Geçenlerde 2011 tarihli bir yazımı okudum. Evet, yazının başlığı “En Sevdiğim 10 Yönetmen” idi. Bu yazıyı güncellemem gerekiyor. 2007 yılında “Sinema” dergisi, eleştirmenlerine “Yaşayan En İyi 10 Yönetmen”i seçtirmişti. “Sinema” dergisi şu anda yok. Zaten dergiler hala neden var anlamıyorum. Yani ortalama bilgi sunup, güzel görsel sunan dergiler… Çünkü bunu artık Instagram yapıyor. Neyse konumuza dönelim. O dergiyi yedi, sekiz sene takip etmiştim. 2007’de dergiye mail atmıştım. Yaşayan en iyi 10 yönetmeni değil, tüm zamanların en iyi 10 yönetmenini seçmeleri gerektiğini yazmıştım. Veya bunu da yapmalıydılar…
2007’deki eleştirmen listesi şu şekilde idi:
1- Martin Scorsese 2- Ingmar Bergman 3- Michalengelo Antonioni 4- Jean Luc Godard 5- David Lynch 6- Francis Ford Coppola 7- Peter Greeneway 8- Michael Haneke 9- Theo Angelopoulos 10- Steven Spielberg
İlginçtir, bu liste hazırlanırken Bergman ve Antonioni aynı günde (30 Temmuz) öldüler. Lanet falan denmişti. Bu yönetmenlerden sadece Godard’a ve Greenaway’e eğilmemiştim… Diğerleri özel ilgi alanıma girmişlerdi ve evet, hepsini çok severdim.
2011 yılında, madem onlar yapmadı bari ben yapayım demiştim. Tüm zamanların en iyi 10 yönetmenini sıralamıştım.
Alfred Hitchcock
Coen Kardeşler
Roman Polanski
David Lynch
Quentin Tarantino
Abbas Kiarostami
Jim Jarmusch
Michael Haneke
Theo Angelopoulos
Woody Allen
Listem bu şekildeymiş… Bu listeyi güncellemem gerektiği konusunda emin değilim çünkü 2011’den, 2012’den sonra sinemanın hakkını veremedim. O tarihten sonra –öncesine kıyasla- pek fazla film izlemedim. Yani sinemaya emek verme anlamında hala 2011’deki kişiyim!
Ama yine de listeyi yeniden yapmalıyım…
Bunu, yöntem olarak nasıl gerçekleştirmem gerektiği konusunda ise kafam karışık… Sinemaya 20’li yaşlardan başladım. Ve her 20’li yaşlardaki insan gibi ben de sığırın önde gideniydim… O yıllarda o filmleri izledim. Beni en çok etkileyen insan Hitchcock oldu. Onun filmlerini izlerken hissettiğim duyguları unutamıyorum ve bugün bile neler hissettiğimi anımsıyorum. Sinop’un Gerze ilçesinde bir kış akşamı Cine 5’te tesadüfen gördüğüm “Rear Window”u nasıl unutabilirim! Film başlayalı beş dakika olmuştu ki normalde bir filmin bir anını bile kaçırmak istemem izlerken… Ayrıca Türkçe dublajlıydı! O zaman internet de yok. Ekranda yazan “Arka Pencere” yazısını nerede gördüğümü anımsamaya çalışıyordum. Evet, IMDB Top 250 listesindeki “Rear Window” olmalıydı o film. İzlemeye başlamıştım ve sonuna gelene kadar nasıl nefessiz kaldığımı asla unutmuyorum. Sonra “Rope”u izlerken ilk yarım saatinde filme 10 vereceğime karar vermiş olmayı da unutmuyorum. “Psycho”yu izlerken hissettiklerim! 2008 gibi “Psycho”nun iki devam filmi olduğunu keşfettiğimde hissettiklerim! Bunlar benim için unutulmaz ama sinemaya şimdi başlamış olsaydım elbette Hitchcock’a yönelirdim, en önemli üç beş filmini izlerdim, keyif de alırdım onlardan ama kendisini gelmiş geçmiş en iyi yönetmen seçmezdim. Bundan eminim. Artık bir sığır değilim! Mi acaba?
Neyse… Yöntem olarak nasıl bir yol izleyeceğime bir türlü karar veremiyorum. En iyisi iki halimin bir kombinasyonunu alayım…
O yazıda önce 20 yönetmen belirlemiş, onlar içerisinden ilk 10 seçmiştim. Şimdi de aynısını yapıyorum ama bu sefer 26 yönetmen belirliyorum. Malum bu yazıyı biraz da arşiv olması için yazıyorum, kimsenin dışarıda kalmasına gönlüm razı olmaz. Harf sırasına göre 26 sanatçı şu şekilde: Abbas Kiraostami, Aki Kaurismaki, Alfred Hitchcock, Asghar Farhadi, Charles Chaplin, Coen Kardeşler, David Lynch, Emir Kusturica, Fatih Akın, Jafar Panahi, Jim Jarmusch, Ken Loach, Krzysztof Kieslowski, Martin Scorsese, Michael Haneke, Nuri Bilge Ceylan, Quentin Tarantino, Rainer Fassbinder, Richard Linklater, Roman Polanski, Terrence Malick, Theo Angelopoulos, Tim Burton, Todd Solondz, Tolga Karaçelik, Woody Allen…
Yazı bitene kadar hatırlayıp da ekleyeceğim yönetmenler olabilir.
Geldik zor kısma… En sevdiğim 10 yönetmeni seçeceğim şimdi. Eski sığır Baran ile şimdilerin “akıllı” Baran’ı kafa kafaya verecekler ve tüm zamanların en iyi 10 yönetmenini seçecekler.
Yarım saat geçti ve ikili bir türlü 11’den 10’a inemediler…
11 kişi yazmaya karar verdiler. Şimdi sıralama üzerinde çalışıyorlar…
Liste şekillendi. İşte tüm zamanlar için en sevdiğim 11 yönetmen:
Nuri Bilge Ceylan
Alfred Hitchcock
Quentin Tarantino
Coen Kardeşler
Martin Scorsese
David Lynch
Theo Angelopoulos
Abbas Kiarostami
Roman Polanski
Michael Haneke
Jim Jarmusch
Belki bu yazıyı bir 10 sene sonra bir daha güncellerim. Değişiklik olur mu şüpheliyim. Yeni birisinin çıkması ihtimalini düşük buluyorum. Antonioni, Bergman, Godard ve Tarkovski’ye yeniden; Tarr ve Bresson’a ilk kez eğileceğim ilerleyen yıllarda. Belki onlardan bazıları veya hepsi listeye girerler…
İNGİLİZCE ÖĞRENMEYLE İLGİLİ DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR
Yanlış 1: Dil öğrenmek için illa o ülkede yaşamalı…
Bu cümleyi çok sık duymuşuzdur. Dil öğrenmek için illa o ülkede yaşanmalıymış. Hemen oradan kafasını kaldıran Bay Abaza ise “Dil dile değmeden dil öğrenilmez!” özlü sözünü yetiştirir. Neyse onu boş verelim de diğer gruba odaklanalım. Bu kişiler muhtemelen bir şekilde, birkaç sene yurt dışında bulunmuş bir insan görmüşlerdir ve onların nasıl da iyi “konuştuklarına” tanık olmuşlardır. Bizim itirazımız oraya değil zaten. Dil öğrenmek derken hangi dil öğrenmenin kastedildiği net olmalı. Tek bir dil öğrenme yoktur. İki tip dil öğrenme vardır: birincisi o ülkeye gidip sosyal hayata karışarak o ülkede yeteri kadar vakit geçirerek dil öğrenme şekli, ikincisi de bizler gibi iradeyle yani kursla, dersle, çalışarak dil öğrenme şekli. Bu ikisi çok farklıdır. Bir insan mülteci, işçi, öğrenci veya ikinci sınıf vatandaş olarak dilini bilmediği bir yere giderse ve sosyal hayata dâhil olursa o dili öğrenmemesi için mal olması gerekir. Bu saydığım koşullarda, 90 IQ’ya sahip her insan her dili öğrenebilir. Uzmanlar, dil öğrenmek için 1000-1500 saat nitelikli dil girdisine maruz kalmak gerektiğini düşünüyorlar. Bu sayı kişinin zeka seviyesine ve motivasyon düzeyine göre değişebilir. Türkiye’de günde 16 saat oto yıkamacıda çalışmak zorunda kalan bir Suriyeliyi düşünün veya günde 6 saat okula giden bir Suriyeli çocuğu. 3, 5 ayda bu süreye ulaşıyorlar. Dediğim gibi öğrenmemesi için mal olması lazım. İkinci tip dil öğrenmeye geldiğimizde yani irade, ders, kurs devreye girdiğinde, örneğin haftada sadece 8 saatlik kursla yetinen bir insana baktığımızda acayip bir şey görüyoruz. Ki haftada 8 saat gayet iyi ve pahalı bir süredir. Bu kişi kurs haricinde hiçbir şey yapmazsa 1500 saati 3,5 senede tamamlıyor. Bu girdinin ne kadar nitelikli olduğu da ayrı bir muamma. Dünyada 2 milyar kişi yabancı dil olarak İngilizce biliyor. Bunların çok az bir bölümü İngiltere’de veya Amerika’da yaşamıştır. İnsanlar o ülkeye gitmeden de çalışarak o dili öğrenebilir. Bakın tekrar söylüyorum, ça-lı-şa-rak… Gitar kursunda bir ayda beş akor öğrenerek 150 şarkı çalıp söyleyebilirsiniz ve ortamlarda prim kasmaya başlayabilirsiniz ama İngilizceyi bu kadar kolay öğrenemezsiniz.
Yanlış 2: Gramer önemli değil. Sokaklarda gramere dikkat etmiyorlar.
Bu cümleleri de sık sık duyarız. Bunlar da emek vermeden dil öğrenmek isteyen insanların bilinçsizce öne sürdükleri şeylerdendir. Türkiye’deki devlet okullarında İngilizce öğretimi ve onun grameri ele alışı baştan aşağı sorunludur, kabul fakat gramersiz bir dil öğrenme mümkün değildir. Gramer dilin kendisidir zaten. TR devlet okullarında dar anlamıyla yani yapı kalıplarıyla ele alınır ama aslında gramer dilin zihinde bulunan kurallarının bütünü demektir. Yani bir yaşlı kadınla nasıl konuşulacağı, resmi bir ortamda nasıl sunu yapılacağı, nasıl flört edileceği, hapşırınca hangi hareket üzerine neyin söyleneceği falan hepsi gramerin ilgi alanına girer. Sokaklarda gramerin tamamen geride bırakıldığı iddiası bir safsatadır. Bazı kısaltmalar, bazı yöresel tabirler, bazı moda tabirler, bazı argo ifadeler olabilir ama “allaha emanet” bir iletişim yoktur dünyanın hiçbir yerinde. Yani Tayyip’le Merkel arasında şöyle bir diyalog geçmez hiçbir zaman: Tayyip: Moruk, toplantıya gelenzi? Merkel: Lastiğim patlamışke. Siz devamke. Ben gelecekke!.. Dün bahsettiğim birinci tip dil öğrenme şekline dönelim… Erzurum’un Olur ilçesinden kaynakçı Faruk İngiltere’ye çalışmaya gitmiş olsun. Dil öğrenmek için elzem olan o 1000 saatlik nitelikli maruz kalmaya da bir senede ulaşmış olsun. Faruk buraya gelir ve kurallı bir şekilde konuşur. Allaha emanet konuşmak kesinlikle. O, s takısını unutmaz, olur olmaz her yere am, is, are getirmez… Size kuralları anlatamaz, açıklayamaz ama hata da yapmaz. Yani önemli hata yapmaz. Üç sene sonra hiç yapmaz. TR’de devlet okullarında ne oluyor? Dilde süreklilik söz konusudur ama öğrenciler bu sürekliliği göstermez. Gösteremez. 8. sınıftaki konuları yapabilmeniz için 4, 5, 6, 7’deki konuların falan hepsinin zihninizde içselleştirilmiş olması lazımdır. Bu olmuyor doğal olarak. 40 kişilik sınıfta haftada iki saatte verilen konu yaz tatilinde akıldan çıkıyor doğal olarak. Biz devletteki öğretmenler de her sene her şeyi baştan alamayacağımız için o seneki konunun gramer kalıplarını belletip sınavda soruyoruz. Başka ne yapabiliriz ki? Sınavdan sonra onlar da uçuyor doğal olarak. Lisedeki bir öğrenci daha sınıftaki nesneleri tam olarak bilmiyorken gelecek zaman kalıplarını öğreniyor ve sınavda yapıyor. Sonra hiçbir şey kalmıyor doğal olarak. Bugün devlet okullarında İngilizce öğrenmek imkânsızdır. Mutlaka kişinin ekstradan bir şeyler yapması lazımdır. Ciddi öğretim platformalarında gramer kalıpları ciddi bir şekilde ele alınmalı ve bol bol egzersiz çözülmelidir. Ve yeteri kadar… Bununla birlikte iyi bir kelime bilgisi de elde edilmelidir öğrenci tarafından. Sonra dört beceriye geçilebilir ancak. Gel, git, otur, kalk, kalem, silgi, kapı, pencere gibi kelimeleri tekrarlamak tam olarak dört beceriye geçmek anlamına gelmez. Gramerin Türkçe anlatılmasını da bazı uzmanlar savunmaktadır. Egzersiz, soru-cevap vs. gibi şeyler yeterince yapılırsa bunun hiçbir sakıncası yoktur. O kullanım şeklinin öğrencinin iyi kavraması önemlidir. Kuralları İngilizce anlat, öğrenci %30’unu anladı, geçmiş olsun! Dört, beş aylık sıkı bir emek verme sürecinden sonra İngilizce anlatma olayı da gerçekleşebilir. Üzgünüm, size umut vermek isterdim ama madem o ülkeye gidip yaşamayacaksınız ve burada iradeyle öğreneceksiniz, yine aynı yere geliyoruz… Oturup eşek gibi çalışacaksınız. Yeteri kadar… İyi bir uzman gözetiminde, her gün bir saat çalışan bir insan, kendisindeki farkı 2 ayda görmezse o kişinin beş yıllık kurs parasını ben vereceğim!
Yanlış 3: Gerçek anlamda ne kadar emek verdiğimi hesaba katmaksızın konuşmak istiyorum. Sadece konuşmak.
Konuşma becerisi aslında yabancı dil öğretimindeki dört temel beceriden biridir ama Türkiye’de yabancı dil (yani İngilizce) konuşma becerisiyle özdeşleştirilmiştir. İnsanlar İngilizce konuşmak için yanıp tutuşurlar. Neden İngilizce dinleme yapamadıklarını veya yazı yazamadıklarını değil neden konuşamadıklarını sorgularlar. Burada yabancı dil öğretiminde motivasyonun önemi ortaya çıkar. Çok önemlidir motivasyon. Motive olan kişi temel becerileri kazanmak için daha kararlı bir şekilde ilerleyecektir. Aynı şekilde yabancı dil öğretiminin travma oluşturmaya en müsait şeylerden biri olduğu da akılda tutulmalıdır. Coğrafya dersinde Kuzey Anadolu bitki örtüsünü hatırlayamayan bir öğrenciyle kimse ilgilenmezken İngilizce dersinde sorulan soruya kitlenen veya bir kelimeyi tuhaf bir şekilde telaffuz eden öğrencinin vay haline! Diğerleri ona kendisini mal hissettirmek için her şeyi yapar. Bütün bunların üstüne, konuşma becerisini işletmenin diğer becerilere göre ayrı bir zorluğu da yok değildir. Dinleme ve okumada öğrenci pasifken, yazma ve konuşmada aktiftir. Yazmada ise ayrıca vakti vardır. Konuşma spontane olduğu için en zoru olsa gerektir. Burada dilbilgisi, kelime bilgisi, telaffuz gibi dil unsurlarını o anda ustaca birleştirmek gerekir. Bilgi düzeyiyle birlikte performans da devreye girer. Türkçede de bunun böyle olduğunu kabul edersiniz herhalde. Konuşma performansı diye bir şey vardır ve kişinin yaşamı üzerinde doğrudan belirleyicidir. Konuşma becerisinin bu yüzden biraz daha zor olduğu bir gerçektir ama hakkından gelmek imkansız değildir! Günlük hayatı sürdürmek için 2000, 3000 kelime bilmek gerekiyor. Dilbilgisi kalıplarını bilmek ve içselleştirmiş olmak gerekiyor. Nerede, ne, nasıl söylenir bilmek gerekiyor. Tekrar soruyorum, bunlar yapıldı mı? Bunlar sağlanırsa emin olun Türkçe konuşma performansınız nasılsa İngilizce konuşma performansınız da ona yakın olacaktır. Bunlar yapılmazsa “anlıyorum ama konuşamıyorum” diyen milyonlardan biri olacaksınız. Bu başlığa geleceğiz ama şimdiden belirtelim anladığını ama konuşamadığını iddia edenin %20, 25’ini anladığı düşünülüyor uzmanlarca. %90’ını anlasa konuşabileceği düşünülüyor. Üzgünüm bugün de size masal anlatamadım. Çalışmaktan, emek vermekten başka bir yol yok. Marş marş!
Yanlış 4: Üniversiteye kadar İngilizce dersi alıyoruz, hiçbir şey konuşamıyoruz.
Gelelim bu doğru bilenen yanlışa… Nasıl ve ne kadar ders alıyorsun? İngilizce “konuşamıyorsun” da Türkçe yazabiliyor musun, matematik işlemlerinde nasılsın, coğrafya bilgin nasıl, tarihten anlıyor musun, biyoloji falan, kimya?.. Bütün bunlarda da berbatsın. OECD araştırmasına göre TC vatandaşlarının %40’ı okuduğunu anlamakta ve matematik dört işlem becerilerinde yetersizmiş… Karbonhidrat ağırlıklı beslenmek bu durum üzerinde ciddi etken. Neyse dönelim İngilizceye. Nasıl ve ne kadar İngilizce dersi alıyorsun? Bir dili öğrenmek için 1000-1500 saat nitelikli dil girdisine maruz kalmak gerekiyor. Hesapladım, devlet okullarında okuyanlar lise bitene kadar bu saatlere erişiyorlar aslında ama nitelikli mi? Kesinlikle değil. Sınıf mevcutları çok fazla. İlkokulda haftada iki saatten verilen İngilizce dersinde 40 kişilik bir sınıfta nitelikli dil girdisi sağlamak imkansız. Bedava dağıtıldığı için reklamı yapılan kitaplar bok gibi. Görsel materyal sağlama olanakları kesinlikle istikrarsız. Bu şekilde geçen üç, dört senede öğrenilen her şey yaz tatillerinde unutuluyor. Ortaokula gelmiş bir öğrenci çoğunlukla ikinci sınıfa gelmiş öğrenciyle aynı seviyede oluyor. TR’nin neresinde olursa olsun özel bir merakı olmadan, veya ekstra bir harcama yapmadan İngilizce bilen bir devlet okulu mezununa rastlarsam şaşırırım. Dil öğretiminde çok önemli olan nitelikli, yoğun ve süreklilik arz eden bir öğretim programı devlet okullarında sağlanamıyor. Özel okullarda sağlanıyor ama… Diğer derslerde de sağlanamıyor yukarıda belirttiğim gibi ama nedense hep İngilizce dersini sanık sandalyesinde görüyoruz. Çünkü İngilizce travma oluşturmaya en fazla müsait olan derstir. En fazla oluşturanıdır da. İnsanlar unutmuyorlar acılarını. Patrona Halil isyanının arka planını anlatamazsan kimse sana bir şey demez ama daha önce belirttiğim gibi İngilizceden yetersizlik gösteren bir öğrencinin vay haline! Şu anda, birçok insanın bile bu yazıyı okurken yutkunduğundan eminim. Takmayın yalnız değilsiniz. Veya çalışın. Sizde de hata var. Hem çalışmıyorsunuz hem de acılarla boğuşmaya kalkışıyorsunuz…
Yanlış 5: Dil çocukken öğrenilir.
Aslında bu cümlede doğruluk payı var ama bu cümleyi kuran insanlar genelde bu işin artık kendilerinden geçtiğini, imkansız olduğunu düşündükleri için kuruyorlar. Daha doğru bir ifadeyle beceremedikleri için bahane olarak bu cümleyi öne sürüyorlar. Hangi dil öğrenme şeklinin kastedildiği belirtilmeli. Ama yapılmıyor. Mecbur kalındığı için öğrenilen dil mi arzu edildiği için, iradeyle öğrenilen dil mi? Anımsayalım, mecbur kalınınca 1500 saatlik nitelikli dil girdisi 6 ayda falan hallediliyordu. İradeyle öğrenme sürecinde ise motive bir yetişkini yabana atmamak lazım. 12, 13 yaşına kadar devam eden bir “kritik dönem” vardır. Bu bir hipotezdir. Bu süreden sonra ana dil edinimi mümkün olmuyor. Bu ülkede yaşayıp da İngilizceyi ana dil olarak edinmek isteyen yoktur herhalde. Bu süreden önce beyin çalışma prensiplerine göre yabancı dil edinimi de bazı avantajlara sahiptir. Ama bu yaştaki bir çocuğa İngilizce öğrenmenin elzemliğini kavratabilmek çok zordur. Çocuklar haz merkezli yaşarlar. Dil öğrenmek “zevkli” bir şey değildir. Bu yaştan önce çocukların beyin dokularının esnekliğinden dolayı bazı öğrenme süreçleri daha iyi oluyor diye çocuğun İngilizceyi daha iyi öğreneceği tezi tartışmalıdır. Çünkü (iradeyle) yabancı dil öğreniminde motivasyon en önemli şeylerden biridir. Bu yaştan sonra yabancı dilin öğrenilemeyeceği tezi tamamen gerçek dışıdır. Dünyada İngilizce bilen 2 milyar insanın tahminimce yarısı bu işi lise çağlarında halletmiştir. Ne kadar erken başlanırsa o kadar iyi olduğu gerçektir. Çünkü erken başlama olayı çocuğa; o işe başladığını, o işi becerdiğini ve o işi yaparken mutlu olduğunu kavratır. Haftada 10 saat ve üstü ders verilmiyorsa fazlası beklenmemeli. Yapay bir dil öğrenme ortamında dilin karmaşık yapılarını öğrenebilmek için yetişkin olmak, daha doğrusu çocuk olmamak birazcık daha avantajdır diye düşünüyorum. Yani toparlarsak, çocukken başlamak avantajlıdır ama sonrasında bu işin imkansızlığı diye bir şey söz konusu değildir. Çalışmaya bakar.
Yanlış 6: Benim dil yeteneğim var/yok.
Dil yeteneği diye bir şey var mıdır? Bu şey doğuştan mı gelir? Örneğin bir futbol oynama yeteneği gibi, kişinin genlerinde vardır da ancak belli bir oranda mı geliştirilebilir. TR’de İngilizce öğrenmeyi denemiş ve yapamadığını düşündüğü için vazgeçmiş olan (veya orta seviye diye kendini kandıran) milyonlarca, belki de 10 milyon falan insan vardır. Bağlama için de bu geçerlidir. Bağlama için doğuştan gelen ve bir bölümü anatomik olan bazı özellikler gereklidir ama İngilizce öğrenmek için böyle bir şey söz konusu değildir. Bazı araştırmalarda uzun uzun adlarını yazmaya gerek olmayan üç, dört şeyde iyi olanın yabancı dil öğrenmede biraz daha başarılı oldukları çıkmıştır… Tekrarlayalım, doğuştan gelen ve İngilizce öğrenmeyi imkansız kılacak olan bir “dil yeteneği” yoktur. Ancak öğrenme süreçleri her bireyde farklı farklı gerçekleşir. Bireysel farklılıklar ve psikolojik faktörler bu öğrenme süreçleri üzerinde direkt olarak etkilidir. Kişinin geliştirmiş olduğu yargılar ve de davranışları öğrenme sürecini kolaylaştırır veya zorlaştırır. Elbette şunu belirtmekte fayda var: Bu dediklerim, okullarda nitelikli ve yeterli bir öğretim programı sunulmasıyla direkt olarak ilişkilidir. Yani okullarda nitelikli ve yeterli bir öğretim programı olacak ve ondan sonra kişinin geliştirdiği yargılar ve davranışlar belirleyici olacak. TR’de olduğu gibi; insanlar, bırakın okulları, para verilerek gidilen kurslarda bile allaha emanetken yanlış yargılar geliştirmeye oldukça açıktırlar. TR’de maalesef para verseniz bile doğru yolu bulmamış olabilirsiniz. 10 milyon vazgeçmişe veya orta seviye diye kendini kandırana dahil olma olasılığınız epeyce yüksek. Durmak yok, yola devam.
Yanlış 7: Yabancı hocayla öğrenmek garantidir.
İngilizce kursları ilk iki kurdan sonra derslere yabancı hoca geleceğini vadederek reklam yapmaktadırlar. Vaatlerini de yerine getirirler. Öğrenciler de yabancı hoca gelince garanti İngilizce öğreneceklerini zannederler. Bu mevzuda birçok yanlış var. Bir kere hangi yabancı hoca? Kadıköy, Beşiktaş, Taksim gibi merkezi yerlerdeki kurslar haricindeki mahalle kurslarında işiniz şansa kalmış demektir. Merkezdekilerde de sıkıntılar yaşama ihtimaliniz vardır. Bir kere kurs sahipleri bu işe tamamen ticari bakmaktadırlar doğal olarak ve TR’de ticaret yapan kişi o kadar kolay yalan söyler ki… Yabancı hoca garanti midir? Ben, Avrupa’dan öğretmenlik formasyonuna sahip birisinin gelip de Türkiye’de İngilizce kurslarında çalışabileceğine pek inanmıyorum. Böyle kişiler özel üniversitelerin hazırlık sınıflarında eğitim verebilirler ama gelip de kurslarda 4500 TL maaşla çalışmazlar. Peki kimdir bu yabancı hocalar? Afrika’dan, Doğu Avrupa’dan, Uzak Asya’nın fakir ülkelerinden buraya gelmiş kişilerdir. Elbette İngilizce bilirler. Öğretmenlik formasyonları yoktur. Özellikle Afrikalıların telaffuzları berbattır. Bunlar çok düşük ücretlere çalışırlar. Ücretlerini alamamaları da yüksek olasıdır. Ee zaten şey hep var, dünyanın hiçbir ülkesinde yabancılar, farklılar sevilmez! Böyle hayat yaşayan insanlar bunlar. Şans eseri aralarında iyiler çıkabilir, bir şey diyemem ama yüksek ihtimalle bunlar psikolojileri kötü ve çok az motivasyona sahip olan insanlardır. Sen muhtemelen ilk iki kurda ders dışında hiçbir şey yapmadın, yeterince emek vermedin ve sorunun nasıl sorulacağını bile bilmiyorsun; dersteyken söz alıp “yabancı” hocaya “coffee take go out me?” dersin… O da senin çıkıp kahve almak istediğini anlar ama içinden “Allah belasını versin senin bu İngilizcenin, neresini düzelteyim aq” diye geçirir. “Ok, ok!” der ve çık işareti yapar. İçinden başka bir şey der. Sen İngilizce öğrendiğini zannedersin. “Orta seviyeliler” kervanına katılırsın… Kursa ödediğin 15.000 TL’yi patron ezer, yabancı hocaya da tavuk dönerle beslenmek düşer. Laf aramızda tavuk dönere bayılırım… Şu soruları kendinize sorun: hangi yabancı hoca, nasıl bir eğitim, ben ne kadar emek verebileceğim? Bana sorarsanız kursa hiç yazılmayın. Kurs sayesinde dil öğrenme şansınız %10’u geçmez. Kendi kendinize öğrenme şansınız ise emek verecekseniz %100’dür. Tercih sizin…
Yanlış 8: Bizim bir dayıolu var. 28 dil biliyor.
Gelelim birden fazla yabancı dil bilme/öğrenme mevzusuna… Bir, iki yaz turizm yöresinde garsonluk yapan akrabalarının “28” dil “bildiğini” öne süren adamla karşılaşmışsınızdır muhakkak. Dil bilmek demek şudur: O dilde 1000, 1500 saat nitelikli dil girdisine maruz kalacaksınız, en az 2000-3000 kelime bileceksiniz, 5-7 yıl etkili bir öğretim programına tabii kalacaksınız (kişiye göre bu süre değişir), konuşulanların en az %80’nini anlayacaksınız ve bu konuda yalan söylemeyeceksiniz/kendinizi kandırmayacaksınız, refleks bir şekilde soru sorabileceksiniz… Menü, çatal, bıçak, ekmek, hesap, sevişelim mi gibi tabirleri ezberleyen o dayıo’lu o dili biliyor mu oluyor şimdi? Elbette değil. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda ve normal şartlar altında bir insanın hayatı boyunca öğrenebileceği dil sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Manyaklar yok mudur? Vardır. Belçikalı dilbilimci Johan Vandewalle 35 dil biliyor. Bu iş adamın mesleği. Ayrıca bir Avrupalı çok avantajlıdır. Anadili Flemenkçe. Flemenkçede “Benim adım Johan.” demek “Mijn naam is Johan.” şeklindeymiş. Altı ayda İngilizceyi halleder. İngilizler zaten Germen kavmidir. Almancayı da kolay halleder. Fransızların 1066 yılındaki İngiltere istilasını takip eden uzun zaman boyunca İngilizceye çok Fransızca katkı olmuştur, Fransızca da tamam. Ee, zaten Latince kökenli diller olarak Fransızca, İtalyanca, Portekizce ve İspanyolca konuşanlar yolda anlaşıyorlar… Rusçayı halletse beş, altı Slav dilini halletmiş olur. Yani 35 dilin 15 tanesi için emek verdi denemez. Geri kalan 20 tanesini öğrenmek manyaklık işte… Siz bunları boş verin! Buradan birçok kez dile getirdim: Herhangi bir para kazanma amacı yok ise İngilizce dışında bir yabancı dil için emek vermeye ne gerek var? Kullanılmayacağı ve dolayısıyla unutulacağı kesin olan o dil için 1000 saat harcamanın dünyanın en gereksiz işlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bu, işte benim çağımızın vebası olarak adlandırdığım “hobisizliğin” direkt yansımasıdır. O kadar kitap, film, spor müsabakası, seyahat, sosyalleşme, yeme, içme, yemek yapma, resim yapma, şiir okuma (!), siyasetçilik oynama, para kazanma faaliyeti kenarda duracak ben de gidip dünya dili İngilizceyi tam olarak halletmemişken İtalyanca kursuna gideceğim! Ve de para kazanmayacağım bu işten! Tamamen boş iş, bana kimse aksini kabul ettiremez… Şerefinizle şu 1000 saati halletmeye bakın…
Yanlış 9: Kelime ezberlemek lazım.
İngilizce eğitimi söz konusu olduğunda bu cümleyi de sık sık duyarız. Haklılar, kelime bilgisi çok önemli bir şeydir. Peki, bu nasıl gerçekleşecek? Kelime ezberlenebilir mi? Yanlış olarak gördüğüm (bildiğim) şudur ki bağlamdan kopuk bir kelime ezberleme olayı mümkün değildir. Aslında her öğrenme bağlam içerisinde gerçekleşir. İngilizce öğrenmek de böyle bir şeydir. İngilizceyi “biliyor” olarak kendinizi kodlamanız için 2000-3000 kelime bilmeniz gerekiyor. Bu bilmek pasif değil aktif olmalı. Yani o kelimenin okunuşunu, yazılışını ve yapı olarak ne olduğunu bilmeniz gerekiyor. Metin içerisinde gördüğünüzde anlamını %50 doğru tahmin ettiğiniz bir kelimeyi “biliyorum” diye kodlamamalısınız. İnternette İngilizcede en yaygın olarak kullanılan 2000, 3000 kelimenin listesi var. Bir dakikalık bir Google işi bunları elde etmek. Bunların çıktısını alınca bunları ezberleyelim mi? Ezberleme yöntemi 20. yüzyılın ilk yarısında kullanılmış, kısa vadede işe yaradığı da görülmüş ama günümüzde bağlam içerisine elde edilmemiş kelimenin unutulması neredeyse kesin. Hem de 6 veya 8 kere bağlam içerisinde karşınıza çıkması lazım. Tabii sizin o bağlama karşı ne kadar coşkulu bir şekilde bağlı olduğunuz bu sayıyı aşağıya çekebilir. Peki, bağlama nereden ulaşacağız? Bu sorunun yanıtı çok basit. Kitaplardan veya dizi/filmlerden. Gramer altyapısını sağladıktan sonra! Bunu başardıktan sonra veya başarma sürecinde başlamak üzere kitap, dizi ve filmlere yöneleceğiz. Her kelimenin değil ama önemli kelimelerin anlamlarına bakacağız. Ki bu artık günümüzde çok daha kolay ve hızlı. Basılı bir sözlükten bir kelimenin anlamına bakmak ortalama 3 dakikanızı falan alır. Bu şekilde o kelimeyi oldukça ilgilisi olduğumuz bir bağlam içerisinde göreceğiz birkaç defa ve öğreneceğiz. Emek vereceğiz! Seve seve emek vereceğiz! Vakit ayıracağız! Başka yolu yok. Orta okulda özel okula başlamış ve yeterli miktarda, nitelikli dil girdisine maruz kalmış bir çocuk değilseniz böyle… Bir günde en fazla 8-15 kelime öğrenebileceğimiz düşünülüyor. Bence diziler bu iş için biçilmiş kaftan. Art house filmler düşünsel emeği de talep ettikleri için onlardan uzak kalmak en iyisi. Dizi nedir dizi? Hazır yeri gelmişken bir sinefil olarak biraz dizi düşmanlığı yapayım… Hangi dizinin bir numaralı amacı “sürükleyici” olmak değil! En fazla 10 bin kişiye hitap edeceği kesin olan bir dizi yapıldı mı bugüne kadar? Dolayısıyla diziye yönelin 30, 40 dakikalık acayip derecede “sürükleyici” olan kurmaca bizi kendisine bağlar ve bilmediğimiz kelimeye bakmak daha motive edici olur. Ekranı kapanmayan bir telefonla sözlük uygulamasını açacaksın ve dizinin karşısına geçeceksin. Her gün bir, iki bölüm izlesen bir senede tamam bu iş. Marş marş
Yanlış 10: Anlıyorum ama konuşamıyorum.
Bu cümleyi çok duyarız. Gerçeklik payı da var; Türkiye’ye özgü, İngilizce öğrenmenin bir sendroma, bir travmaya, adeta toplumsal bir yaraya dönüşmesi olayının etkisi de var… Gerçeklik boyutu şudur, tıpkı bebeklerde olduğu gibi yabancı dil öğrenenlerde de konuşma becerisi anlamaktan sonra gelir. Konuşmaya dil sınıflarında yeteri kadar önem verilmez ayrıca. Ama okuma becerisi C1 olan birinin konuşma becerisinin A1 olması kesinlikle beklenmez. Konuşma becerisinin okuma becerisinden bir, iki seviye altı olması normal bir durumdur. Bu durum insanların ana dilleri için de geçerlidir. Benim konuşma becerisini beğendiğim çok az insan var örneğin. Neyse, İngilizceye dönersek, “tam olarak” anlıyorsanız bir haber spikeri gibi olmasa da konuşmanız beklenir. O halde bu anlayanlar gerçekten anlıyorlar mı? Yoksa yalan mı söylüyorlar? Daha önce bahsetmiştik, İngilizce öğrenmek TR’de bir travmadır. Benim tahminimce kursa başlayıp da başarısız olmuş bir 10 milyon kişi falan vardır. Çünkü yeterince çalışmamışlardır. Sebebi bu büyük oranda. Bu kişiler benim bu seride yapmaya çalıştığım gibi bu başarısızlığın ardındaki gerçekleri bilimsel yoldan tahlil etmeye çalışmazlar da sorumluluğu kendilerinden atacak bir formül peşinde koşarlar. AAK bu amaca çok iyi hizmet eder. Ne dedik anlıyorsa konuşabilmesi lazım. Bu seriyi yazarken çok faydalandığım bir kitap olan “50 Soruda Dil Öğrenme” (Prof. Dr. Cem Balçıkanlı) adlı kitapta; AAK diyenin kelimelerin %25’ini anladığı, hiçbir cümleyi tam olarak anlayamadığı, anladığını düşünse bile yanlış anladığı iddia ediliyor. Gerçek anlamda bir anlamadan bahsedeceksek bu oranın %80, %90 olması bekleniyor. Bu orana sahip birisinin ağır bir travması yok ise konuşamaması kesinlikle beklenmiyor. Üzgünüm, bu maddede de yüreğinize su serpemedim. Emek vereceksiniz, cesur olacaksınız ve dürüst olacaksınız. “Emek vermesek de diğerlerini olsak hocam” dediğinizi duyar gibiyim. Olmaz kardeşim! Önce emek, önce nitelikli 1000 saatlik girdi…
Yanlış 11: Bizim kurs çok iyi. Tek bir Türkçe kelime kullanmak bile yasak. Kullanan tüm sınıfa çay ısmarlıyor.
İngilizce eğitimi büyük bir ekonomik faaliyet alanı olduğu için bu alanda fantastik çıkışlar sık görülür. İnsanı etkilemeye yönelik iddialı söylemler çok geliştirilir. 21 günde ultra hızlandırılmış kursla İngilizce öğreteceğini iddia edenler, Kemal Sunal filmleriyle kelime bilgisini geliştireceğini iddia edenler ve işte tek kelime de olsa Türkçe kullanmanın yasak olduğu kuralıyla prim yapmaya çalışanlar… Fantastik olmaya gerek yok. Tek kelime bile Türkçe kullanmanın yasak olması, eski hazırlık sınıfları gibi haftada 24 saat ders alınan ortamlarda – o da bir, iki ay sonra- anlamlı olabilir! Ama haftada üç, dört saatlik ders ortamlarında çok da anlamlı olmaz. Bu kısıtlı sürede gramer kurallarının çok iyi kavratılması gerekir. Bu da ana dili aracılığıyla olur. Ana dile hiç başvurmadan gerçekleşen yabancı dil eğitimi pek tavsiye edilmez. Ve dediğim gibi hafta üç, dört saatlik zaman zarfında mutlaka ana dile başvurmak gerekir. Bu sayede kuralları iyi belleyen öğrenci, açığını bireysel çalışmalarla kapatacaktır… Kapatmıyorlar elbette!
İşte böyle… Bu serinin sonuna geldim. Keyif alarak yazdığım yazılar oldu bunlar. Genel özet: İngilizce öğrenmek kolaydır. İngilizce, bir yabancı dil olarak diğerlerine göre gayet kolay bir dildir. Geri döndürülemez bir şekilde de dünya dilidir. Dolayısıyla modern insanın mutlaka İngilizce bilmesi gerekir. Dil öğrenmek iki şekilde olur. Mecbur kalınarak ve iradeyle… Mecbur kalınırsa her normal insan her dili öğrenebilir. İradeyle olacaksa öğrenci 1000-1500 saat nitelikli dil girdisine maruz kalmalıdır. Ayrıca ikinci şıkta travmalar ve de motivasyon epeyce belirleyicidir. Bizim ülke insanı travmalarda da motivasyonda da negatif bir resim verir. Durum böyle… Dewamke!
Sinemaya ihanet ettim. Ayda bir, iki ayda bir film izleyecek kadar da boşlamamalıyım eski dostumu. Ama durumum bu. En son izlediğim film “Wake in Fright” adlı Avustralya filmi oldu. Tam hatırlamıyorum da bu film izlediğim ilk Avustralya filmi olabilir. Pardon “Mad Max”ler var… Film Avustralya’da geçiyor ama önemli rollerde oynayanlar İngiliz veya Amerikan aksanıyla konuşuyorlar. Alt kesimlerden bazı karakterler sanki daha yerel bir İngilizceyle konuşuyorlar. Filmi çok beğendim…
Tam benim sevdiğim psikolojik gerilim türüne ait. Neo-noir denilen türe de epeyce yakın. Bir karakterin üzerine üzerine gelen zor durum karşısında yaşadığı sıkışma duygusunu yansıtan filmlere bayılırım. Bunların başarılıları tadından yenmez.
Avustralya taşrasına öğretmen olarak atanmış John Grant başkarakterimiz… Bazı filmlerde karakterin en yaygın isim ve soy isime sahip olması ironiktir. Örneğin Ahmet Yılmaz… Burada da öyle denilebilir. John Grant taşrada bunalmıştır ve Noel tatili için sevgilisinin yanında güzel bir hafta geçirmeyi ummaktadır. Yola çıkar ve tuhaf bir kasabaya ulaşır. Psikolojik gerilim başlar o anda… Tuhaf insanlardan oluşan bu topluluk John’u etkiler ve John da aptalca bir şekilde örümcek ağına takılan bir sinek gibi kendisini çıkışsızlığa teslim eder. Sam Peckinpah’ın “Straw Dogs” filmine çok benzettim filmi.
Kötü şöhretli, gizemli ve tartışmalı bir film. Uzun yıllar piyasaya çıkmamış. Kanguru avı sahneleri ise tam olarak skandal. Bugün böyle bir film çekmenin imkanı yok.
Filmi bir Mubi reklamında gördüm ve izlediğim bir dakikalık görüntüyle bu filmi mutlaka izlemem gerektiğine kanaat getirdim. Bayıldığım bir dönem olan 70’ler Amerikan sinemasına benzeyen bir tarafı vardı. Bu anlattıklarım ışığında filme ilgi duyanlar mutlaka izlesinler filmi.
Gelelim Kafka’ya…
İkinci paragrafta yaptığım tanım aslında Kafkaesk filmin tanımı. “Dava” romanındaki gibi filmin başlar başlamaz karakteri eline alıp oynamaya başlaması “biraz daha” Kafkaesk oluyor. Bunu göz önüne aldığımızda Scorsese’nin “After Hours”u üzerine film tanımam. Bakalım diğer Kafkaesk filmlere. Yani benim sevdiğim Kafkaesk filmlere. Sizin önereceğiniz filmleri de merakla bekliyorum…
Yanlış 1: Dil öğrenmek için illa o ülkede yaşamalı… Bu cümleyi çok sık duymuşuzdur. Dil öğrenmek için illa o ülkede yaşanmalıymış. Hemen oradan kafasını kaldıran Bay Abaza ise “Dil dile değmeden dil öğrenilmez!” özlü sözünü yetiştirir. Neyse onu boş verelim de diğer gruba odaklanalım. Bu kişiler muhtemelen bir şekilde, birkaç sene yurt dışında bulunmuş bir insan görmüşlerdir ve onların nasıl da iyi “konuştuklarına” tanık olmuşlardır. Bizim itirazımız oraya değil zaten. Dil öğrenmek derken hangi dil öğrenmenin kastedildiği net olmalı. Tek bir dil öğrenme yoktur. İki tip dil öğrenme vardır: birincisi o ülkeye gidip sosyal hayata karışarak o ülkede yeteri kadar vakit geçirerek dil öğrenme şekli, ikincisi de bizler gibi iradeyle yani kursla, dersle, çalışarak dil öğrenme şekli. Bu ikisi çok farklıdır. Bir insan mülteci, işçi, öğrenci veya ikinci sınıf vatandaş olarak dilini bilmediği bir yere giderse ve sosyal hayata dâhil olursa o dili öğrenmemesi için mal olması gerekir. Bu saydığım koşullarda, 90 IQ’ya sahip her insan her dili öğrenebilir. Uzmanlar, dil öğrenmek için 1000-1500 saat nitelikli dil girdisine maruz kalmak gerektiğini düşünüyorlar. Bu sayı kişinin zeka seviyesine ve motivasyon düzeyine göre değişebilir. Türkiye’de günde 16 saat oto yıkamacıda çalışmak zorunda kalan bir Suriyeliyi düşünün veya günde 6 saat okula giden bir Suriyeli çocuğu. 3, 5 ayda bu süreye ulaşıyorlar. Dediğim gibi öğrenmemesi için mal olması lazım. İkinci tip dil öğrenmeye geldiğimizde yani irade, ders, kurs devreye girdiğinde, örneğin haftada sadece 8 saatlik kursla yetinen bir insana baktığımızda acayip bir şey görüyoruz. Ki haftada 8 saat gayet iyi ve pahalı bir süredir. Bu kişi kurs haricinde hiçbir şey yapmazsa 1500 saati 3,5 senede tamamlıyor. Bu girdinin ne kadar nitelikli olduğu da ayrı bir muamma. Dünyada 2 milyar kişi yabancı dil olarak İngilizce biliyor. Bunların çok az bir bölümü İngiltere’de veya Amerika’da yaşamıştır. İnsanlar o ülkeye gitmeden de çalışarak o dili öğrenebilir. Bakın tekrar söylüyorum, ça-lı-şa-rak… Gitar kursunda bir ayda beş akor öğrenerek 150 şarkı çalıp söyleyebilirsiniz ve ortamlarda prim kasmaya başlayabilirsiniz ama İngilizceyi bu kadar kolay öğrenemezsiniz.
Not: Bu seriyi bugün başlatmış oluyorum. 12 tane yanlış belirledim ve her gün bunlardan birini hafif provakatif, hafif arsız, hafif terbiyesiz üslubumla ele alacağım. Ama bu işi ciddiyetle yapacağım. İlgilenenlere duyurulur. Belirlediğim diğer yanlışlar şunlar:
*Gramer önemli değil. Sokaklarda gramere dikkat etmiyorlar.
*Gerçek anlamda ne kadar emek verdiğimi hesaba katmaksızın konuşmak istiyorum. Sadece konuşmak.
*Üniversiteye kadar İngilizce dersi alıyoruz, hiçbir şey konuşamıyoruz.
*Dil çocukken öğrenilir.
*Benim dil yeteneğim var/yok.
*Yabancı hocayla öğrenmek garantidir.
*Bizim kurs çok iyi. Tek bir Türkçe kelime kullanmak bile yasak. Kullanan tüm sınıfa çay ısmarlıyor.
İlk defa bir romandan alıntılar yapıyorum. “Ölmeye Yatmak” için bunun yapılmasının yerinde olacağını düşündüm. Daha önce “Dorian Gray’in Portresi”, “Kinyas ve Kayra”, “Yeraltından Notlar” romanlarının; çok fazla sayıda, alıntılanması gereken cümleler barındırdıklarını düşünmüştüm. Başlayalım:
*Yeterince saygıdeğer değilsem değilim. Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerekir.
*Kat görevlisi çıkınca hemen kapıyı kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum. Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim ve ölmeye yattım…
*Evet bir kez yattım öğrencimle. Bu yatıştan kısa süren değişik bir tat aldım. Burası gerçek. Bedenimden çok beynimde kurulan bir imparatorluğun şehvetiydi belki. Insan kendini tek başına özgürleştiremezse ve tek başına özgürleşme düşü içinde boğulmuşsa, kendinden sonra gelenlerin altına yatmalıdır.
*Özgür bir Türk kadını oluşumu onunla kanıtlamadım. Yirmi beş yaşında bir delikanlı ile kanıtladım.
*Ayrıntıları düşünmekten ölemiyorum. Temizlikçi kadına telefon etmeyi düşünüyorum.
*Biz Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız. Onun dışında bizim kötü düşüncelerimiz olamaz ve olmamalıdır.
*Kadınlarımız tam Batılı olmadıktan sonra Türkiyemizi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak çok güç!
*Bütün gece çalıştıktan sonra evden çıktım. Neden çıktım? Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hala istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik. Neden çıktım bu evden? Matbaada işçilik eden bir öğrencimle yattım. Ama çok önceydi bu. Neden yattığımın da öyle uzun boylu üstünde durmuş değilim. Olması gereken bir şeydi. Kaçınılmazdı.
*Her şey yolunda görünüyordu. Artık öyle görünmemeli. Otuz yılda hiçbir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlaka olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı.
*Kim istemez ki kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. Devrederek.
*İyi ama, bir ölümün gerçek anlamını nasıl anlatmalı? Anlatmak mı? Artık bir görev yüklemek istemiyorum ki kendime. Bu bir görevsizlik kararıdır.
*Sana ne diyordu, eline bir aperatif kadehi tutuşturuyordu. Ama babası rakıdan başka bir şey içmeyi bilmiyordu ki…
*Değişmeyen kurumlarda değişmiş kişiler bulmayı ummak, tek başına değişmeyi ummak, buna inanmak hatta, hatta suçlamak ve yakınmak.
*Sizin hiçbir şeyden haberiniz yok ama. Size söylemesi çok kolay geliyor. Okumak için neler çektim. Daha fazlası elimden gelmez. Bir eğri halim görülse, okulumdan olurum sonunda.
*Bir Atatürk kızı olarak hiç yakışmıyor sana bu ürkek haller dedim. Şaşırıp kaldı.
*Böyle yaba ayıları gibi kızlara bakmak biz Atatürk çocuklarına yakışmaz. Uygar olmalıyız.
*Bizimki de okuyor. Hakim olacakmış. Vay vay… Kadının en kutsal görevi analıktır, analık!
*Büyüklerimiz ne yapsa iyidir. Görevini bil. Onu yap. Başka şey sana düşmez. Bu dünyada herkesin bir işi var.
*Böyle yapmam gerekiyordu böyle yaptım. Aydınların bu tür hakları vardır. Bu haklardan birini kullanmış olmam kimseyi yadırgtmaz. Yadırgatsa da aydınların başkalarına aldırmama hakları vardır. Ne yapalım? Bu böyle. Hiçbir şey öğrenmeyeceğim. Engin’le yatışımı, o pek yalın görünen ama bana kalırsa pek karmaşık olan gerçeği çözmeyeceğim.
*Hani hiçbir anlam yüklemeye çalışmıyordum hiçbir şeye ve Engin’in odasında yeniden yırtılan kadınlık zarıma?
*İşçi sınıfı artık bizden o kadar uzak değil diyecekler. Ben bile inanmıyorum muyum buna? En azından inanmak istemiyor muyum?
*Yolda son rastladığında Aydın’ın elinde bir tenis raketi vardı. Aysel artık, tenis oynayan bir Cumhuriyet çocuğunu önemsememezlik edemez.
*Herkes evleniyor. Herkesin çocuğu oluyor ve herkes -Evlenmez olaydım!.. diye ağlıyor. Semiha da işte. Evlenmeyeceyim ben! Çocuklarım da olmayacak!..
*Böyle tekdüze sürüyor Anıtkabir’in alnı. Sıkıcı. Hiçbir yerlere kondurulamayan can sıkıntısı bir yapı.
*Aman canım! Ne istiyorum bu Aysel’den? Kendi halinde bir kız işte. Başkentte ne kızlar var. Atatürk inkılaplarına göre yetişmiş kızlar… Tenis oynamaya gelen bir Semra var mesela. Istersem hemen benimle arkadaş olmaya hazır. Aysel’in üstüne düşmemin sebebi? Düşünüyorum da herhalde onun böyle erkekten kaçan bir kız oluşunu doğru bulmuyorum ve bir Atatürk çocuğu olarak değişmesini istiyorum. Bu da bize düşen bir görev değil mi?
*Bütün bu kitaplar okununca, Hanyayı Konya’yı görünce bir insan… Bir erkek… Yani nasıl anlatsam, her kadının gövdesi değil aradığım. Beynimle de doymak istiyorum. Aynı düşünceyi paylaştığımız bir kadın istiyorum yatağımda.
*Yakında kocaya verirler seni Aysel. Bir sevgilin bile olamadan çoluk çocuğa karışır gidersin demesin mi?
*Kadınlık zarı gerçekte nasıl yırtılır? Kan nasıl şorul şorul akar? Sonra nasıl unutulur bir yandan da kadın olduğumuz? Gecikerek de olsa bir şey, yani yeni bir şey öğrendim işte. Uygun bir birleşme hiçbir kadının hiçbir yerini parçalamaz, yırtmaz, eskitip atıp değiştirmez. Uslu bir ülkücülük ile uygun bir birleşme arasındaki ayrım ne? Biri ötekinin uzantısı değilse?
*Beğendiğim bir kızla bir akşamüstü güneş batarken deniz kıyılarında, çamlar altında yürüyemedikten sonra ne anladım ben okumuşluğumdan?
*Engin’in yüzüdür diye gözümün önüne gelen, sanki bildiğim bütün yüzlerin bir karışımı. Engin sanki bildiğim ve yaşadığım her şey.
*Getir tezini, getir tezini! Getir tezini, getir tezini! Önlerine telaşla bir tencere dolma koyduğumun ayırdında değilmişim. Birden anlıyorum ki tezim değil, dolma tenceresi bu. Çok utanıyorum. Hele Atatürk’ten çok utanıyorum.
*Hem kızlardan ne öğreneceğim? Yemek tarifi, kek tarifi, hangi oğlan kime bakıyor… Kim kime iç çekiyor… Bunlar.
*Bize dans edin dediler. Atatürk öyle istiyormuş diye… O zaman bizim ne kadar zorumuza gitti, ne kadar utandık değil mi?
*Ertesi gün Atatürk’ün huzurunda, bir ondan izin aldığımızı bilerek yani, Ömer’le nişanlandık. Bütün kokuşmuş töreleri de böylece alt ettiğimizi sandık. Evlendikten sonra ise günlerce, aylarca Beethoven’in senfonilerini çaldık evimizde.
*Sizler düşünürsünüz, biz yaparız.
*Yarın her şeyin güzel, güpgüzel olacağına inanıp dururken nasıl olup da bu mızıkçılığı yapıyorum? Bu mızıkçılıktan neden utanmıyorum? Çok gizli bir kuşkuyu mu taşıyordum içimde yoksa.
*Neydi beni insanlıktan bu kadar uzaklaştıran? Nerede olduğumu anlamak için böyle bir denemeye girişmenin, vatanı kurtarmak uğruna bir erkeklik organını karşımda dolaştırmanın utancıdır belki de benim burada ölmeye yatmamın nedeni.
*Engin nerden aşığın oluyor senin. Keşke? Övünecek bir şey bulmuş olurdun hiç değilse. Ya da varla yok arası bir ilişkiye anlam yüklemiş olurdun. Yanan bir sigarayı avucuna bastırır gibi neyin ne denli acıtacağını, neyin ne denli yırtılıp parçalanacağını ve neyin seni nereye götüreceğini bilmek için kendine seyirci koltuğu seçmezdin.
*Alain’le arkadaş olmak ne güzel! Gözleri kollarını, bacaklarını yemiyordu. Gözleri, -sen bir şeyden anlamazsın da demiyordu.
*Paranın tek otorite olacağı bir toplum düzenine doğru hızla yol alındığını sezinlemiştir.
*Gökdelenin altında vermişti numarasını. Bununla yetinmemişti. Orada benimle birleşmeyi özlediğini de söylemişti. Hiç tükenmeyen bir inat. Oysa ben gökdelenin altında ona doçent olduğumu müjdeliyordum. Bunu önemseyeceğini sanıyordum. Asıl bunu önemsemesini istiyordum.
Adalet Ağaoğlu’nun daha önce “Üç Beş Kişi” adlı romanını okumuştum. Çok beğenmiştim. Yazarın “Dar Zamanlar Üçlemesi”ni okumak hep aklımdaydı. Bir ara, edebiyat sohbetlerinde çok önerilen “Bir Düğün Gecesi” adlı romanına başlamıştım ve birkaç 10 sayfa sonra okumayı kesmiştim. Çünkü romanın bir üçlemenin parçası olduğunu öğreniştim ve bana göre üçlemeler mutlaka birlikte okunmalıydı. Tabii yazarlaın üçleme olarak tasarladığı eserler… Bazen eleştirmenler veya okuyucular bir yazarın üç romanını, kendisi öyle bir şey tasarlamamış olmasına rağmen üçleme olarak adlandırıyorlar.
İlk roman “Ölmeye Yatmak” zaten okunur… İkinci roman “Bir Düğün Gecesi”ni sıkılmadan okumak için ÖY okunmasa da olur… Ama dikkatinizi çekerim BDG’yi sıkılmadan okumak için… Yoksa ilk roman okunmadan ikinci romanın ruhu kavranamaz bana göre. İkinci romanda odak kaymış gibidir. Fakat üçüncü roman “Hayır”ı okumak için ilk iki romanın mutlaka okunması gerekir. Dolayısıyla zorlamaya gerek yoktur. Üçleme beraber okunmalı.
Bu üçlemeden sonra Ağaoğlu Adalet için “kadın fetiş yazarım” diyebilirim rahatlıkla!
Şimdi “Ölmeye Yatmak” romanına bakacağız ancak bu romanı incelerken üçlemeyi göz önünde bulunduracağız. Çünkü bu romanda ele alınanlar daha sonraki iki roman aracılığıyla farklı boyutlara ulaşıyor. Elimizde bu şekillendirmeler varken neden onlardan mahrum kalalım?
Diğer iki romana değineceğiz dedim ama esas olarak “Ölmeye Yatmak”a odaklanacağımız da bir gerçek.
Nasıl bir roman?
Bu soruya hayranım. Bir roman söz konusu olduğunda “Konusu ne?” sorusu beni deli ediyor. Onun yerine “Nasıl bir roman?” sorusu sorulmalı. Bir romanın konusunun ne önemi olabilir ki! Hayat içerisinde aynı şeyler her gün binlerce, milyonlarca kişinin başına geliyor. Romana konu olabilecek şeyler de az insanın başına geliyor ama geliyor. Bir gün bir çok akıllı bir bilgisayar gelir ve “Şu romandaki şeyler, insanlık tarihi boyunca tam olarak, aynı şekilde kimsenin başına gelmemiştir!” diye bir yargı geliştirebilir. Ben yine etkilenmem. Sonuçta hiçbir yazar şöyle bir şey yazmaz: “Kepçenin paletinin 16 nu’lu civatası bir gün yerinden çıkmış, gitmiş müdüre bandik atmış sonra da hapis yerine Versay Sarayı’nın sirke mahsenine kapatılmış. Orada karşılaştığı Hindistan mumyası ile kemik iliklerini değiştirmişler ve ilik kardeşi olmuşlar.” Dolayısıyla romanların “konuları” beni büyülemiyorlar. Romanın kurgusunun nasıl oluşturulduğu, insana/tarihe karşı olan yaklaşımı, karakter derinliklerine nasıl girebildiği vb. şeyleri beni etkiliyor.
Konusu ne? Bir Cumhuriyet kızı olan, akademisyen Aysel’in çocukluğundan itibaren yaşadıkları ve -görüntüde- bir öğrencisiyle ilişkiye girdiği için kendisini öldürmek istemesi…
Nasıl bir roman? Muhteşem bir roman!
Nasıl bir roman? Üçüncü romanda adı anılan “Büyük Uyum” üzerindeki sahte parıltıyı söküp alan, bu şey ardındaki hayal kırıklığını cesurca ele alan bir roman.
BÜYÜK UYUM
O zaman Büyük Uyum’dan bahsedelim. “Hayır” romanında gördüğüm bu tabir bence üçlemenin derdini çok iyi özetliyor. Büyük Uyum yani insanın içinde var olduğu küçük/büyük toplulukların yargılarını ön bir koşul olarak doğru kabul etmesi… Burada bilerek küçük/büyük topluluklar dedim. Büyük topluluklardan kasıt içinde yaşanılan toplumdur. Bir ülke sınırları içerisinde bir arada yaşayan toplumlar kastedilir. Türkiye gibi iç barışı olmayan ve birbirine benzemeyen insanlardan oluşan toplulukları ele alırken daha ihtiyatlı olunmalı. Toplumların homojen olabildiği oranda mutlu olacaklarını düşünüyorum. Tabii ekonomik göstergeler ayrıca değerlendirilmeli. İskandinav toplumları gibi birbirlerine çok benzeyen, aynı düşünsel arka planlara sahip toplumlarda Büyük Uyum çok da büyük sorun teşkil etmez ama Türkiye gibi ortadan iki buçuğa bölünmüş toplumlarda Büyük Uyum inandırıcılığını iyice yitirmektedir. Akademisyen solcu aydın Aysel toplumun değerleriyle uyuşmamaktadır. Çocukluğundan itibaren müthiş bir ideolojik kuşatma altında olmasına ve bu kuşatma sayesinde annesinden çok farklı bir hayat yaşıyor olmasına rağmen. Yani bir Cumhuriyet kızı olan akademisyen Aysel içinde bulunduğu toplumun Büyük Uyum’uyla örtük bir mücadeleye girişmiş ve Büyük Hayal Kırıklığı’nı geliştirmiştir.
Aysel sadece toplumuyla değil yakın çevresiyle de çelişkiye girmiştir. Ailesi ile zaten girmiştir. Eşiyle girmiştir. Tuhaf bir ilişki yaşadığı, öğrencisi Ergin’le girmiştir. İçinde bulunduğu mikro bir topluluk olan sol kesimlerle girmiştir. Akademik çevrelerle girmiştir.
Peki bu Büyük Uyum’u biz ne yapmalıyız? Neremize sokmalıyız? Bana sorarsanız hayat, ona büyük anlamlar yüklemeyi hiç hak etmiyor. İnsan da “yüce” bir varlık değil kesinlikle. Bugüne kadar yaşamış ve ölmüş 119 milyar insandan biriyiz ve ortalama 70 yıl yaşayacağız. Çok büyük işler başarma iddiasında olmak saçma. Her daim mutlu, başarılı, iyi ve kibar görünmek zorunluluğu gereksiz. Büyük Uyum’u tek bir insan, ortalama 70 yılda kökten değiştiremez. Bu, imkansız. Kimse bunu yapamaz. Bunu gerçek kabul edersek işimiz kolaylaşır. Büyük Uyum’la kavga etmek ve onu yenmek bence ancak iki şekilde olur: intihar etmekle veya ıssız bir adada yaşamakla… “Bir Düğün Gecesi” romanının ilk cümlesi çok meşhurdur. Tıpkı “Yeni Hayat” romanı gibi. “Yeni Hayat”ın “Bir kitap okudum ve hayatım değişti.” cümlesini edebiyatla alakası olmayanlar bile duymuş olabilir. BDG’nin “İntihar etmeyeceksek içelim bari.” cümlesini de duymuş olabilir bu insanlar. BU’yu tamamen reddedemiyorsunuz, o halde onunla bir şey yapmalıyız. Onun kölesi olmamak yapılacak en iyi iştir. Yani bir ortamda birisi organik diye bir şey getirdi ve tadı saman gibiyse onu belirtmelisiniz. Yoga kursunda eğitmen “İçinizdeki enerji barışını hissedeceksiniz şimdi. İşte şimdi!” falan derse ve böyle bir şey hissetmezseniz hemen yoga kurusunu bırakıp zumba kursuna yazılmalısınız. Bir akrabanız saçma bir şey yaparsa onu haddini bildirmelisiniz. Ama BU’ya kafa tutmak için her yerde ve her şeyde çıkıntılık yapmamak lazımdır. Hele hele ucuz kahramanlıklarla, kimsenin umrunda olmayacak ve hiçbir şeyi değiştirmeyeceği kesin olan dik duruşlarla falan işimiz de olmamalı. Büyük Uyum’u işte buramıza sokmalıyız.
İNTİHAR
İntihar olgusu üçleme boyunca ele alınıyor. Bu romanda temel tema gibi. Aysel bir otel odasına kapanıyor ve kendisini öldürmeyi planlıyor. Dakika dakika yaptıkları anlatılıyor gibi aslında oradaki iç yolculuklarda Aysel aracılıpıyla hayatı sorguluyoruz. Aysel’in öğrencisi Ergin’le sevişmiş olması sanki intiharın sebebi gibi görünüyor. Aslında ideal gibi görünen bir evliliği vardır. Eşi herkesin beğendiği bir Mr. Shine’dır. Statü sahibi ve entelektüel bir insandır. O sevişme aslında Aysel’in bir isyanıdır. 40 küsur yıllık hayatının isyanıdır. Büyük Uyum’dan dolayı hayal kırıklığı duygusuna sahip olmasına rağmen ona bir türlü kafa tutamamıştır. Solcu olarak bile bunu yapamadığını düşünmektedir. Oranın da kendi “küçük” Büyük Uyum’u vardır çünkü… Yapılması gereken, hissedilmesi gereken şey bellidir. İdeal evliliğin kendi “küçük” Büyük Uyum’u vardır. Hayırlı evlatlığın kendi “küçük” Büyük Uyum’u vardır. Aysel bunlara karşı hiçbir şey yapamamış ve o sevişme ufak çaplı bir isyancık olmuştur. Şunu da belirtmemiz lazım. Bu romanda bu sevişme bu kadar ayrıntılı ele alınmıyor, biz bunları “Hayır” romanıyla öğreniyoruz. Aslında o şeyin bir “ilişki” olduğunu, Aysel için çok özel olduğunu falan öğreniyoruz ama yıllar sonra yurt dışında karşılaşılan Ergin vasıtasıyla diğer taraf için bambaşka bir şey olarak algılandığını öğreniyoruz. Aysel için bir hayal kırıklığı daha. Bu kadarı da fazla mı?
CUMHURİYET KIZI
Bu roman aslında bir Cumhuriyet kızı olan Aysel’in bu konudaki büyük hayal kırıklığının romanıdır. Şunu tekrar belirtelim ki Aysel bir solcu aydındır. Sol perspektiften baktığı için hayal kırıklığına sahiptir. 1973 yılında yazılmıştır bu roman. “Hayır”ın 12 Eylül’den sonra, 1987 yılında yayınlandığını mutlaka belirtmeliyiz. Üçüncü romanda ve kısmen ikinci romanda Aysel’in sol ile ilgili hayal kırıklığını da görürüz. 1973 yılında heyecanlı bir solcu olduğunu bildiğimiz Adalet Ağaoğlu hedef tahtasına Cumhuriyeti koymuş gibidir.
30’lu yıllarda Ayaş’ta doğmuş ve büyümüş bir insan Aysel. Ankara’da lise ve üniversite okuyor. Babasının ilk zamanlarda karşı çıkmalarına rağmen. Cumhuriyet ideolojisinin en yoğun olduğu dönemler ve Ankara (Ulus civarı) gibi en yoğun hissedildiği mekanlar. Aysel buralardan çıkmıştır. Görüntüde müthiş bir parıltı var. Özellikle kızlar ile ilgili çok önemli değişiklikler var ama zihinlerin aslında pek de değişmemiş olması Aysel’in en büyük hayal kırıklığı. Bir çocuğun elini tuttuğu için gece yatmadan önce Atatürk’e dua edip, ondan özür dileyecek birisi neredeyse.
Bu arada hiçbir romanda Atatürk’ün adının bu kadar anıldığını anımsamıyorum. Bu insanlar için Atatürk bir kült figürdür. Kim için öyle değil ki gerçi! “Atatürk ve Komünizm” adlı kitapta şöyle bir cümle vardır: 1960’larda hepimiz kendimize Atatürkçü diyorduk… Evet, Türkiye solu Atatürk’ten kopamamıştır. Buna gerek var mıdır? Atatürkçülük o kadar büyük ve etkin bir ideolojidir ki kendisinden küçük bir ideolojinin “olumlu yanlarını da takdir ederek” kendisini aşmasına asla izin vermez. Türkiye solunun handikapı budur bence. Atatürkçüler acaba bir gün bile şu solcular gelsin de bizi zemin alarak devrime yürüsünler diye içlerinden geçirmişler midir? Aysel bunu çözmüş gibi gelmektedir bana. Bir solcu olarak Atatürkçülüğün hayal kırıklığını taşımaktadır. Cumhuriyet ideolojisinin iddia edildiği kadar büyük bir kurtuluş vadetmediğini kavramıştır Aysel. Başından beri büyük bir yanılsama dünyası olduğunu kavramıştır. Roman boyunca bunu görüyoruz. İlerideki romanlarda solculuğun da yanılsama dünyasına sahip olduğunu ve ek olarak insanın kendisinin de oldukça parlatılan bir canlı olduğunu bize gösterecektir.
Bence Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün üç boyutu vardır: kült figür, modern yaşamcılık ve Türk milliyetçiliği… Türk milliyetçiliği boyutu beni rahatsız ediyor. Orada kendime hiç yer olmadığını görüyorum. Kült figür boyutu ise nasıl desem! Geçenlerde Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri”nde Atatürk’le alay ettiği iddia edilmişti. Böyle bir şey yoktu aslında ama Orhan Pamuk’un Atatürk’üm kült figür boyutuyla sorunları olduğu sıkı hayranlarınca kolaylıkla fark edilecek bir şey. Bu kült figür olayı bence kaçınılmazdı. Sığır sürüsü gibi olan toplumları yönetmek için onlara mitoloji vermekten başka çare yoktur. Bir de dayak. Yok şunlar şunlar olmuş da yok bunlar bunlar yapılmış da! Bunları hiçbir akıllı insanın yutmaması lazım. Alay edilmeyi hak edecek kadar bile ileri gidiyorlar bazen. Alay etmek politik bir tutum olmaz. Politika yapmak gibi bir derdiniz yoksa edebilirsiniz. Atatürk’ün modern yaşamcılık konusunda ise yaptığı her şeyi destekliyorum. Çok iyi oldu. Bazılarında az bile yaptığını düşünüyorum. Yalnız şunu da belirtmeliyim, bu proje Atatürk’ün özgün projesi değildi. Ondan başka kimsenin bunu gerçekleştiremiyeceğini de düşünmüyorum. Hatta padişahlık devam etseydi ve şehzadeliğinde Avrupa’da bulunmuş etkili bir padişah bile kafaya koysaydı bu dönüşümleri yapabilirdi. Padişahlık devam etseydi muhtemelen böyle olurdu hatta. Ve birinci dünya savaşı çıkmasaydı Kemal Paşa’nın adı Göztepe’de 1960’larda yıkılıp yerine apartman dikilen bir köşkün adı olarak kalacaktı büyük ihtimalle. Aysel’in oğlanlarla diyaloglarında Atatürk’ün adını anması onun aslında üst yapı kurumlarında önemli değişiklik yaparken zihinsel anlamda eski tahakkümün bir uzantısı olduğunu bize hissettiriyor. Ama yine de iyi ki yaptı bunları. Bir şeyler hızlandı.
Feroz Ahmet’in “İttihatçılıktan Kemalizme” adlı eserinde Osmanlı aydını için devletin bir fetiş olduğu yazar. Atatürk’ün de içinde olduğu bu aydın grubu devleti milletten daha çok seviyordu, bundan eminim. Bana göre Abdülhamit de bu “aydın grubunun” bir parçasıydı. Devleti kurtarmak için farklı sembollere yaslanmış ve aslında temelde çok da farklı düşünmeyen insanlardı bunlar. Zaten Atatük’ün çok beğendiği ve mümkün olsaydı çalışmak isteyeceği Talat Paşa “Biz Abdülhamit’i yanlış anlamışız.” demiştir.
Aysel’in Atatürk babası kendisine kaş çatmıştır. O da gidip bir öğrencisiyle sevişmiştir. Böyle değil elbette. Bu romanı ve bu üçlemeyi mutlaka okuyun!
Bugün sosyalist teorisyen Metin Çulhaoğlu sosyal medya hesabından bir yorum paylaştı. 1977 yılında davetli olarak Bulgaristan’a gittiğini yazdı. Muhtemelen o zamanki TİP’in yayın organında yazı yazdığı için basın mensubu olarak davet edilmişti. Orada, Plovdiv’deki tepede yer alan 2. Dünya Savaşı heykelinin yanında birilerinin şarkı söylediğini ve onların Yunan devrimciler olduğunu öğrendiğini yazdı. 1977 yılında Sofya’da neler görmüştür bilemem ama ben 2015 yılında Sofya’ya gittim ve orada acayip şeyler gördüm. Onlardan bahsetmek istiyorum.
Yurt dışına çıkmanın orta sınıflar için ütopik ve çok pahalı bir şey olduğunu bana kimse kabul ettiremez. Sofya’ya otobüs 7 saat sürer. Yazın bakmıştım, bilet 250 TL idi. İstanbul’dan Aydın’a da bilet 250 TL. Biraz arayışçılık, biraz kararlılık ve biraz öz güven ile bir orta sınıf rahatlıkla yurt dışına çıkabilir. Sofya iyi bir başlangıç olabilir.
Sofya’ya vardığımda her sabah bir Sofya Turu, her öğleden sonra da bir Komünizm Turu olduğunu gördüm. ST beleşti. Bence gerek yok. Günümüzde internet sayesinde gideceğiniz yeri önceden avcunuzun içi gibi bilmeniz olası. Ben öyle yapıyorum. Davar gibi gezmeyi hiç sevmem zaten. Komünizm Turu paralı idi. 18 Leva imiş. Çok ucuz ama yine de böyle bir şeye para vermek insanı sinirlendirebilir. Ben çok meraklı bir insan olduğumu için vermiştim. O sıralar komünizme inancım da vardı üstelik. Komünizmi mümkün görüyordum 2015 yılında. Sinir ola ola turu tamamladım.
İki turu da belediye düzenliyor. Belediyenin işe aldığı genç, sempatik ve enerjik tipler turu düzenliyor.
Meydandaki devasa Stalinist binanın önünde buluştuk. Eleman önce paraları topladı. Sonra anlatmaya başladı. Leş Samsung telefonumla fotoğraflar çekmiştim.
Yaklaşımdan bahsedeyim: Yaklaşım tamamen komünist dönemin bir hata olduğu ve acılarla dolu olduğu şeklinde. Bununla birlikte olayı biraz hafifleterek dönemi sanki üzerinde çok da durmaya değmeyecek bir dönem gibi göstermek istiyorlar. Bulgaristan esasında Rusya’ya minnettardır. Kendilerini Türklerin ellerinden kurtardıkları için. O işi yapan çarın heykelleri en önemli yerlerde bulunur. Bütün Balkanlarda, onları Türklerden kim kurtarmışsa onların heykelleri meydanları süsler. Devasa katedralleri vardır bu iş için. Haklıdırlar. Komünizm bile olsa hiçbir halk diğerinin boyunduruğu altında yaşamak istemez. Örnek, Polonya ve Ukrayna. Bundan kurtulamamış üç, dört halk vardır: Kürtler, Katalanlar ve İskoçlar/İrlandalılar. Bulgarlar Türklerden kurtulmuşlardır ama Ruslardan da kurtulmak, en azından onlardan kimi konularda bağımsız takılmak istemişlerdir. Bedava eğitim ve sağlık (onun da büyük şehirler dışında nasıl olduğu muamma) kimseyi kesmemiştir yani.
Kendilerini önce “özgürleştiren” Rusların sonra köleleştirdiklerini düşünüyorlar. Siyasi elitler ve orta sınıflar böyle düşünüyor, sıradan halk pek bir şey düşünmez.
Eleman anlatmaya başladı. Önce dev Stalinist binanın hikayesini anlattı. Tamamen gösteriş için yapıldığını (bütün büyük yapılar böyledir) ve halkn zorla inşaatta çalıştırıldığını söyledi. Binanın karşısında yer alan mitolojik heykelin yerine bir Lenin heykeli olduğunu söyledi ki o heykel de şu anda Sofya’da bulunan “Sosyalist Sanatlar Müzesi”nin bahçesinde. Dev binanın tepesinde yer alan kızıl yıldız da orada.
Üzerinden çok zaman geçtiği için ayrıntıları hatırlamıyorum. İstihbarat binasını göstermişti. Batılıların sanki istihbarat sadece komünistlerin işiymiş gibi göstermeleri tam bir iki yüzlülük örneğidir. Ben başbakan olsam ben de istihbarat ağı kurarım ve muhaliflerin (çaktırmadan) ağzına sıçarım. İşkence yapılan binayı gösterdi. Güler misin ağlar mısın…
Kendi ismiyle “devrim” sürecinde, 90’larda öldürülenler için yapılan anıtı gezdirdi bize. 90’lardaki “devrim” sürecinde öldürülenler de varmış bir yerlerde demek ki… Koskoca SSCB bir kurşun atılmadan yıkılmıştır. Neden? Çünkü fiiliyatta zaten yıkılmıştı. O anıtın oraya bir yere hemen bir şapel de dikmişler. Din her yerde din işte.
Dimitrov anısına yapılan bir binanın eskiden ünlü bir Bulgar şahsiyetin yeri olduğunu da söylemişti. O boş alanı gösteren görselde onu anlatıyor.
Başka? Sovyet mimarisine ait olan o binayı da gösterdi. Mimari ödülü alan bir binaymış o.Başka? Ha, mağaza! Bir mağazanın önüne götürdü bizi. Gizli bir mağazaymış ve orada nomenklatura üyelerinin ve gizli zenginlerin alışveriş yaptıklarını söyledi. Nereye geleceğim? Bugün sosyalizm propagandası yaparken “bedava eğitim, bedava sağlık” söyleminin artık geride bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Gerçi sosyalizmin imkansız olduğunu düşündüğüm için ne propagandası yapılırsa yapılsın bir şeyin fark etmeyeceğini düşünüyorum. İstendiği kadar inisiyatif, meclis kurulsun, istendiği kadar “yeni” bir dergi çıkartılsın bir şey değişmez. Ama şu “bedava eğitim, bedava sağlık” sloganı tuhaf kaçıyor. Ben bu konuda çok kitap okumuş biriyim ama o bedava eğitim ve sağlığın da büyük şehirler dışında kalan yerlerde ne kadar iyi sağlandığı da muammalı. Ayrıca diyoruz ya insana bunlar yetmiyor. İnsana en çok lazım olan şey mitoloji. Onu iyi veremezsen istersen hastaneye gittiği için üzerine para ver adama, yetmiyor. Ayrıca günümüze bakarsak sağlık ve eğitimde insanlar Afrika seviyesinde midirler? Herkes bu soruyu dürüstçe sorsun kendisine. Amerika’da sağlık paralı, eyvallah da kişi başı yıllık gelir 50 bin dolar. 120 bin dolara bahçeli villalar var Amerika’da. Orada insanlar sağlığa prim ödüyorlar da hayatları mı mahvoluyor? Kıpırdayamaz hale mi geliyorlar? Amerika’da, Avrupa’da, Kanada’da, Japonya’da ve Avustralya’da cillop gibi bir yaşam var. Rusya’da bile şartlar gayet iyi. Geride kalanlar da hep iyiye gidiyorlar. Afrika muammalı. Kimsenin de Afrika’da sosyalizm propagandası yaptığını zannetmiyorum. Yani parasız eğitim ve parasız sağlık vaadiyele insanları ölümüne bir mücadeleye çekemezsiniz. Bakın, CHP iktidar olsun Türkiye’de eğitim şaha kalkacaktır. Şu anda süper binalar imam hatip dayatması yüzünden verimsiz kullanılıyor. Bu olmasa devlet okullarında eğitim TR için gayet iyi olacaktır. Sağlık desen, insanların ölümüne mücadele etmeleri gerektirecek bir durumda değil. Bedava eğitim, sağlıktan ziyade sosyalistler “herkese bedava 10 bin gerçek takipçi” falan deseler daha yerinde olur zannımca.
Komünizm imkansız. İmkansız olduğunu düşündüğüm için uğraşmam ben. “Yaşadım” diyebilmek için de uğraşmam. Milyarlarca yıllık ömrü olan şu evrende, yaşamış ve ölmüş 120 milyar insandan biriyiz. Ortalama 67 yıl yaşıyoruz (ki o da kapitalist tıbbın başarısı, hatta faşist tıbbın -nazilerin deneyleri-) “yaşadım” desek de demesek de 100 yıl sonra kimsenin sikinde/amında olmayacak bu. Komünizm imkansız, üzgünüm bunun için. Peki önerim nedir? Tekrar söyleyeyim: Makul Orospu Çocukluğu… 50 yıl sonra şu yukarıda saydığım ülkeler gibi olunca her yer MOÇ tesis edilmiş olacak ve o da bu ipne insanlığa yeter de artar…
Geçmişte arkadaşlar arasında, SM’de, şurada burada kahve ve şarap ile ilgili “ilgisizlik” kokan söylemler geliştirdim ama 2756. kez değişiyorum ve diyorum ki şarap soğuk içeceklerin, kahve de sıcak içeceklerin şahıdır! Hiçbir soğuk içecek şarap kadar sürpriz vadedemez. Sonra bira gelir bu arada… Hiçbir sıcak içecek de kahve kadar cazibeli ve gizemli olamaz…
Kahveyi eskiden cahil kadınların Instagram’daki “Kürk Mantolu Madonna” paylaşımlarının yanında görürdüm hep. Genelde kişisel gelişim kitapları veya mutlaka ve mutlaka “sürükleyici” olmak zorunda olan romanları okuyan bu cahil kadınlar (az sayıda da primci erkek) neden KMM’ye ilgi gösterdiler ve neden o fotoğrafta illa ki bir kahve vardır? Bunları araştırmak lazım.
Neyse bizim işimiz değil. Biz kahveye dönelim. Aslında ben bir çaykoliğim! –Kolik ekiyle biten kelimelerin saçmalıklarından bahsetmiştim, neyse tekrar oraya girmeyelim. Çaykolikliği de son 10 senede oldum. Çayı şekersiz içmeye başlamakla birlikte gerçekleşti bu olay. Çaya şeker attığım bir 10 yıla denk gelen Sinop ve Bolu yıllarımda sadece 1 (yazıyla bir) büyük tüp tükettiğimi belirtmek isterim. Benim yaşımda olup da benden daha kötü beslenmiş birisi olabileceğini zannetmiyorum. O yıllar boyunca yemek yapmadığım gibi çay da demlemedim. Çünkü çayı sevmezdim. Sığır gibi yaşamış olmak itirafında bulunabilen bir insanım. Herkesi buna davet ediyorum. Evet, gerçeklerle yüzleşelim. Hepimiz aptalca hayatlar sürdük, sürüyoruz. Ama dışarıdan bakıldığında bizden parıltılısı yok! Çok iyi ve başarılı ve mutlu insanlarız! Büyük şeyler başaracağız, boyun eğmeyiz biz. Oysa gerçekte insan denen küçük, sefil, ahmak, üç kağıtçı ırkın bir üyesiyiz… Kral çıplak! Sığır gibi yaşadık/yaşıyoruz… Nereden geldik buraya? Ha, çay diyorduk. Çaydan şekeri çıkardım ve tadını almaya başladım. Bir demlik çayı rahatlıkla bitiriyorum tek başıma.
Kahve demek benim için granül kahve veya Türk kahvesi demekti. Türk kahvesinin tadını zaman zaman sevmeme rağmen o kadar hazırlıktan sonra iki, üç dakikada biten o şey beni kendisine bağlamadı hiçbir zaman. Granül kahve ise nasıl desem önüme gelse içeceğim bir şey oldu benim için hep.
Kahve dedik de hangi kahve? Filtre kahve… Bu yazımızın konusu filtre kahve. Diğer kahve türleri ile ilgili bilgi sahibi değilim.
Evet, bir filtre kahveci oldum. Önce French press ile başladım. Kısa sürede filtre kahve makinesine geçtim çünkü herkes öyle yapmak gerektiğini söyledi. Gerçekten de French press ile demlenen kahve ile makinede yapılanı arasında dağlar kadar fark var.
Filtre kahve makinesi muammalı bir konu. 150 lira ile 3000 lira arasında bir fiyat aralığına sahip. Bazı yorumlarda hepsinin yaptığı işin aynı olduğu ve dolayısıyla o kadar para vermenin gereksiz olduğu yazıyor. Filtre kahve benim için çok önemli olmaya başladığından dolayı böyle bir deneme yanılma yoluna gitmedim ve güvendiğim kaynaklardan gelen referansa sadık kaldım.
Bir arkadaşım bu işi iyice araştırdığını Electrolux marka bir modelin alınacak en iyi model olduğunu bana söylemişti. Üstelik kendisi de almıştı ve gayet memnun kalmıştı.
Mediamarkt’a gittim ve onunla birlikte birçok ürünü inceledim. Alacağım ürüne karar vermiştim. Electrolux E4CM1-6ST Create 4 alacaktım. Bu ürün termos sürahili. Aynı ürünün 4ST’si ise termos sürahili değil. 6’nınki çelik iken 4’ünki cam. Tercih sizin. Termos hiç işe yaramıyor. Zaten filtre kahve hemen tüketilmesi gereken bir şey. Aralarında 70 TL fark var.
Neyse 6ST’yi her yerde 1200 lira bandında gördüm. Bir sitede 720 TL bandında gördüm. Şu anda en ucuz 859 TL. Hemen aldım.
Estetik ve kibar bir ürün. Fazla yer kaplamıyor. Kullanması inanılmaz kolay. Malzemeleri koyuyorsunuz ve üç dakika sonra kahveniz hazır…
Son yıllarda yaptığım en iyi şeylerden biri kendime filtre kahve makinesi almak oldu. Bugün olsa yine alırdım. 700, 800 lira harcıyorsunuz ama çok keyif veren bir hobiniz daha oluyor.
Benim gibi araştırmayı seven (araştırma manyağı) bir insansanız, filtre kahve alanı size tatmin edici bir alan sunuyor.
Denenmeyi bekleyen onlarca, yüzlerce filtre kahve var! Hepsinin aroması farklı. Hepsinin sundukları farklı. Şarap gibi işte… Hemen denemeye giriştim. Filtre kahveler 250 gramlık paketlerde satılıyor genelde. Yani çekilmiş olanları… Bir de çekirdek halinde satılanları var ki henüz o alana el atamadım. En ucuzları 30 TL. Jacobs var mesela. Sıradan bir FK. 35 lira civarlarında Kurukahveci Mehmet Efendi’nin filtre kahveleri var. İçince ölmezsiniz. Filtre kahve pahalı bir şey. Bir fincanı 4 TL’ye falan geliyor. KME’ninkiler 2 TL’ye falan gelir. Evde bulundurulabilir. Ama onu saklamak için de bir saklama kabı lazım. Filtre kahve çabuk bozulan bir şey. Paket açıldıktan sonra bir, iki hafta içerisinde tüketilmesi gerekiyor. Yoksa aromaları kayboluyor. Aynı anda evde hem 70, 80 liralık bir paket hem de KME bulundurmak mantıklı değil. O yüzden bence geride bırakılmalı. Bu işin bu kadar peşine düşüyorsan iyi kahvenin peşine düşmen gerek.
Marketlerde 45, 50 lira bandında dolaşan Tchibo marka filtre kahveler var. Onların üçünü de aldım ve sadece Brazilian Mild’ı deneme fırsatı bulabildim. Gayet iyi. Üstelik bazen sitelerde 35 liraya indirme girdiği de oluyor. Diğer ikisini de sırayla deneyeceğim.
Starbucks’ta 80 liraya denk gelen filtre kahveler var. Orta sertlikte bir kahve aldım ben, adını hatırlamıyorum. En iyisi oydu şimdiye kadar içtiklerim içerisinde. Starbucks’ın tüm ürünlerin deneyeceğim. Önümüzdeki yıllarda zaten her şeyi deneyeceğim. Önüme çıkan böyle meşakkatli işlere bayılırım zaten. Ama kendi arzumla önüme dizilmiş olmalı. Ve bana keyif vermeli.
Bu arada Halil Selim’in “başkasına bakma, en iyi bu” dediği Petra Acme’yi de denedim. Elbette çok iyi ama Tchibo ayarında buldum ben. Fiyatı 69 TL. Şimdilik denediklerim bunlar. Sanırım birkaç sene sonra kendi TOP 10’umu yapabilirim.
Bu arada dediğim gibi filtre kahve çabuk bozulan bir şey. Kokusu iyi gelmesine rağmen içtiğiniz zaman o bayatlığı anlarsınız. Kokusu genelde çok iyi geliyor zaten. Bunun için bir saklama kabı aldım. 150 TL bandında bu saklama kapları. Hava almıyor. Kahvenin buzdolabında saklanması olayına da bakacağım.
Artık iş sizin ne tür bir kahve aradığınıza karar vermeye kalıyor. Yüksek gövdeli ve sert bir kahve mi? İçince sarsılmak mı istiyorsunuz? Yoksa daha yumuşak ve “tatlı” aromalar mı tercih ediyorsunuz? Bu arada çayı şekerle içenler filtre kahveden uzak dursunlar. Filtre kahve sarsıcı bir şeydir. Yani uyarıcı. Hafif acı gelebilir. Yani pek bilgi sahibi değilim de şeker atılmış bir filtre kahve özel efektli bir porno filme benzer herhalde…
Bir de kahveyi çekirdek olarak alıp değirmende çekmek var. O zaman daha taze oluyor. O konuya da elimdeki kahveler bitince eğileceğim. Öğütücüye sahip filtre kahve makineleri de var ama hem çok büyükler hem de fiyatları 2500, 3000’i buluyor.
Böyle…
Bu konuya eğilin. Yeniliklere açık olun. Alışkanlık veya bilgi veya inanç diye sorgusuz sualsiz kabul ettiğiniz şeylerin kolpa olma ihtimalini akılda bulundurun sürekli. Değişirseniz de şerefinizle değişin. Instagram’da bu konuyla ilgili çok faydalı hesaplar var. Ne demiştik Instagram gibi aynı anda hem faydalı hem de gereksiz olabilen bir şey azdır. CHP gibi tıpkı.
*Efes Pilsen basketbol takımının adı Anadolu Efes olarak değiştirilmezdi.
*Ayasofya cami olmazdı.
*Ege kasabalarında Rock çadır festivalleri, Çorum gibi illerde seks ürünleri festivalleri, İstanbul Cihangir’de LGBT filmleri festivalleri, Sultanbeyli’de rap festivalleri falan düzenlenirdi.
*İmam hatip okulları minimuma inerdi, belki de kapanırlardı.
*Kapalı toplum yapısı Ak Parti’nin savaşmasına rağmen çöktüğü için (Instagram’da mor kuşaklı ve kıvırtan türbanlı gelinler var), 20 yıllık bir CHP iktidarı bu süreci hızlandırırdı. Kapalı toplum yapısı Orta Anadolu’nun 5000 kişilik nahiyelerine sıkışırdı.
*Rant, hırsızlık, rüşvetçilik anlamında ne yaşanmışsa aynen yaşanırdı!
*Tek adamcılık, muhaliflere baskı, yandaş medya oluşturma, oralardan çiğ gaz sıkma, SM trölleri istihdam etme anlamında ne yaşanmışsa aynen yaşanırdı.
*Doğaya karşı duyarsızlık, yerlere çöp dökme, doğal güzellikleri ranta kurban etme anlamında ne yaşanmışsa aynen yaşanırdı.
*Tarım, hayvancılık, gıda tedariki anlamında ne yaşanmışsa aynen yaşanırdı.
*Ege köylerine yerleşmek isteyen pembe götlü, zengin liberallerin sayısında azalma olurdu.
*Anne ev baklavaları %99, anne börekleri %77 oranında fiyaskoyla sonuçlanmaya devam ederdi ama onlar üzerindeki aşırı övgü kaybolmazdı.
*Kürt sorununda ne yaşanmışsa aynen yaşanırdı. Hatta belki Atatürkçüler, Kürtlere dincilerden daha fazla hakaret ederlerdi.
*Sosyalist “hareket” iyice yok olurdu. Dört ayda bir inisiyatif, meclis, cephe, hareket, kolektiftik, politiklik, girişimlik, yazarlarının bile okumadığı dergi kuracak mecalleri de kalmazdı. Öfke biriktiren bir sağcı iktidar yoksa, sosyalist “hareketin” temel dayanağı olan Aleviler iyice salacaklarından, bu hareket 50’li yıllardaki kalibresine dönerdi.
*”Türkiye’de kültür sanat alanı solun elindedir.” denir. O soldan kasıt sosyalist sol değil neredeyse tamamen Atatürkçüler ve liberallerdir. CHP iktidarında bu kesimler çok maddi destek bulurlardı ve bu sayede kültür sanat alanında çok daha fazla iyi iş çıkarırlardı.
*Futbolda ne yaşanmışsa aynen yaşanmaya devam ederdi.
*Mafyalaşma anlamında ne yaşanmışsa aynen devam ederdi.
*Lümpenlik %10 falan daha az olurdu.
*Göçmen politikası da aşağı yukarı benzer olurdu. Suriye’ye müdahalede ana motivasyon dincilik değil milliyetçilik olurdu. Bu, belki TR’deki Suriyeli sayısını bir, iki milyon düşürürdü. Bolu belediye başkanından gördüğümüz üzere böyle konularda bir CHP’li ile bir MHP’li arasındaki mesafe, Halil Selim’i birisiyle tanıştırdığında, onun ona yakın davranması ihtimali kadardır. Avrupa Birliği’nden para tırtıklama ve onları iç etme konusunda aynı şeyler yaşanırdı.
*Kanal İstanbul gündeme gelirdi ve dinciler (kalmışlarsa) ona ölümüne karşı çıkarken CHP’liler salağa yatardı.
“’Seninle birlikte olmaktan yorulan insanlara hak veriyorum’ dedi albay. ‘Hepsi beni başından attı albayım.’”
Yaklaşık iki sene önce “Tutunamayanlar Roman Eleştirisi: Hayat Güzel Midir?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında o yazıdaki bütün “tutunamayanlar” kelimelerini “tehlikeli oyunlar” kelimeleriyle değiştirip yazıyı tekrar yayınlasam da olurdu. Ben yine de bunu yapmayayım ve Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” romanı için yeni bir yazı yazayım…
Gerçekten de iki roman arasında bir ruh ikizliğinden söz etmek abes değil. Nuri Bilge’nin olmamış “Kasaba” filmini tekrar “Mayıs Sıkıntısı” olarak çekmesi gibi veya Zeki Demirkubuz’un içine sinmeyen “Masumiyet”i “Kader” olarak yeniden çekmesi gibi Oğuz Atay da sanki “Tutunamayanlar”ı tekrar “Tehlike Oyunlar” adıyla yazmış. Elbette burada sinemadan verdiğim örneklerdeki gibi bir olmamışlık duygusu hakim değildir. “Tutunamayanlar” Türk edebiyatının %40’ı gibi bir şeydir! Ama tutunamayanın durumu o kadar baskındır ki Oğuz Atay’ın dünyasında, tahminimce bir roman daha yazmak için kendisine engel olamamıştır.
TUTUNAMAYAN KİMDİR?
Madem iki romanının da kahramanı birer tutunamayan, o zaman tutunamayanın kim olduğuna bakalım. Üniversiteyi bitirmiş, KPSS’ye girmiş, memur olmuş, askerliğini yapmış, evlenmiş, üremiş, ev kredisi çekmiş (hepsini yaptım), sosyal, mutlu, disiplinli, normal gözüken (?) biri değildir tutunamayan… Toplumsal ve “insansal” ön kabullerle arası iyi olmayandır. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanındaki bir kelimeden gelir. Bir köylü için “…o da öküzüne tutunuyor…” gibi bir cümledeki kelimeden gelmiştir. Yani herkesin tutunduğu bir şey vardır şu biiip biiip hayatında. Mayıs Sıkıntısı’ndaki yaşlı adamın 50 yıl emek verdiği ama pratikte hayatında önemli bir fark yaratmayan koru onun tutunduğu şeydir. Kimisi için edebiyattır bu, kimisi için çocukları… Kimisi için futbol, kimisi için rakı, kimisi için Instagram story’leri, kimisi için de insanın devrim yapıp özgürlüğü getireceği düşüncesidir. Yani herkesin inandığı/tutunduğu bir şey vardır şu biip biip hayatında. İşte tutunamayan için o şey yoktur. Daha önce o şey olduğu düşünülen şeyler artık anlamını yitirmiştir. İşte bu yüzden bu iki kitaptaki tutunamayanlar intihar ederler. Selim Işık ve Hikmet Benol artık tutunacak bir şey bulamadıkları için intihar ederler. Turgut Özben ise tıpkı “Yeni Hayat” romanındaki Osman gibi intihar etmez de kendisini yollara vurur. Amaçsızca, sürekli seyahat eder. Bir gün tutunamayan olursam ben de intihar etmezdim de bunu yapardım sanırım. Ama ben gezdiğim yerlerin, tattığım yiyeceklerin ve içeceklerin tanıtımını yapardım Instagram’da. Oh mis! Mis gibi tutunamayanlık!
OĞUZ ATAY NASIL OKUNMALIDIR?
Oğuz Atay okumak çok zordur. Başta teknik olarak zordur. Üst kurmacanın da üstü vardır onun romanlarında. Lineer hikaye anlatımı adında en ufak bir kırıntı bulunmaz. Bu yüzdendir ki klasik hikaye anlatım geleneğine aşina olan okurlar onu okuyamazlar. “Tutunamayanlar”ı yarım bırakan insanların Ekşi Sözlük’te açmış olduğu bir başlıkta 630 tane yazı vardır. Herhalde o kitabı yarım bırakanların sayısı, okuyup hakkını verenlerin sayısından fazladır. Bence Atay okumayı asıl zorlaştıran şey teknik değil içerik veya yaklaşımdır. Bu yazara yönelecek kişinin hayatla, toplumla, tarihle, kurumlarla, sosyalleşmekle, sevdikleri insanlarla, normal ve anormal tanımlarıyla ilgili düşüncelerini olgunlaştırmış olması gerekmektedir. Bunların genel geçer algıdaki durumlarını mutlaka sorgulamış olması gerekir. 20’li yaşlardaki bir insan çok yüksek ihtimalle sığır gibi düşünen ve yaşayan bir insan olacağı için onlardan beklenmez bir kere bu… 20’nin üstündekiler için de durum pek umut vadedici değildir yalnız, onu da belirtelim. İnsanın çevresindeki “normal” algısıyla bir kavgaya girmesi pek beklenen ve o kişiye güzel şeyler vadeden bir şey değildir çünkü. Tutunamayan olmak hiç de konforlu bir şey değildir. İntihar etmese bile çevresiyle uyumsuz olmak bir insan için büyük bir gerilim kaynağıdır. Boşlukta durma hissi de psikoloji için hiç iyi değildir. O yüzdendir ki bu kitabı okuyup, ruhunu kavrayan ama hala ne bileyim kurban kesen, Hıdırellez’e inanan, burçların konuşulduğu bir ortama girip orada sosyalleşmekten keyif alan, İYİ Partili arkadaşıyla kampa giden, kahvehanede futbol maçı izleyen “akıllı” insanlar görülebilir.
OĞUZ ATAY YAŞASAYDI…
Bence Nobel’e yürürdü. 43 yaşında beyin tümöründen ölen yazarımız, 30 yaşında başladığı yazarlık serüvenine 10 yılda üç roman ve bir öykü kitabı sığdırmıştır. “Bir Bilim Adamının Romanı”nı okumadım ama okuyan arkadaşlarım diğer ikisi gibi olmadığını söylüyor. Yani tarz olarak. Ama diğer ikisi Türk edebiyatında hala aşılmamış iki kitap. 30 sene daha yaşasaydı bu ilginç beyin, tahminen 7 veya 8 tane daha olağanüstü roman yazacaktı. Nobel almanın şartı çıkıntı olmak, oraya buraya çomak sokmaksa Oğuz Atay bunun alasını yapardı, o zaman da alırdı! 80 yaşında bir Oğuz Atay yaşıyor olsaydı herkes yazdığı romana biraz daha dikkat ederdi diye düşünüyorum.
ROMAN TEKNİĞİ
Biraz tekrar olacak ama post-modern teknikle yazılmış bir romandır. Bu tekniğe başvuran çok roman vardır. Hatta mesela “Araba Sevdası” gibi “Türk edebiyatının ilk realist eseri” unvanına sahip olan bir romanda bile ilkel bir bilinç akışı tekniği vardır. Post- modernist düşünce yapısının etkisinde yazılmış roman ise çok fazla yoktur. Türkiye’de olur olmaz her yerde itibarsızlaştırılan bu düşünce yapısına karşı çıkanlar; insanın neden yüce bir varlık olduğunu ve neden yüce şeyler başarma potansiyeline sahip olduğunu daha inandırıcı bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Bugüne kadar Marx dahil hiç kimse bence bunu yeterince inandırıcı bir şekilde ortaya koyamadı. Acaba böyle bir şey var değil de yok olabilir mi… Sadece soruyorum ve mesajlarınız bekliyorum.
ATIŞ SERBEST!
Oğuz Atay tıpkı “Tutunamayanlar”da yaptığı gibi bu romanda da birçok (her) kişi, kurum ve kuruluşu hedef tahtasına oturtuyor. Lars Von Trier için “sinema teröristi” denir, Oğuz Atay da bir edebiyat teröristidir. Bombayı ortaya koyuyor, pimi çekiyor ve gidiyor. Taktik yok bam, bam, bam! “Eleştirdiği” kişi, kurum ve kuruluşları not etmeye çalıştım. Listeye bakalım: Osmanlı elitizmi, Türkiye modernleşme hareketi, Milli edebiyat, eleştirmenler, zenginlik, fakirlik, orta sınıflık, köylülük, olmamış şehirlilik, sıkıcı Doğu mistisizmi, bir türlü olunmayacak olan Batıcılık, dostluk, sosyalleşmek, akrabalık, aile, flört, evlilik ve kadınlar. Kadınlarla ilgili yazdıklarını burada ele almaya cesaretim yok! Kendiniz okuyun… Kadınlarla erkeklerin flört etmek ve üremek dışında ortak hiçbir şey yapamayacaklarına inanıyorum, pardon yanlış yazdım, Oğuz Atay buna inanıyor. Okuyun ve görün.
TEHLİKELİ OYUNLAR NELERDİR?
Romana adını veren tehlikeli oyunlardan bahsetmek gerekiyor biraz. Bu romanla ilgili şunlar oldu, sonra bunlar oldu, sonra da bunlar oldu şeklinde değerlendirmeler yapmamız zor çünkü bu roman esas olarak bir hikaye anlatmak için yazılmış bir roman değildir. Bir durumu göstermek için yazılmış bir romandır. O durum da genel olarak insan ve yaşamdır diyebiliriz. Tehlikeli oyunlardan kasıt insanın yaşam içerisinde “mutlu ve normal” taklidi yaptığı anlardır. Yazar bunları tehlikeli olarak görür. Bu yanlıştan derhal dönülmesi gerektiğini savunur. Etrafımızda bulunan ve normal kabul edilen her şeyin bir sorgulamaya tabi tutulması gerektiğini savunur. Okuyucuya bunu anlatmak ister. Bunu içgüdüsel olarak sezmiş olan Hikmet Benol –tıpkı Selim Işık gibi- meşhur Umut Sarıkaya karikatüründeki gibi “kendisinde bir y**lık” olduğunu sezmiş ve bunun üzerine gitmek istemiştir. Gecekondu’ya taşınarak Albay’ı yanına almıştır. Bir şekilde onlara takılan ve oldukça sıradan bir karakter olan Dul Kadın Nurhayat ile birlikte kafasındaki bu tuhaflığı çözmeye çalışır. Bunun için piyesler, skeçler, tehlike oyunlar yazar Albay ile birlikte. Yani bu tehlike oyunlar esasında yaşam içerisinde yapılan “mutluluk ve normallik” taklidiyle eşitlenir. Yazmaya çalıştığı oyunların aslında yaşam içerisindeki bu yapaylıklar olduğunu keşfeder ve intihar eder! Ona kimse katlanamaz, o da kimseye katlanamaz.
SON SÖZ
Oğuz Atay “Tutunamayanlar” romanında ön sözlerle fena dalga geçer. Buna rağmen o romanının çeşitli baskılarına dört, beş tane ön söz yazılmıştır. Bu kitabın da ön sözü vardır. Hatta yazan kişi, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı bitirdikten sonra ilk okuttuğu insan olan, arkadaşı Cevat Çapan’dır. Bir güzel Spoiler’ı da verir ön sözde. Yazar ön söz istemiyorsa son söz de istemiyor demektir. Bu durumda ben de soz söz yazmıyorum…
Mesleğim İngilizce öğretmenliği olmakla beraber, bu sitenin İngilizce öğretmenliğiyle alakası yoktur. 2008 yılından beri blog yazarlığı yapıyorum. İlk başlarda sadece sinema yazıyordum. Sonra daha çok siyaset yazmaya başladım. İki, üç senedir ise (şu anda 2016'nın sonundayız) "her şeyi" yazıyorum. Sitenin üstündeki görselin altında yer alan sekmeler benim ilgi alanlarım ve bu alanlarda yazılar yazıyorum. Eski yazılarım, yeni yazılarım hepsi bu sitede olacak artık. Keyifli okumalar dilerim...
Baran Doğan
Sinek İkilisi Ne Demek?
Sinek ikilisi, briçteki en değersiz kağıttır. "Sinek ikilisi muamelesi yapmak" gibi bir deyime malzeme olmuştur. Birisini önemsememek anlamındadır. Kendimle dalga geçmeyi sevdiğim için bu ismi tercih ettim.