi 3 saniyede bakabiliyorum.

Kindle’ım biçim biçim

Ölürem Kindle için

Alem bana düşmandır

Kindle sevdiğim için ay ay!

Ayrıca artık 300 sayfadan az kitabım yok. Bir de bebek var! Gerçi erkeğin işi Almanya’dan iyi. Anne çekiyor sıkıntıyı. Bu arada not: TR babalık ilgi ortalamasının beş katıyım! Şu anda bebekten dolayı kitap okumaktan geri kaldığım olmadı. Bakalım bakalım…

Gelelim okuduğum 28 kitaba…

Hepsini yazmayacağım. En beğendiğim 10 kitabı yazacağım.

10- “Women”, Charles Bukowski

Bukowski’nin üç romanını okudum bu sene. Bir daha da okuyacağımı pek sanmıyorum. Kendisine “Bum” lakabını taktım. Aslında bu kitabı beğendim mi bilmiyorum. Oldukça ilgi çekici bulduğumdan eminim ama… Gerçekten çok ilginç bir adam. Benim bir tezim vardır: Roman olarak basılmayı başarmış her roman bir romandır! İyisi vardır, kötüsü vardır. İyi bir edebiyat ürünü olmadığını düşünen çok insan var ama romandaki “ful” samimiyet pek benzerini göremeyeceğimiz türden. Buna karşı kayıtsız kalamayız. Bence Bukowski’yi insan olarak annesi bile sevmiyordur ama onu yazar olarak seven (veya benim gibi ilginç bulan) milyonlarca insan var…

9- “Mavi Karanlık”, Vedat Türkali

Birkaç gün önce bu romanla ilgili eleştiri yazımı yazdığım için pek ekleyeceğim bir şey yok. Yalnız tekrar hatırlatmış olayım: Fetiş yazarlarımdan biridir ve çürüme temasını çok iyi ele almaktadır.

8- “Karnavalın Ortasındaki Adam”, Cengis Asiltürk

SM’den arkadaşım olan üstat henüz basılmamış olan bu yeni romanını bana mail yoluyla gönderdi ve okumamı istedi. Ben de okudum. Çok beğendim. Aslında üstat benden bunu isteyince tedirgin olmuştum. Beğenmezsem ne diyecektim? Neyse ki endişelerim kısa sürede dağıldı ve çok iyi tesitlerle dolu bir romanla karşı karşıya olduğumu anladım. Basılınca kaçırmayınız…

7- “Kar”, Orhan Pamuk

Orhan Pamuk’tan okumadığım iki roman kalmıştı. Birisi bu “Kar” diğeri de listenin bir numarasında olan romanıydı. Gencer Başkan da “Ben Kar’ı severim” şeklinde yorum yapmıştı. O halde okumalıydım. Aslında şu var: Ben bu son iki Orhan Pamuk romanını biraz aceleye getirerek okudum. Fetiş yazarımın son romanının Mart ayı içerisinde çıkacağını öğrenmiştim. Bütün romanlarını okumuş olduğum fetiş yazarının yeni kitabı çıkar çıkmaz onu alıp okumak istedim. Bu duyguyu yaşamak istedim. Bu duyguyu belki de bir daha ömrüm boyunca yaşamayacaktım. Bu arada “Veba Geceleri”ni hiç beğenmedim ve bu listeye almadım. Bence Orhan Pamuk romanlarına hiç benzemiyor ki bir reddiye geliştirdiğim tek Pamuk romanı oldu. “Kar”a mesafeliydim. Bazen bazı kitaplara karşı okumadan olumlu/olumsuz duygulara sahip olurum. “Kar” içinde olumsuz duyguya sahiptim. Yazar bu romanın siyasi tek romanı olduğunu ve bir daha siyasi roman yazmayacağını söylemişti. Romana başladım ve “büyü” diye tarifini yaptığım Orhan Pamuk evrenine yine güzel bir şekilde giriş yaptım. Tam bir büyüydü yine yaptığı. Kars Anadolu Top 3’ümde yer alır…

6- “Salondaki En Kötü Koltuk”, Murat Murathanoğlu

Dört, beş sene önce “Ben bir hobi seks işçisiyim. O kadar çok hobim var ki iradeyle hayatıma basketbol, edebiyat, felsefe ve şarabı almıyorum.” yazmıştım. Felsefe hariç üçünü de hayatıma aldım. Basketbol için bu kadar geç kaldığımdan dolayı kendime çok kızıyorum. Tıpkı edebiyat gibi onun da aslında ne kadar heyecan verici olduğunu biliyordum oysa ki… Neyse geç de olsa basketbol hayatıma girdi. Yürek dayanmıyor baskete. TR’de basketbola en çok emek vermiş insanlardan biri olan Murat Murathanoğlu’nun otobiyografisini okumak istedim. Otobiyografi okumayı çok severim. Ve onlardan sağlam dedikodular sunmasını beklerim. Ben bu kitabı TR’De basketbolun hikayesini öğrenmek için okudum. Amacıma ulaştım. Sağlam dedikodular da elde ettim.

5- “Yorgun Savaşçı”, Kemal Tahir

Kemal Tahir’den okuduğum ikinci roman oldu bu. Birincisi “Devlet Ana”yı hiç beğenmemiştim. Türk devleti için abartılı bir PR çalışması gibi gelmişti bana. TR’de 1908-23 süreciyle ilgili resmi ideolojinin dümen suyuna gitmeyen kitapları seviyorum. Bana göre TR’de bir burjuva devrimi olmamıştır. Burjuva sınıfı diye bir şey de yoktur. Vizyonsuz ve edilgen haydutların parayı bulunca vizyonsuz ve edilgen olmaya devam etmeleri vardır. Kazanmaya 10 gram kaldığını görmeden herhangi bir mücadeleye girmeyen; kraldan çok kralcı, cumhuriyetçiden çok cumhuriyetçi adamlar bunlar. Bunlar varken asıl mücadeleyi Batılılaşma(ma)yla ilgili farklı yorumları olan o 20 bin adam veriyor. İşte bunların hayatlarını başarılı bir şekilde verdiğini düşündüm bu romanın. Tezlerini de onayladım. Üslup zaten 10 numara Kemal Tahir’in.

4- “Tehlikeli Oyunlar”, Oğuz Atay

“Tutunamayanlar”ı bir daha yazmış bu kitapta. Ona doyamayanlar bunu da okuyabilirler gönül rahatlığıyla. Benim gibi onu hakkını vererek okuduğuna inanmayan ve dolayısıyla bir beş, altı sene sonra onu bir daha okumayı düşünen insanlar da bunu okuyabilirler.

3- “50 Soruda Dil Öğrenme”, Cem Balçıkanlı

50 soruda serisinden daha önce kitaplar okumuştum. Bazen hap bilgi o kadar iyi gider ki… Ben mesela artık tarih okurken hap bilginin peşindeyim. Yorum istemiyorum. Yorumu kendim yapmak istiyorum. Neyse, bu “50 Soruda Dil Öğrenme” kitabı çok iyi geldi. Aslında burada İngilizce öğrenmek kastediliyor büyük oranda. İki sene önce “Kadın Beyni” adlı kitabı okumuş ve yeniden doğmuştum. Yıllardır beynimde formüle ettiğim şeyleri o kitapta harfi harfiyen bulmuştum. Bu kitapta da benzer şeyler yaşadım. Yıllardır düşünerek ve sahada deneyimleyerek elde ettiğim düşünceleri bu kitapta büyük oranda onayladım. Bu kitabı öğrencilerime hediye ediyorum. İlgilisi mutlaka okumalı.

2- “Dar Zamanlar Üçlemesi”, Adalet Ağaoğlu

Ağaoğlu da fetiş yazarlarımdan biri oldu. Türk edebiyatının en iyi kadın yazarı olabilir. Üçlemesini tek kitap gibi alıyorum. Unutulmaz bir deneyimdi bu üçlemeyi okumak. Çok çok iyi. Aslında ikinci kitap olan “Bir Düğün Gecesi” en çok beğenilen kitaptır üçleme içerisinde. Onu okurken pek kendimi vererek okuyamadım. Doğum sürecine denk gelmişti ama diğer ikisinin hakkını vererek okudum. Diyecek pek bir şey yok! Tam bir edebiyat olayı.

1-“Kafamda Bir Tuhaflık”, Orhan Pamuk

Bu romana karşı da mesafeliydim. Bir bozacının romana konu olabilecek kadar olağanüstü şeyler yaşayamayacağına inanıyordum. Okumaya başladım ve bir diğer abartılı/provokatif ama önemli oranda gerçeklik barındıran tezimi hatırladım: İnsanlar ikiye ayrılırlar. Normal tipler ve enteresan tipler… Bozacı Mevlut da basbayağı bir enteresan tipti. Bir İstanbul ansiklopedisi gibi bir roman ayrıca. Bu romana saygı duruşunda bulunmak amacıyla iki hikaye de yazdım. Çok çok iyi. Orhan Pamuk’un okuduğum en son romanı onun en sevdiğim romanlarından biri oldu ve romanların yarısında kendisini “fetiş” yazarım ilan etmiştim. En iyisi ilan etmiştim. “Veba Geceleri” başka bir şey. Onu tanımlayamıyorum şu anda. Neydi? Nasıl bir şeydi? Tarihe bırakıyorum onu. “Kafamda Bir Tuhaflık”. Okumadıysanız hemen yarın başlayın. Hayır hayır, bu gece başlayın!

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.  

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

“Mavi Karanlık” Roman Eleştirisi

Vedat Türkali’nin tereddütsüz fetiş yazarlarımdan biri olduğunu söyleyebilirim. Uzun zamandır onun “Mavi Karanlık” romanını okumak istiyordum.

Hangi karanlık mavi?

Mina Urgan’ın “Bir DinOzorun Gezileri” kitabını okursanız orada bir takım aydınların 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda mavi yolculuk denen olaylara başladığını görürsünüz. Sebahattin Eyüboğlu önderliğinde… Azra Erhat, Mina Urgan (ve kocası Cahit Irgat), Halikarnas Balıkçısı, Abidin Dino (?), Melih Cevdet vs. Bu kişiler teknelere yiyecek, içecek doldurup Ege’nin koylarını geziyorlardı. O yıllarda henüz turizm başlamadığı için bu kıyılar “bakirdi”. Kıyılar ve koylar ile ilgili neden bakire değil bakir denir? Çünkü bakirliğin gitmesi travma yaratmaz. Gitmemesi yaratır hatta. Neyse o anı kitabında bu mavi yolculuklarla ilgili bölümler var. Oralarda ne kadar arsızlaşıldığı pek anlatılmaz yalnız.

Bu işi yapmak Vedat Türkali’ye düşmüştür.

ÇÜRÜMENİN YAZARI

Vedat Türkali’den okuduğum dördüncü kitaptı bu. Üç romanını, bir de otobiyografisini okudum. Bugün “Güven”e başladım. Hayat beni adım adım “Güven”e doğru sürüklemişti. Nihayet getirip onun kapısının önünde bıraktı ancak “Güven”in PDF formatındaki kopyası okunacak gibi değil. Epub’ı da yok. O yüzden okumayı bıraktım. Gelecek ay basılı kitabı okuyacağım. Neyse, üç roman ve bir otobiyografide gördüğüm şuydu: Vedat Türkali’nin favori teması çürüme… Kendisinde bir türlü geçmek bilmeyen bir öfke var. Ve bu öfke sosyalist aydına yönelik. Onun zayıflıklarını ele alıyor sürekli. “Güven”de de bunu yapıyor mu bilmiyorum. Muhtemelen yapıyordur. “Komünist” adlı otobiyografisinde kendisinin hışmına uğramamış hiçbir “ünlü” TKP’li yok. O kitabı okumak için sabırsızlanıyorum. Türkali en önemli kitabı olan “Bir Gün Tek Başına”da da bunun destanını yazıyor zaten.

Neden böyle yapıyor? Acaba hedef tahtasında kendisi mi var? 1951’de tutuklanan ve 7 sene hapis yatan Vedat Türkali’nin politik olarak nereye savrulduğunu bilmiyorum. İnsanın yüce şeyler başaracağına inanan birisi böyle bir savrulmayı çürüme olarak kabul eder. Durum bu mudur? Bilemiyorum. Ama bu hususta ciddi şüphelerim var. Ben (başarılı) roman yazabilen birisinin, insanın yüce bir yaratık olduğunu düşüneceğine ve de şeyler başaracağına inanacağına pek ihtimal vermiyorum. Bu çelişki mi kendisini öfkeli yapıyor? Öfke kusacak bir araç mı arıyor Türkali?

İnsanın ve de kendisinin yüce şeyler başaracağına inandığı için yedi sene hapis yatan bir Vedat Türkali’nin, (başarılı) bir roman yazacak kadar insanın iç dünyasına girebildiğini anladığı ana tanık olabilmeyi çok isterdim. Düşünün, “Bir Gün Tek Başına”yı yazıp bitirdiniz ama siz aslında devrim iddiası yüzünden yedi sene hapis yatmış birisisiniz. Gerçekten tuhaf bir şey olsa gerek. İnsanın en sıra dışı faaliyetlerinden birisidir (başarılı) roman yazmak, belki de birincisidir. Vedat Türkali Yusuf Atılgan’ın yaptığını yapamadı. Atılgan da üniversitedeyken yücelik iddiasının peşinden gitti. İçeri girdi, çıktı. Sonra daha fazla kendisini kandıramayacağını anladı. Köye yerleşti ve “Aylakyurt Adamı” evrenini yarattı. Arkadaşı Türkali ise şehirde kalıp yücelik iddiasında olan çevrelerle ilişkide kalmaya devam etti. Ama zihinsel çelişkileri artık o kadar dayanılmaz oldu ki bu yükü sosyalist aydına resmen kitledi. Aklıma bu geliyor artık…

KARANLIK MAVİ

70’li yılların Bodrum’unda geçen romanda sosyalist aydınlar ve üst-orta sınıflar var. Hepsinin zaafları ele alınıyor. Herhangi bir Vedat Türkali romanında idealize edilen biri var mıdır şüpheliyim. Bu roman için İbraam’ın idealize edildiğini öne süren olabilir diye tahmin ediyorum. Saf Anadolu köylüsü. Şehre gidip proleter olacak.

CİNSELLİK

Vedat Türkali evreninde cinsellik önemli yer tutar. Hangi (başarılı) roman yazarının evreninde yer tutmaz ki! İbraam’ın cinsel arenadaki zaafları, yetersizlikleri de yazardan kurtulamıyor. Köylülüğün bütün eksiklikleri bence İbraam üzerinden sunuluyor. Ben kesinlikle idealize edildiğini düşünmüyorum İbraam’ın.  

NERGİS CİNSELLİĞİ

Romanın başkarakterinin Nergis olduğu düşünülebilir. Bu genç kadının yaşadıkları bizlere çok önemli mesajlar çıkarttırıyor. Uçarı ressam, heyecanlı devrimci, çapkın Özgür’le olan ilişkisi akıllara “kızların efendi erkeklerden ziyade piç erkeklere ilgi göstermesi” olayını getiriyor. Bu konuda Ekşi Sözlük’te başlık da var. Ben bunun böyle olmadığına inanıyorum. Kızlar, enteresan (piç) erkeği ilginç bulabilir… Az sayıda kız da piç bir erkeğe takılıp hayatını mahvedebilir. Ama kızların ezici çoğunluğu evlenip, aile kurmak üzere iyi bir “tedarikçi” arar. Bu, benim yorumum değil bilimsel araştırmalarla da ortaya konmuş bir şeydir. 20’li yaşlarda, çekici bir kadın olup da net bir şekilde evlenmeyeceğine veya çocuk sahibi olmayacağına karar vermiş bir kadın olabileceği bana pek inandırıcı gelmiyor! Kadıköy’ün mavi saçlı feministlerinden bir, iki tanesi belki. Onların da karşılarına “süper” biri çıkarsa ne yapacaklarını merak ediyorum doğrusu. Sakin olalım. Burada hakaret etmek niyeti yok. İnsanın üreme dürtüsü çok çok güçlüdür. Özellikle kadınlarda daha çok güçlüdür. İstisnaları o kadar az ki bence “her kadının” aile kurmak gibi bir hedefi vardır diyebiliriz. Batı Avrupa ülkelerinde artık imzaya gerek duyulmuyor. “Az sayıda” kadının da aile kurduktan sonra B planı vardır. Nergis, gibilere kolay kolay rastlanmaz ki o da romanın sonlarına doğru Korhan’dan çocukları olacağı düşüncesine karşı sıcak, pembe hayallere dalıyor. Nergis efendi erkek Korhan yerine piç erkek Özgür’ü tercih etmiyor. Özgür tarafından zamanında değersiz hissettirilmiş olduğu için orada görülmemiş bir hesap olduğunu düşünüyor Nergis. Özgür’ün iyi bir baba olmayacağını biliyor. Hesabı görüp “tedarikçiye” yöneliyor Nergis. Bana göre Vedat Türkali kadınları çok iki tanıyor. Erkekleri de. Yani insanları.

Nergis cinselliğinin arkasında elbette babası Muhtar ve annesi Jale var. Cinselliğin değil de hayal kırıklığının arkasında diyelim. Vedat Türkali acaba kendisini Nergis’in yerine mi koyuyor? Yüce bir insan değil. Suçlu ama bütün suç da onda değil. Herkesten biraz akıllı ama herkes kadar zaaflı. Bana göre Vedat Türkali’ye kendinizi nasıl tanımlayabileceği sorulsaydı “Herkesten biraz akıllıyım ama herkes kadar zaafları olan biriyim.” derdi.

70’Lİ YILLAR

70’li yılların siyasal atmosferi de romanda ele alınıyor. Fon olarak ama… 70’li yıllar demek sol demektir. Birçok yazımda bu dönemle ilgili düşüncemi yazdım. Gerçek, nitelikli ve sağlam bir politikleşmeden ziyade biraz moda gibi bir solculaşma süreci vardı diye düşünüyorum. Özellikle büyükşehirlerin Alevi gettolarında yaşanan bir sele kapılma olayı var. 40’lardan, 50’lerden gelen çok küçük bir aydın hareketi de var. Bu aydın hareketinin mensubu olan Vedat Türkali gibiler 70’lerin “lümpen” solculaşma sürecine de mesafeli olduklarını tahmin ediyorum. Şiddet unsuruna karşı tepkililer. Özgür ve Korhan taraflaşmasında Türkali’nin tarafı belli oluyor. Özgür’ün ayakları yere sağlam basmayan ve güven vermeyen ateşli devrimciliğine karşın Korhan’ın rasyonel tutumu yeğleniyor. Nergis de çok düşünmesine rağmen romanının sonlarına doğru mührünü Korhan’a basıyor. Yazar yine taşları yerine oturtuyor bana göre. Olacaksa Korhan’ınki gibi olsun…

KARIŞIK ANLATICI

Romanda anlatıcı konusunda karmaşıklık var. Bazen birinci tekil şahıs anlatıcı, bazen de üçüncü olanı devreye giriyor. Bazen ikisi karşılıklı sohbet ediyorlar. Başka bir romanda bunun örneğini gördüğümü anımsamıyorum. Uzun bir yazı oldu. Romanı teknik olarak ele alan pek bir şeyler söylemek niyetinde değilim ama bunu belirtmek istedim. Vedat Türkali’nin üslubu her daim çok çok iyidir zaten.

İyi bir roman. Sizi bunaltarak size bir şeyler sunan bir roman. “Bir Gün Tek Başına”dan hemen sonra okunamamalı. Onun coşkunluğu aranırsa hayal kırıklığına uğranabilir ama kesinlikle okunmaya değecek bir roman…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Büyük Bir Hayranı Değilim…

*Tarhana çorbasının…

Son günlerde açıklanan bir araştırma sonuçlarına göre (YDS tripleri) besin değeri de çok azmış. Anadolu anneleri, bir efsaneleri daha darmadağın olduğu için yine yastalar.

*Ekrem İmamoğlu’nun…

Büyük bir hayranı değilim ama onun yönettiği bir TR’ye varım. Çünkü biliyorum ki bu millet kötünün iyisinden beş santim ileriye gidemeyecek. Kıyamete altı, yedi sene kaldığında belki biraz daha ileriye gidebilir… Eİ başbakan olduğunda bira fiyatları ucuzlamayacak da abartılı bir şekilde artmayacak. Bu da biz işçi sınıfına yeter de artar!

*Trabzon hurmasının…

Genel olarak iyi bir meyve yiyicisi değilim. Karadut, böğürtlen, ahududu falan, onların büyük bir hayranıyım.

*Ana akım sinemanın…

Okunmazsa ölünecek olan 200-250 tane roman olduğunu düşündüğüm gibi izlenilmezse de ölünecek olan 500-600 tane film olduğunu düşünüyorum. Ana akım sinema içerisinde çok “sürükleyici” filmler olmasına rağmen; hayat, bir insanın (bir sanatçının) bir şeyler söyleme/gösterme derdi ürünü olmayan filmleri izlemek için fazla kısa.

*GS taraftarlığının…

Eskiden büyük bir hayranıydım ama artık değilim. Messi’yi, genel olarak da çekişmeli, kaliteli futbolu tutuyorum ben. Taraftarlık da rasyonaliteyi çöpe göndermeyi zorunlu kılıyor. Aslında bu hayata renk katabilen bir şey olabilir ama gerektiği kadar irrasyonel bir insansanız buna gerek kalmaz.

*Mekanlarda oturmanın…

Bir mekanda oturacaksam o etkinliğin nokta atışı bir etkinlik olmasını arzu ediyorum. Gerçekten sohbet etmekten keyif alacağım biriyle, verdiğim paranın hakkını verecek yiyecek, içecekler sunan yerlerde oturmayı severim. Verdiğim paranın hakkını verecek olan yiyecek, içecek sunan bir mekanda, yalnız oturmayı da severim. Ama TR’deki hizmet sektörü bir bütün olarak çok kötü ve sinir bozucu.

*Öğretmenliğin…

Bir daha dünyaya gelsem ihaleye fesat karıştırmaktan başka bir şey yapmam. Ama aynı maaş skalasında bir işte çalışmaya mecbursam öğretmenlikten başka da bir iş yapmam. Çok yatıyoruz çünkü. Oh mis! Bunu şerefimizle kabul edelim. Alex’in FB oyunculuğuna baktığı gibi öğretmenliğe bakarım yani işimi yaparım ama onun büyük bir hayranı olmam. İdealizm falan ?

*Baharın…

Baharları herkes gibi severim ama BBH olmadığımız şeyleri yazdığımız için onu buraya aldım. Yazın büyük bir hayranıyım. Kışı…

*İnsanın…

Evet, bu madde çok önemli. İnsanın hayranı bol. Dinlere inananlar onu eşrefi mahlukat sayıyor, solcular onun çok yüce şeyler başaracağına inanıyor. İkisine de karşıyım ben. Milyarlarca yıllık evrende kıytırık bir ayrıntı. Ayrıca beyni çok geliştiği için ve dolayısıyla empati duygusuna sahip olduğu için doğaya, diğer canlılara yaptığı kötülükten de sorumlu. Evrimsel var oluş hikayesinde entrikacılığın büyük bir önemi var. Yani entrikacılık genlerine işli. Bu yüzden allah belasını versin de onu abartmak olur… Her türlü abartıyoruz onu zaten. Ortalama 80 yıl sonra siktir olup gideceğiz bu dünyadan. Artık genç yaşta trajik şekilde ölmek çok nadir görülen bir şey… Yaşamayı ve ölmeyi bu kadar abartmak neden?

*Facebook’un…

Uzun yazı yazma olanağını sadece burada bulabiliyorum. Instagram da bunu sağlıyor ama onun konsepti farklı. Şu yazdıklarımı Instagram’da paylaşamam. Buna rağmen buranın artık bir dayı yeri olduğu bir gerçek. Çağ dışı kaldı burası. Gelecek Twitter’ındır! Düzeltiyorum, simple present tense Twitter ve Instagram’ındır. Geleceğin kimin olduğunu bilemeyiz.

*Muğlamanın…

Yemesi zahmetli olan şeyleri yemekten keyif almam. Tekrar ediyorum büyük bir hayranı değilim. Yemediğim bir yiyecek yok. Her şeyi yerim. Bu her şeyin %99’unu da, iyi pişirilmesi/doğru sunulması koşuluyla, büyük bir zevkle yerim.  

*Bisikletin…

Düz ve insani bir coğrafyada yaşasaydım büyük bir hayranı olurdum ama Türkiye’de olmam.

*İlkay Akkaya’nın…

Yaşı ilerledikçe bence sesi bozuldu. Herkesin böyle olur zaten. Bireysel çalışmaları da o kadar iyi değil.

*Türk sanat müziğinin…

Bazı parçaları keyifle dinliyorum ama müzik konusunda hayatınızın ilk 20, 25 yılı ömrünüz boyunca peşinizi bırakmıyor maalesef…

*Sosyalizmin…

Fikir güzel ama bence imkansız. İnsanın genlerine işli olan entrikacılığı onu imkansız kılan en önemli şey bana göre. Ayrıca teknik olarak o kadar ilerledi ve kısa zamanda da ilerleyecek ki insanları ölümüne bir mücadeleye ikna etmek imkansız olacak. Tarihte de imkansız olmuştur zaten. Zorlamışlardır. Veya çook çook etkili bir iki erkek birey (Hitler, Cengiz Han, Lenin), onları büyülemiştir. Çok kısa süreliğine ama… Bu süre çabucak geçmiş ve bana göre insanın kaderi olan “onursuz denge” tekrar iktidara gelmiştir. Sosyalizm fikri, insanı ve hayatı yanlış okumaktır bana göre. Keşke doğru olsaydı o ayrı…

*Arkadaşlığın…

Evet, bunu da söylemeliyim. Bir kere artık bu yaştan sonra “yük arkadaşlık” kesinlikle istemiyorum. Bir gün onun ne olduğunu yazacağım. Onun dışında nokta atışı arkadaşlık olursa hayır demem ama yüzeysel arkadaşlık hayatımdan eksik olursa ve onu ararsam namerdim. Yalnızlık hobim var benim. Tavsiye ederim. Yalnızlık çok kötü bir şey değil. Hayatta insanların %90’ından daha ilgi çekici olan, cansız şeyler var…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın