*Bozkırın ortasındaki köyüne, fotoğrafta görülen apartmandan bir tane inşa eder, mutfağını da yine fotoğraftaki gibi yapar.
*Mart 4 gibi köye gider, kasım 14 gibi döner. Oradaki küçücük dünyaların dedikoduları içerisinde serotonin bombardımanına maruz kalır.
*Hayatta en çok ilgilendiği şeyler; yakın akrabalarının hangi malı satın aldıkları ve bu akrabaların çocuklarından kimin kimle evlendiği olmaya devam eder.
*Büyük ikramiyenin hepsine “daire” alır ve kiracıların bin bir derdiyle uğraşır.
*Çamaşır makinesini 2003’te, bulaşık makinesini de henüz 2012’de kabullendiği için temizlik robotu, dyson, kurutma makinesi, kahve makinesi, mikrodalga fırın, mutfak robotu gibi şeylerden almaz.
*Hizmetçi mi? Hahahahahahahaha
*Çocukları zorla hizmetçi tutsalar bile, onun sildiklerini kimseye çaktırmadan kendisi bir daha siler. İçi rahat etmezmiş.
*Her yaz salçasını, tarhanasını, turşusunu, tatsız peynirini, sıkıcı zeytinini yapmaya devam eder. Avrupa’ya peynir turu düzenlemez. Bezelye, barbunya depolamaya devam eder.
*Rio Karnavalı’na katılmaz.
*Las Vegas’a gitmez.
*Koskoca makineli halı yıkama firmalarının halıyı “iyi yıkayamadıkları” gerekçesiyle halılarını kendisi yıkamaya devam eder.
*Bildiği 12 yemeğin üstüne başka yemekler öğrenmek için kurslara katılmaz, özel hoca tutmaz. Çok özel misafirlere dana kavurma, normal misafirlere de yağda, sossuz ve marinasyonsuz bütün tavuk kızartmaya devam eder.
*O anda evde bulunan ve yeşil olan her şeyin ziyan olmaması gerekçesiyle doğranıp yağlanmasına “salata” demeye devam eder.
*Tüplü televizyonunu neden atsın ki? Yazık. Hala çalışıyor. Gerçi ekranın üstünde bazen bir çizgi beliriyor ama yarım saat sonra gidiyor.
*İstanbul, Sancaktepe, Yenidoğan’da aile apartmanı satın almasına rağmen oğullarının kendisiyle oturmamasına çok bozulur. Kızlarına henüz bir şey vermemiştir. İleride ikisine de Sultanbeyli’de birer 2+1 almayı düşünmektedir yalnız.
*Kocasının istediği Doblo marka araba için eniştesinin galerici arkadaşından yardım isteyecektir. 2015 model, 120 binde temiz bir Doblo vardır hali hazırda. Biraz far temizliği istemektedir araç. Başka bir sorunu yoktur.
*Ayaklarındaki kaşınma için İlhan Varank Devlet Hastanesi, ek binasında bir randevu almıştır. Onu beklemektedir. Özel hastaneler para tuzağıdır ona göre.
*Mutfağının geniş olması iyi olmuştur. Atmaya kıyamadığı Dost yoğurt kaplarını eski mutfağında koyacak yer bulamıyordu ve onları mutfak balkonuna tabandan tavana istifliyordu. Şimdi iki dolabı Dost yoğurt kaplarına ayırıyor.
*Elbette 1978 model dikiş makinesini atmayacaktır. Yazık. İş görüyor ne de olsa.
*Geçenlerde köyde bir cenaze olunca aynen eskiden yaptığı gibi Öz Aksaray Birlik firmasıyla Aksaray’a seyahat etti. Neyse ki bu firma ilçeye de uğruyordu. İlçedeki köy garajında köyün minibüsünü fazla beklemek zorunda kalmadı çünkü o gün ilçenin pazar günüydü. Özel uçak veya taksi tutmak aklına gelmedi.
*Bir börek ustasını işe alabilecekken, hala; böreği bir türlü tutturamamasına rağmen yapmaya devam ediyor ve zorla yiyen herkese “Nasıl olmuş?” diye sormaya devam ediyor.
*Böreği iki, üç yılda bir tutturmasına rağmen baklavayı ilk ve son kez 1984’te tutturdu ancak hala her bayramda baklava yapma inadında ısrar ediyor. Sayısal’da büyük ikramiyeyi kazanmış olması bu durum üzerinde hiçbir değişiklik yapmaz.
*Kopenhag’daki seks fuarına katılmaz.
*Dişi ağrıdığında rakı içmeye devam eder. Dişçiler çok para istiyormuş. Yarım saat iş yapıyorlarmış, 500 “milyon” istiyorlarmış.
“Seni Maltepe Parkı’na götüreyim,” dedi “yürüyüş yaparız.” Beni evden alıp parka götürecekti sonra da eve bırakacaktı. Yürüyüş yapmayı, özellikle de Maltepe Parkı’nda yürüyüş yapmayı çok sevdiğim için kabul ettim. Daha önce böyle bir park görmemiştim çünkü. Deniz kenarında, düz, gerekli tesislerin hepsine sahip ve son zamanlarda ağaçların büyümesiyle de göz kamaştırıcı bir hal alan bir parktı. Üstelik modern Avrupa şehirlerindeki parklarda olduğu gibi isteyen içki de içebiliyordu. Aklıma, Halkın Mühendisleri İnisiyatifi’nin bu park açılırken yaptığı açıklama geldi. Bu İnisiyatif, Maltepe Parkı’nın bir kent suçu olduğunu tüm basına açıklamıştı. Açıklamayı değil Fox TV, Halk TV bile yayınlamamıştı. Sadece Youtube üzerinden ara ara videolar yayınlayan Derman TV yayınlamıştı açıklamayı. Üstelik de İnisiyatif’in ismini yanlış yazarak. Halkın Mühendisleri İnisiyatifi yerine Halkın İnşaat Mühendisleri İnisiyatifi yazmışlardı ekrana. Ayrıca inisiyatif kelimesini de “insiyatif” şeklinde yazmışlardı.
Yarım saat sonra telefonum çaldı. Ancak 2000’li yıllardaki gibi “Seni düşünüyorum” anlamına gelen, bir seferlik çalma gibi bir çalmaydı. Diğer adıyla çağrı atmak olan şey gerçekleşmişti. O anda benim de cevap olarak çağrı atıp atmamam gerektiğini belirleyemedim. Hazırdım ve hemen çıkacaktım, dolayısıyla benim de “Seni düşünüyorum” çağrısından atmama gerek olmadığını düşündüm.
Tam apartmandan çıkarken arkadaşım bir daha aradı. Bu sefer tek seferlik çalma değildi. Açtım. “Apartmanın önündeyim” dedi. “Tamam, geliyorum ben de. Aramanı duymuştum zaten” dedim. “Ha! Duymadın zannettim” dedi. Hem 2000’li yılların çağrısından atmıştı hem de o hareketine güvenmeyip tekrar aramıştı. Tutarsız davranmıştı arkadaşım ama zaten genelde tutarsız biriydi. Bir önceki hafta sitede tuttuğu evde bunu iyice gözlemlemiştim. Daha önce evliydi ve evi hep eski karısı sayesinde düzenliydi. Kadınların evle erkeklerden daha çok ilgilendiklerini düşünürdüm. Erkeklerin demokrat olmaya çalışıp ev işleriyle uğraşmak isteseler bile kadınlardan direnç yediklerini çok kez gözlemlemiştim. Tanıştığımızdan beri onu tek başına ilk defa o sitedeki evinde görmüştüm ve o kaotik ortamda yaşamını sürdürebilen bir insanın tutarlı olamayacağı yargısına hemen ulaşmıştım.
“Neler düşünüyorum ben” diyerek arabaya doğru hareketlendim. Arkadaşımı tüm tutarsızlığı ve dağınıklığıyla seviyordum. Ben de bir tutarlılık abidesi değildim. Dağınık değildim yalnız. Sehpanın üzerinde olmaması gereken bir objeyi fark etmişsem derhal onu ait olduğu yere götürürdüm. O evde her yerde, olmaması gereken objeler vardı. Arabayı görünce aklıma o ev ve pejmürde hali geldi.
Arabayı görmüştüm. Sonradan öğreneceğim üzere 1999 model bir Hyundai Accent idi. Mevcut rengine bakınca orijinal renginin kırmızı olduğunu düşündüm önce. Mavi de olup olamayacağını çok kısa bir süreliğine aklımdan geçirmedim değil. Arabanın kaputu üzerinde boyayla neredeyse bütünleşmiş olan kuş dışkısı dikkatimi çekti önce. Bunlardan iki, üç tane vardı kaputun üzerinde. Kuş dışkılarında bulunan bir maddenin araba boyalarına zarar verdiklerini, hatta onları söktüklerini okumuştum bir yerlerde. Sanki bu dışkılar boyayı söküp boyanın altındaki zeminle bütünlemiş gibiydiler.
Arkadaşım arabanın içinde duruyordu. Telefonuyla ilgileniyordu. Geldiğimi görmedi. Kapıyı açarak içeri girmek istedim. Kapı açılmadı. Kapıyı açmaya çalışınca arkadaşım geldiğimi fark etti ve arabayı durdurdu. Ne yapacağını merak ederek kendisini izlemeye başladım ki arabanın anahtarını yerinden çıkartıp uzaktan kumandayla kapıyı açtı. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. O halde kapıyı açtım ve içeri girdim. Kapının ancak o şekilde açıldığını söyledi önce ve sonra tokalaştık.
Yüzeysel bir hal hatır sorma diyalogu yaşadık. Bu diyaloglar bana hep yüzeysel gelirdi. Bir sorun olduğu ve o buluşma o sorunu konuşmak üzere kesildiği zaman hal hatır sorma diyalogları alabildiğine samimi oluyordu. O anlarda kimse hal hatır sorma diyalogunu uzatmayıp direkt konuya giriyordu. Sorunların konuşulmayacağı diyaloglarda hal hatır sormalar yasaklansa işime gelirdi. Öyle bir dünyada yaşamadığımız için o diyaloga girdik ve arkadaşım Maltepe Parkı’na doğru arabayı hareket ettirdi.
Arabanın içinde dikkatimi ilk çeken şey vites kolunun başı oldu. Orada her zaman görmeye alışık olduğumuz o yuvarlak nesne yoktu. Onun yerine arkadaşım bir tuvalet kâğıdı rulosunu oraya iliştirmiş ve etrafını koli bandıyla sarmalamıştı. Arkadaşımın elinin terinden olsa gerek adını o anda koyamadığım o şey de epeyce bir yıpranmış görünüyordu. Vites kolunun hemen önünde bir boş alan vardı. Orası çeşitli kâğıtlarla ve nesnelerle doluydu. İlerleyen dakikalarda o kâğıtların ne olduklarına bakabilecek fırsatı bulabilecektim. Ufak detaylarla ilgileniyordum çünkü! Hatta bu, bir ilgiden ziyade bir rahatsızlık gibiydi. Kâğıtların içerisinde neler yoktu ki! 2018 yılına ait bir benzinci faturası vardı örneğin. En eskisi o olduğu için dikkatimi çekmişti, zira oldukça fazla benzinci faturası vardı. Tuborg marka biranın şişesinin üzerinde yer alan etiketler vardı sonra… Çok soğuk olan bira şişesinin üzerinden büyük bir keyifle, tek hamlede çıkartılmış ve oraya bırakılmış olmalıydılar. Üzerinde kafiyeyle yazılmış ve gelmiş geçmiş en kötü şiirin olduğu bir sakız kabı vardı sonra… Dondurma çubuğunun üzerindeki çikolata kalıntıları ben onu elime alır almaz döküldüler. Arkasına tükenmez kalemle bir şeyler çizilmiş bir kartvizit elime geçti sonra. Eskiden kartvizitlerin arkalarına birtakım cümleler yazılıp sahte imzayla kartvizitin sahibine birtakım hukuki yaptırımlar yapılabiliyordu. Bir terslik vardı bu işte! Bu olay 90’lı yıllarda görülen şeylerdendi. Yani o kartvizit en az 20 yıldır ve hatta neredeyse araba alındığından beri orada olmalıydı. Ruj silinmiş bir peçete, spor bahis kuponları, “Sofi’nin Dünyası” reklamlı kitap ayracı, kaskatı kesilmiş bir sakız, dolma kalem ucu, arkadaşımın düğün davetiyesi… O bölgede bulunan en enteresan şey bir adet torpildi. Evet, çocukluğumuzda patlattığımız torpillerden. Onu çakmakla yakıp arabanın arka koltuğuna atarak bir eşek şakası yapmayı düşündüm ama sonra torpilin arabayı havaya uçurabileceğini aklıma getirerek bu fikirden vazgeçtim.
Gözlerimi arabanın içinde gezdirmeye devam ettim. Bu esnada arabanın dışında yani camın üstünde, tam da benim önümde sileceğin olması gereken yerde değil de camın ortasında öylece durduğunu fark ettim. Arkadaşıma o durumun ne olduğunu sormadım çünkü bazı bazı durumların ne olduklarını soracak olsaydım yürüyüşü yapamayacaktık. Oto teyp dikkatimi çekti. Bunlardan görmeyeli yıllar oluyordu. Bir kaset vardı üzerinde. Çekip baktım ve Bulutsuzluk Özlemi’nin 2001 tarihli “Best Of” kaseti olduğunu gördüm. Bu grup her beş senede bir “Best Of” albümü yayınlıyordu ve bildik üç, dört parçayı o albüme okuyordu. Kaseti ittim ve “Hiçbir kere hayat bayram olmadı” diye başlayan şarkı sözlerini işittim. Hiçbir kelimesindeki R harfini telaffuz etmeye kalkışınca parçayı söylemenin zorlaştığını o anda fark ettim. Bu parçada, Karadeniz türkülerindeki ses yutmalarına benzer bir olay olduğunu ilk kez görüyordum.
Direksiyon simidi üzerinde piton derisi bir kılıf vardı ve yer yer yırtılmıştı. Piton derisinden direksiyon kılıfı yapmak fikrinin ilk kez kimin, nerede, hangi durumda aklına gelmiş olduğunu düşündüm kısa bir süreliğine. Sonra gözlemlerime devam ettim. Kapıların üstlerinde bulunan saklama alanlarında boş su şişeleri olduğundan emindim. Gözlerimi oraya çevirdim ve buruşturulmuş çok sayıda su şişesinin orada olduğunu gördüm. Muhtemelen alan kazanmak amacıyla yapılmıştı buruşturma işi. Cips kapağı, dondurma kâğıdı, yaz aylarında olmamıza rağmen kurumuş mandalina kabuğu da seçilebiliyordu yığın içerisinde. Çok derinlerde bir nesne dikkatimi çekti. Kısa bir anlığına onun bir kadın pedi olduğunu düşünmedim değil! Diğer nesneleri yerlerinden ederek onun tam olarak ne olduğuna bakmaya üşendim.
Bu esnada arkadan belli belirsiz sesler geldiğini duydum. “Bu ses ne” diye sorduğumda oğlanın hamstırının arka koltukta olduğunu söyledi. Oğlana hemstır almak konusunda söz verdiğini ama o annesine gidince evde onun bulunmasından hoşlanmadığı için hemstırı arabada tuttuğunu söyledi. Hemstır evde bulunmaktan hoşnut olur muydu acaba. Hamsterın arkada olduğunu söylerken acaba kafesinin içinde olduğunu mu kastediyordu? Bunu düşünerek yola bakıyordum ki birden bir ambülans sesi duydum. Ses klasik bir ambülans sesinden ziyade popüler şarkılara atılan remix ritimleriyle çalan bir ambülans sesiydi. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Etrafıma bakındım. Ses çok yakından geliyordu. Arkadaşım “Hay bin kunduz” dedi ve arabayı kenara çekti. Arabadan çıkmamı rica etti, ben de arabadan çıktım. Sesin alarm olduğunu o anda anladım. Arkadaşım uzaktan kumandayla arabanın kapısını kapatmaya çalışıyordu ama bir türlü kapı kapanmıyordu. Bu bozuk alarm yüzünden çok defa şikâyet edildiğini ama gittiği ustaların alarmı sökmeyi başarmadıklarını anlattı. Alarmı nasıl oluyor da sökemediler diye düşündüm. Arkadaşım tek bir çare olduğunu söyledi. Krikoyla arabayı yukarı kaldırınca alarmın susacağını söyledi. İşe giriştik. Arabayı kaldırdık ve alarm sustu. Etrafta bizi videoya çeken insanlar vardı. Yolculuğumuz kaldığı yerden devam etti.
İçeri girdiğimizde ortamın çok sıcak olduğunu gördüm. “Ne oldu böyle” diye sorduğumda arabayı durdurunca motor sıcaklığının olduğu gibi içeriye verildiğini söyledi bana. Bu soruna da bir türlü çözüm bulamadığını anlattı. Maltepe’ye varmak üzereydik. Çok ilginç bir deneyim oluyordu benim için bu yolculuk.
Nihayet Maltepe Parkı’na vardık. Arabayı otoparka çekmek üzere otopark gişesine doğru yanaştık. Birden bir bomba atılmış gibi bir ses geldi. Epeyce ürkmüştüm. Korku dolu bakışlarla arkadaşıma baktım ve “Yine ne oldu” diye sordum. El frenini erkeklere özgü bir şekilde sertçe çekti ve “Hiçbi’ şey” dedi. İndi.
Kendisini altı aydır görmüyordum. Bu süre içerisinde boşanmıştı. Bir insana ancak maddi yardımda bulunabileceğine inanırdım. Kimse kimseye manevi yardımda bulunamazdı. Veya bir insan önemli bir seçim yapacaksa diğeri ona doğru seçeneği seçme konusunda yardımcı olabilirdi. Başına kötü bir şey gelmiş bir insana teselli verme işini hiç beceremediğim ve de param da olmadığı için kendisini arayıp kendisiyle yapay diyaloglara girmemiştim. Yeterince param olsaydı, tanıdığım ve başlarına bir şey gelmiş insanları aramak yerine hesaplarına direkt para yatırırdım. Teselli veriyor gibi görünmekten daha büyük bir sahtekârlık az bulunurdu bana göre. İki taraf da söylenilenlerin yalan olduğunu bildiği halde bu oyunu neden devam ettirirlerdi ki… Zaten o da bu konularda bana yakın düşünüyordu ki onu aramayıp, sormadığım için bana tepki göstermemişti. Bir gün görüşmek de istedi. Görüşmemiz eski rutininden sapmamış bir görüşmeydi. “Siteden ev tuttum,” demişti “bana gel de maç izleyip kafa dağıtalım.”
İsmini verdiği sitenin önündeydim birkaç gün sonra. Dış kapıya ulaşmıştım. Güvenlik kulübesi gibi bir şey bekliyordum ki kapalı bir kapı buldum önümde. Kapının yanında, apartmandaki evlerin zillerini çalmaya yarayan o elektronik cihazdan vardı ancak çalışmıyor gibiydi. Ekranı kapalıydı. Hafifçe kapıyı itmek geldi aklıma. İttim ve kapının açıldığını gördüm. İçeriye doğru girdim. Duvarla çevrilmiş dar bir alandı burası. Sağ tarafımda içine ancak bir plastik sandalyenin sığacağı kadar büyük olan bir kulübe vardı. İçinde de bir plastik sandalye vardı zaten. Kol dayama yeri kırık olan bir plastik sandalye…
Sol tarafta bir çardak vardı. Bir kadın yıkadığı yatak yünlerini çardağın üzerine seriyordu. Alt taraflarına hiçbir şey girmemiş iki oğlan çocuğu da kadının etrafında ağlayarak dolanıyorlardı. Kadın önce “Allah belanızı versin!” dedi ve sonra da sırayla ikisine birer tokat atıp çocukları yere serdi. Ağlamalar rahatsız edici olmaktan çıkıp dayanılmaz boyutuna erişti.
Sağımda ve solumda ne olduğunu gördükten sonra önümde ne olduğuna bakmak istedim. Kafamı kaldırdım ve sekiz katlı apartmanı gördüm. Sevgili dostumun site dediği yaşam alanı; ön avlusu duvarla çevrilmiş, güvenliği ve otoparkı olmayan yüksekçe bir apartmandı.
Kapıya doğru yaklaştım. Eski alışkanlıktan olsa gerek apartmanın üstünde apartmanın adını belirten bir tabela vardı. “Kardeşler Apt. No: 32” yazıyordu tabelanın üstünde. Hemen tabelanın yanında belediyenin yeni numaralandırma sistemi sonucunda verilmiş olan yeni numarası vardı apartmanın. Lacivert ve beyaz olan bu tabelada 18 yazıyordu. Kapının sağ tarafında ise kırmızı ve beyaz renklerde yazılmış olan 12 numarasını gördüm. Kapıyı iterek içeri girdim.
2 numaralı daireye doğru ilerlerken korkunç bir gürültü duydum. Apartmanın dış kapısı büyük bir gürültüyle kapanmıştı. Kapının pistonlu olduğunu farz ettiğim için kapıyı bırakıp ilerlemiştim ancak pistonun bozuk olmasından dolayı kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Bu esnada arkadaşımın kapıyı açmış ve bana bakıyor olduğunu gördüm.
Dış kapının sesini duyduğunu, o yüzden evin kapısını açtığını söyledi. İçeri girdim. İçeride cam açılmadan kurutulmuş çamaşır kokusu vardı. Ayakkabılarımı çıkardım ve plastik ayakkabılığın üstüne bıraktım. Ayakkabılarımı bırakmanın şiddetiyle, plastik ayakkabılık düşecek gibi oldu. Kenarlarındaki derin alanlarda artık toprak niteliği kazanmış tozlar da biraz havalandı bu yüzden. Arkadaşım salona geçmişti bu esnada. Birbirimizin evlerine gidince klasik diyaloglara girmezdik. Öpüşmezdik de, el sıkışırdık. İkimiz de erkeklerle öpüşmekten nefret ederdik. Bir salgın hastalık çıksa da öpüşme ritüeli unutulsa diye içimizden geçirirdik. Eve gelen kişi mutfakta ve banyoda ihtiyaç duyduğu her işi kendisi yapardı.
Ben de öyle yaptım. Önce elimdeki biraları dolaba koymak istedim. Mutfağı buldum. Bir banyo camı kadar büyüklükte olan bir penceresi vardı. Tezgâh denilebilecek yer, yıkanmış bulaşıkları koymaya yarayan o plastik şeyle neredeyse dolmuş gibiydi. Bulaşıklar yıkanmış değildi. Lavabonun içinde bir teflon tava vardı. Üzerinde kurumaya yüz tutmuş sucuklu yumurta görülüyordu. Tavanın üzerinde iki, üç tane de izmarit ve bolca sigara külü vardı. Hayatımda hiç görmediğim kadar büyük olan bir cam bardak da dibindeki kolayla beraber lavabonun içindeydi. Beklemekten sertleştiği net bir şekilde belli olan iki, üç dilim tava ekmeği de lavabonun içindeydi. Tezgâhın diğer tarafında ise içinde hala biraz salçalı makarna olan bir teflon tencere vardı. Markası Gülay idi. Gülay’ın Ü’sü solmuştu ama o anda içimden onun Gülay’dan başka bir şey olup olmadığını hesap etmek gelmedi.
Tek kapılı buzdolabını açtım. İçinde bir beyaz tabağa kalıp olarak konmuş ve bölge bölge tırtıklanmış olduğu belli olan beyaz peyniri gördüm önce. Üzerine streç film geçirilmemişti. Yanındaki zeytin ezmesinin kutusunun üzerinde Berk yazıyordu. Zeytin ezmesinin yanında plastik bir kabın içerisindeki Ülker Çokokrem görülüyordu. Kâğıtla üzeri tam kapatılmadığı için çokokremin üzerindeki ekmek kırıntılarını görebildim. Ayrıca tam ortasında salatalık turşusuna benzeyen bir iz vardı. Muhtemelen arkadaşım oraya bir parmak atıp, parmağındaki çokokremi yalamıştı.
Biralarımı arkadaşımın Kırmızı Tuborg’larının yanına koydum. Pencere kapalı olduğu için mutfağı biraz havalandırmak istedim. Buzdolabının kapısı açık olduğunda mutfakta hareket edecek yer kalmıyordu. Buzdolabının kapısını kapattım ve ilerledim. Pencereyi açarken toz dolu metal sineklik yere düştü ve ortalık toz dumanı oldu. Orayı öylece bıraktım ve ellerimi yıkamak üzere banyoya gittim.
Banyo kapısının tutacağı paslandığı için hareket etmiyordu. Kapıyı iterek içeri girdim. Banyodan biraz daha geniş bir alandı. Dikkatimi ilk çeken şey İhlas su ısıtıcısı olmuştu. Onlardan hala var olduğunu bilmiyordum. Doğalgaz kullanılan bir şehirde hala İhlas su ısıtıcısını görmek beni şaşırttı. Samsun’da yaşıyorken çok boğuşmuştum onunla. Kış günleri bir numaralı kademeyle banyo yapamazdın. Üç numaralı kademe kışın bile yanıklara sebep olabilirdi. Ayrıca üçüncü kademeyi açtığında elektriğin her an suya karışıp seni kömüre çevireceğini sanırdın. İki numaralı kademe ise bir dakika süreyle istikrarlı bir şekilde çalışmazdı. Düğmenin ikide olduğunu görürdün ama su sık sık bir ve üç numara performansı verirdi. Yoksa doğalgazı yok muydu evin? Bunu arkadaşıma sormaya cesaretim yoktu. Belki eski kiracı tembel biri olduğu için yıllarca onu oradan sökmemişti. Kafamda deli sorularla lavaboya doğru yöneldim.
Aslında yöneldim derken bir hareketi kastetmiyorum, yönümü lavaboya doğru çevirdim demek istiyorum çünkü banyo da tıpkı mutfak gibi pek hareket edilecek kadar büyük bir yer değildi. Yerden yükselen pembemsi lavabonun üstünde yeşil mutfak süngerlerinden biri vardı. Üzerinde de bir sabun. Lavabonun diğer tarafında bir naylon kap içerisinde diğer üç sabun vardı. Naylonun üzerinde su damlaları vardı. Duvara çakılmış ve paslanmış olduğu görülen bir çivinin üzerinde havlu vardı. Kalıp sabunları en son 2003 yılında yaptığım Samsun Ankara seyahatinde otobüsümün lastiği patladığı için durmak zorunda kaldığımız yol üstü lastikçisinin tuvaletinde görmüştüm.
Ellerimi suyla yıkadım. Havlu epeyce ıslaktı. Kâğıt havlu da yoktu. Böyle zamanlarda hep yaptığım gibi ellerimi ceplerimin içinde kuruladım. İçeri geçtim.
Kapıdan girdiğimde sol tarafta, arkadaşımın plastik bir masanın üstündeki epeyce tozlu laptopta bir şeylerle uğraştığını gördüm. İşinin biraz sonra biteceğini söyledi. O esnada etrafı inceledim. Hemen sol ayağımın yanında, yerde Skil marka bir matkap vardı. Skil’in İngilizce beceri anlamına gelen “skill” kelimesi olup olmadığını merak ettim. Plastik masanın önünde iki tane plastik oturak vardı. Biri krem renginde diğeri de gri renkteydi. Masaya uzanan üçlü fiş salonu ortadan ikiye ayırıyor gibiydi. Masanın üstünde tütün ve tütün sarma aparatı vardı. Kül tablası taşmak üzereydi, hatta taşmıştı. Bilgisayarın yanında Püsür adlı popüler edebiyat dergisi vardı. Üç tane de kitap vardı masanın üzerinde. Bunlardan biri “İnanmak Başarmanın Yarısıdır” adlı bir kişisel gelişim kitabıydı. Diğeri Lermantov’dan “Zamanımızın Bir Kahramanı” idi. Sonuncu kitap da 30, 40 sayfalık bir şiir kitabıydı. Şairin adı görülüyordu sadece. Soyadının üzerini Lermantov’un kitabı kapatmıştı. Şairin adı Ali Asker idi. Şiir kitabının adında yalnızca “Gezi’den Kerb…” ifadesi görülüyordu.
Gözlerimi sağa doğru kaydırdım. Tavandan tabana inen iki adet pencere vardı. Üzerinde beyaz bir güneşlik ve tül perde vardı. Pencere açıktı. Birden dışarıda iki, üç oğlan çocuğunu inanılmaz küfürler ederek futbol oynamaya başladılar. Topa da yarın yokmuş gibi vuruyorlardı. Pencerenin önünde kumaşları katlanmış gibi duran bir L koltuk vardı. MDF’nin bittiği yer belli oluyordu. Hatta kenarları yırtıp çıkmıştı MDF. MDF’nin üstünde en fazla beş santimlik bir minder vardı. Koltuğun tam ortasında, sırt dayanılan yerdeki yay sanki belli oluyor gibiydi. Koltuğun yanında bir karton kutu vardı. Sehpa olarak kullanıldığı anlaşılıyordu karton kutunun. Üzerindeki tuvalet kâğıdı hemen dikkatimi çekti. Tuvalet kâğıdının yanında yarısına kadar çay dolu olan bir su bardağı vardı. Su bardağının hemen yanında da bardak poşet çay vardı. Karton kutunun üstüne öylece bırakılmıştı. Bırakıldığı yerin ıslak olmamasından yakın zamanda bırakılmamış olduğunu anladım. Koltuğun üstünde Papağan marka çekirdek de dikkatimi çekti. Yanındaki plastik su sürahisinin içi çekirdek kabuklarıyla doluydu.
Sağa doğru dönmeye devam ettim. Koltuğun tam karşısında bir okul sırası gördüm. Üzerine televizyon konmuştu. Arkadaşım okuldan getirdiği sırayı televizyon sehpası olarak kullanıyordu. Neyse ki sıra masa değil de oturaktı. Sıranın masa olan bölümü olsaydı televizyon yukarıda kalacaktı. Oturak kısmının üstüne televizyonu koyduğu için baş hizasında televizyonu izleyebilecektik. Televizyon YEG marka bir televizyondu. Üzerinde DİVX ve DVDRİP yazıyordu. Sol üst köşesinde sürekli yeşil bir nokta yanıp duruyordu. Messenger’dan mesaj gelmiş, kapalı telefon ekranlarına benziyordu o haliyle. Sıranın yanında bir sandalye vardı. Sandalyenin üzerinde uydu alıcısı vardı. Uydu alıcısının ön tarafındaki kapak bantla tutturulmuştu. Alıcının üstünde de boş bir Kırmızı Tuborg kutusu vardı.
Salonu incelemem bitmişti. Küfür eden oğlan çocukları da gitmişlerdi. Arkadaşım laptopta bir düğmeyi zorluyordu. Koltuğa oturup arkadaşımı beklemeye niyetlendim. Oturup sırtımı koltuğa dayadığımda yay sırtımı rahatsız etti. Azıcık kenara kaydım. Karton kutudan sehpayı önüme aldım. Arkadaşım da işini bitirmişti. Mutfaktan biraları almaya gitti. Bu esnada ben de televizyonu açıp Süper Kupa finalini verecek olan kanalı aramaya başladım. Arkadaşım geldi ve sohbet etmeye başladık. Teselliye ihtiyacı yok gibi duruyordu. Zaten öyle olsaydı ben de ona teselli veremezdim. Para da veremezdim.
Bugün yine hayatımda yaşadığım en güzel günlerden birini yazacağım…
28 Mayıs 2011’de İstanbul’a gitmeden önce, Bolu’daki son günlerimi yaşıyordum. Öğretmendim orada. Birkaç hafta sonra İstanbul’a tayinim çıkacaktı. Çocukluğumdan beri yaşamak istediğim şehre geç de olsa kavuşacaktım. Bugüne kadar yaşa(ma)dığım ve pişman olduğum, onu yaşa(ma)dığım için oturup ağladığım 12 bin şeyden biri de öğretmenliğe başlarken direkt İstanbul’dan başlamamaktır.
Hala Bolu’daydım. İnsanı homofobik yapacak, Bolu çiftetellisi adlı dünyanın en kötü halk oyununa maruz kalıyordum.
Aslında o gün Bolu’da değildim. Türkiye’de de değildim. Romanya’nın başkenti Bükreş’teydim.
Bolu’dayken hayattaki en sevdiğim faaliyete başlamıştım. Yani yurt dışına çıkmaya… Bunların hepsini beleşe gerçekleştirmiştim. Avrupa Birliği projeleri “ayağına”, okullardaki İngilizce bilen eleman kontenjanından beş kere beleşe yurt dışına çıktım. Çok güzeldi.
O günü unutulmaz kılan şey de Bükreş’te olmamdı. Bir diğer faktör de bugün (29 Mayıs 2021) olduğu gibi Şampiyonlar Ligi finalinin oynanacak olmasıydı. Geleceğiz o meseleye.
Bolu Fen Lisesi’nde bir seneliğine görevlendirme olarak derslere girdim. TR’nin en zeki insanlarından olan bu öğrencilerle çalışmak çok keyifliydi benim için. Mallardan bıkmıştım. O okulun devam eden bir AB “Projesi” vardı. Ben de o projenin yazışmalarını, final raporu yazım süreçlerini falan yürütüyordum. Tabii bu projelerin ziyaretleri vardı. Onlardan birine ben de katılacaktım. Oraya gidecektik de faydalı olan o projenin rutin faaliyetlerini gerçekleştirecektik de bla bla bla! Amaç beleşten gezmek. Biz de onu yapacaktık. Masrafları AB karşılıyordu, anlamayanlar için açıklamış olayım.
Bizim projenin ortağı Romanya’nın sikko bir kasabasında yer alan bir okuldu. Birkaç gün o okulda sıkıcı faaliyetlerde bulunduk. Birinci çoğul şahıs kullanıyorum, biz kimdik? Ben, müdür, müdürün karısı (ne işi varsa, neyse bana ne ya), başka bir öğretmen ve üç adet de veli. Bu grupla gitmiştik Romanya’ya. Tabii bunların hiçbiri İngilizce bilmediği için ben onların annesi, babası gibiydim. Su bile isterken beni devreye sokuyorlardı. Ayrıca yabancılara karşı kırılmaz ön yargılara sahip oldukları için çok zorlanıyordum. Neyse mağdur falan değildim, beleşten bir ülke daha görüyordum. Keşke her zaman böyle projelerde çalışsam.
Sikko kasabada işlerimiz bitince, birkaç gün de gerçek bir Avrupa şehri olan Bükreş’te vakit geçirelim demiştik. Bükreş’e geldik.
İnanılmaz bir şey oldu. Bükreş’te Avrupa’nın en büyük AVM’si varmış. Ekip oraya gitmek istedi. Mecburen onları oraya götürecektim. Dacia taksiye atladık. Hala öyle midir bilmiyorum ama o zamanlar Romanya para birimi çok değersizdi. Her yere taksiyle gidiyorduk ve neredeyse bütün taksiler Dacia idi. Zulüm başlamıştı. Akşama kadar orada onların alışverişlerine yardım ettim. Ki AVM gezmekten tek kelimeyle nefret ederim.
Bükreş’te gezilecek, görülecek yerler olmalıydı. Vardı da. Araştırmamı yapmıştım.
Bükreş’teki ikinci günümüz oradaki son günümüzdü. Ekip yine AVM’ye gitmek istedi. Bu sefer resti çektim. Onlarla gelmeyeceğimi çünkü şehir turu yapmak istediğimi söyledim. Otelin adını bir kağıda yazıp ellerine verdim. Taksileri çevirdim. Öndeki taksinin şoförüne “to the shopping centre” dedim. Gelirken de taksiye kağıdı göstermelerinin yeterli olacağını kendilerine söyledim.
Sonra ben de bir taksi çevirdim ve “to the Çavuşesku’s palace/Çavuşesku’nun sarayına çek kaptan” dedim. Adam şaşırdı. Her Avrupa ülkesinde olduğu gibi halkın İngilizce seviyesi bizimkine tur bindirecek seviyedeydi. Tabii bunun bazı teknik ve politik sebepleri var. Neyse. Taksici orasının Çavuşesku’nun sarayı değil de parlamento binası olduğunu söyledi. Sonra da kadın teklif etti elbette. Romanya’dayken bakkalından çakkalına, berberinden otel garsonuna herkes size kadın teklif ediyordu. Hatta yolda yürürken bile birisi gelip kadın isteyip istemediğimi sormuştu.
İlk iş olarak binayı gezecektim. Görseldeki bina dünyadaki en büyük binalardan biridir. O zamanlar ikinci solculuk dönemime yeni yeni başlıyordum. Henüz bir sene olmamıştı ikinci solculuk dönemim için. İlki lisedeyken oldukça zayıf belirip, kaybolan bir solculuk dönemiydi. İkinci dönem daha uzun sürecekti. Çavuşesku ve Romanya’daki sosyalizm deneyimi ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum.
Muazzama bir yapıydı. Rehber her şeyi anlatmıştı. Binanın sanıldığının aksine Çavuşesku’nun sarayı değil bütün devlet kurumlarının toplandığı bir yapı olduğunu söylemişti. Rejim değişikliğinden sonra bu projenin kısmen rafa kaldırıldığını ve binanın müze olarak kullanıldığını söyledi. Aşırı şatafat vardı. Dolmabahçe Sarayı’ndaki şatafatlı odalardan binlerce vardı. Yine de binayı gezmek güzel bir deneyimdi. Sonra oradan çıktım ve taksiye “city center” dedim. Şehir merkezinde indikten sonra ortalığı yürüyerek gezdim. Etkileyici bir meydanı vardı. O meydanda Çavuşesku halka son konuşmasını yapmıştı. Sokaklarda yalnız başıma, insanlıktan çıkarcasına yürüyordum. İşte yapmak istediğim şey buydu. Parklara gittim. Sokaklarda dolaştım. Binalara baktım. Çok güzel bir gün oluyordu.
Televizyon yayını olan güzel bir mekan bulmalıydım. Buldum da mekanı. Geniş bir mekandı. Bir pizzacıydı aslında. Akşama Şampiyonlar Ligi finali vardı. Bir masa ayırdım kendime. Sonra tekrar sokaklara attım kendimi.
Yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Akşam oldu.
Mekana girip, geniş bir tv’nin karşısındaki masama oturdum. Yanımdakilerle aramda mesafe vardı. Önce bir bira söyledim kendime. Sonra da bir pizza. Pizza tepsi kadardı. Çok güzeldi.
Maç başladı.
O günü güzel kılan en önemli şey o maçtı. Çünkü bana büyük bir armağan verdi o maç.
Maç Manchester United ve Barcelona arasındaydı. Daha önceden de Barcelona ve Messi maçlarını izlerdim. Evimde iki sene öncesine kadar televizyon olmadığı için sadece önemli maçları kahvede, arkadaşlarımın evinde izlerdim. Messi’nin o tarihten itibaren bana en güzel anları yaşatacak olan insan olduğunu bilmiyordum.
O sene Messi inanılmazdı. Finale gelene kadar inanılmaz maçlar çıkarmıştı. O final performansı da gelmiş geçmiş en iyi bireysel final performansı seçilmişti. Karşısındaki insan azmanı oyuncularla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Galibiyeti getiren golü de atmıştı. O zaman müthiş sevinmiştim.
O maçtan sonra Messi neredeyse o tv platformuna üye olmayı ve bütün resmi maçlarını izlemeye karar verdim. Yaptım da. Hala yapıyorum. Ronaldo’nun da bütün maçlarını izledim. Hala izliyorum. Messi’nin benzersiz ve tekrar edilemez olduğuna inanıyorum. Elbette bu kesin değil. Ondan daha iyi birisi gelebilir elbette ama ben ölene kadar gelmezse buna hiç şaşırmam. 10 yılıma müthiş bir güzellik kattı. Onu maçlarda izlemek, o akıl almaz işleri yaptığını görmek büyük bir keyif benim için. Ve bu macera esasında o gün başladı. Aslında Messi’yi izlemek için tv başına geçtiğim ilk maç 2008 Aralık ayındaki el clasico’dur ama bu sadık birliktelik 28 Mayıs 2011’de Bükreş’te başladı.
Guardiola’yı da çok severim. Bolu Fen Lisesi’ndeki futbol tutkunu öğrenciler beni kendisine benzetirlerdi. Kendisini karizmatik bulduğum için bu benzetmeden dolayı hep mutlu olmuşumdur. Ve bugün o da 10 sene sonra tekrar finalde. Bunu çok bekledi. Çok mutluyum onun adına. Futbola verdiğim emekten dolayı kendisinden bir isteğim var: Messi’yi bir kere daha ŞL finalinde gol atarken görmek. Liverpool maçının nasıl kaybedildiğini hala anlayamıyorum. Bu yüzden çok hüzünlüyüm. Umarım kalan üç, dört senede bu duyguyu yaşarım tekrar.
Ertesi gün Bolu’ya döndük. Yurt dışı tatili bitip gerçeklik başlamıştı. Nereden nereye… Yani oradan buraya. Buna çok da şaşmamak lazım. Herkes bir şekilde yaşıyor işte… Buna yaşamak denirse. Denir. Bu yaşamaktır. Beğenmiyorsan iade edemezsin.
Telefonumun kayıtlarına göre 2019 Şubat’ında, Atina’da karımla 30 bin adım atmışız. Bu adım sayısı resmi olarak elimdeki en yüksek adım sayısıdır ama tahinimce hayatımda, bir günde en fazla adımı 15 Ağustos 2017’de attım.
Yürümek benim için çok keyifli bir şeydir. Şu anda her gün üç saat yürüyorum. Hayatımda bir an bile yorulduğumu hatırlamam. Bunun içi doktora gitmeyi düşünüyorum ama o gün sanki biraz yorulduğumu hissetmiştim. Gerçi bunun sebebi uykusuz olmamdı ama yine de yorulmuştum. Bakalım o günün hikayesine…
O gün Barcelona’da başlamıştı, Paris’te bitmişti.
2017 yılı gezmek anlamında hayatımdaki en iyi yıldı. O sene Yunanistan, Katar, Güney Kore, Japonya, İspanya ve Fransa’ya gitmiştim. Baş döndürücü bir seneydi benim için.
Ağustos ayındaki İspanya-Fransa gezimi Mart ayında falan planlamıştım. Biletler ucuza gelmişti o yüzden.
İstanbul’dan uçakla Madrid’e uçmuştum. Havaalanından direkt Santiago Bernebau durağına gitmiştim metroyla. Madrid’e ayak bastığım ilk gün, çantamı kalacağım eve bırakmadan direkt Bernabeu’ya gitmiştim. Şu anda yıkıldı o stat ve yerine yenisi yapılıyor ama o stat benim futbol seyirciliğim boyunca benim için çok heyecanlı maçlara ev sahipliği yapmıştı. Statı gezerken o maçları tekrar yaşadım. Madrid’de birkaç gün kaldıktan sonra otobüsle Barcelona’ya geçtim. Gezdiğim şehirler içerisinde en beğendiğim Barcelona olmuştu. Hala da öyledir. Muhteşem bir şehir. Orada da birkaç gün kaldıktan sonra gezimin son ayağı olan Paris’e gidecektim…
Uçak biletlerini alırken Barcelona ile Paris uçak bileti fiyatına hızlı tren bileti de olduğunu görmüştüm. Kırsalı izleye izleye Paris’e gitmek daha çekici gelmişti, o yüzden Paris’e trenle gitmeyi tercih etmiştim.
Bir sorun vardı. Trenim 7.00’de hareket edecekti. O saatte gara otobüs yoktu. Saat başı bir otobüsün geldiği yazıyordu ama gelmemesi riskini almak istemedim ve garda sabahlamaya karar verdim. Gündüz gara gidip nasıl bir yer olduğuna baktım. Evet banklar vardı. Gar kapalı olsa bile çevresi aydınlık, açık bir alandı; orada sabahlayabilirdim.
Gece son otobüsle gara gittim. Saat 23.45 falandı. Marketten su ve kuru gıda almıştım. Hava güzeldi. 01.00 gibi falan gar kapandı. Benim gibi beş altı kişi daha vardı. Hepimiz garın önündeki açık ve boş alana çıktık. Herkes yere çöktü. Uzun geceye hazırdı herkes. Kimse kimseyle muhatap olmak niyetinde değildi ki bayılırım insanlarla muhatap olmamaya…
Bir evdeki yatak harici yerlerde uyuyamadığımı çok iyi bildiğim için her şeye hazırdım. Birkaç şişe bira almalıydım veya bir şişe şarap ama İspanya’da sokakta içki içmek yasak olduğu için yapmadım.
Sonra bir tane tuhaf bir tip geldi. Saçma sapan bir şekilde alanda yürüdü durdu. Sonra bir sigara küllüğüne tekme attı ve gitti. Ortalık sigara külü oldu. Uyuşturucu almış gibiydi. Oradaki beş, altı kişi tedirgin olduk. Çok kızdım. Bir daha gelip de saçma bir hareket yapacak gibiydi. Bu sefer sanki kişilere bulaşacaktı. Her şeye hazırlandım psikolojik olarak. Geldi ama yine saçma sapan yürüyüşler yapıp gitti. Bir ara çantamı orada bırakıp sokak aralarında tur attım. Çantamda dört beş tane tişört, iç çamaşırı ve çoraptan başka bir şey yoktu. Bu geziye çıkarken yandan bol cepli iki tane şort aldığım için her şeyi orada saklıyordum. Çalınırsa çalınsındı. Garda internet de olmadığı için canım çok sıkılıyordu. Dolaştım ama hala sabah olmasına saatler vardı.
Neyse bir şekilde sabahı ettim ve trene bindim. Hayatımda beş, altı kere hiç uyumadığım oldu. Bunlar da biri hariç hep yolculuk yüzündendi. O bir seferde de Siyaset Meydanı’nda türküler programı yüzünden uyumamıştım. Uykusuzluğa hiç dayanamam ve uyumadığım bir gecenin ertesi gününde 19.30’da giderim.
Trenle manzara seyrede seyrede gittim Paris’e. Fransa tarımda çok iyidir. Bu yüzden mutfakları da çok iyidir. Türklerinki gibi sossuz, marinasyonsuz dana kavurma (eskiden koyun kavurma) en iyi yemekleri değildir. Çok güzel manzaralar eşliğinde Lyon Garı’na vardım. İsmi bu muydu?
Davar gibi seyahat etmeyi hiç sevmem. Ayaklarımın beni ulaştıracağı sürprizlerin heyecanıyla yanıp tutuşmam. Bu yaklaşım araştırma tembellerinin bahanesidir. Hayatımda ilk defa ve belki de son defa Madrid’e, Paris’e gidecektim, davar gibi sokaklarda gezemezdim, o dört günde görülmesi gereken her yeri görmeliydim. Bu yüzden gitmeden önce yaptığım araştırmalarla üç şehri de henüz gitmeden avcumun içi gibi biliyordum. Bu sefer çantamı kalacağım yere bırakmak istedim çünkü Paris’te fazladan bir günüm vardı. Çantamı bir banliyödeki hostele bıraktım. Banliyö ama buraların Bostancı’sı gibi temiz, bakımlı ve düzenli bir yerdi. İstikamet Eyfel Kulesi olmalıydı. Çünkü gezilecek yerler oradaydı.
Kendi kendime oynadığım bir oyun var. Önemli bir mimari yapının önüne gelince, ona hemen bakmam. Önünde olduğumu anladığımda yavaş yavaş kafamı kaldırırım. Adeta heyecanlı bir film sahnesi izliyor gibi hissederim kendimi. Eyfel’e gitmek için hareketlendim ve indiğim durağın Hitler’in meşhur pozunu verdiği yer olduğunu biliyordum. Yavaş yavaş kafamı kaldırdım. Manzara muhteşemdi. Zamanında bir mimari fuar için inşa edilen ve geçici olduğu düşünülen Eyfel Kulesi karşımdaydı. Kule geri sökülmemişti. Birçok Parislinin tepkisini çeken yapı 100 küsur yıldır oradaydı.
Büyük yürüyüşüm başlamıştı. O günkü büyük yürüyüşümle Mao’ya tur bindirmiş olmalıydım. Veya Seydi Ali Reis’e… O yürüyüşü, büyük yürüyüş yapan şey Eyfel tırmanışı olmalıydı. Eyfel’e çıkmak istedim. Asansör ile çıkmanın 50 Euro ama yürüyerek çıkmanın 20 Euro olduğunu gördüm. Yürüyerek 2/3’lük bir kısmına çıkmana izin veriyorlardı ama olsun yine de sonuç tatmin edici olacaktı. Müthiş bir sıra vardı. Ağustos sıcağında Eyfel’e yürüyerek tırmandım. Bu arada sıcaklar beni hiç rahatsız etmez. Sinir bozucu oluyorum biliyorum ama naapim öyle. Benden güçlü çok insan gördüm ama benden daha dayanıklı bir insan görmedim bugüne kadar.
İnternetten yaptığım araştırmayla Eyfel2in ikinci katına çıkmak için 674 basamak çıkmak gerekiyormuş. Afyon Kalesi için de 701 basamak çıkmak gerekiyormuş. Yani yaklaşık olarak bir Afyon Kalesi kadarmış. 40 dakika falan sürüyormuş. 40 dakikada çıktım. Manzara muhteşemdi. İnternetim olmadığı için oradan gitmem gereken yönü tayin ettim. Zaten biliyordum. İnmek elbette daha kolaydı. İstikamet Concorde Meydanı.
Meydana doğru hareketlenirken bir şeyler içmek istedim. Elbette bira içecektim. Yurt dışında ağırlıklı olarak bira içerim çünkü. Bir markete girdim. O da nesi? Kendisi için “Sanat Sanat İçindir” başlıklı bir yazı yazdığım Chimay Blue 1.20 Euro idi. Yani 12 lira. Şu anda Metro Grossmarket’lerde bu bira 35 lira falan. Bir tane aldım ve içerek yürümeye başladım. Bir tane de konserve tarzı bir şey alıp, bir parkta yedim. Sonra bir yerden bir bira daha aldım. O zamanlar TR’de olmayan bir Fransız buğday birası olan Blanc’tan aldım. Buğday birasından ziyade portakal aromalı bir lager gibi olan o birayı sevmiştim. Çok ucuzdu. Bir Euro’nun altındaydı. Sonra o da TR’ye geldi ve anasının nikahına satılmaya başladı.
Concorde Meydanı’na doğru gidiyordum. Etrafımı inceliyordum. Birkaç gün sonra ihtişamdan kusacak duruma gelecektim. Paris gerçekten ihtişam demekti. Her yerde sanatsal bir yapı vardı. Sıradan apartmanlar bile sanat şaheseri gibi görünüyorlardı. Bağdat Caddesi’ne benzeyen canım banliyöme gitmek istiyordum artık.
Concorde Meydanı’na ulaştım. TR’deki en büyük meydanlarından biri olan Sivas Meydanı’nı bile üçe katlayacak kadar büyüktü. Ortada Napolyon’un Mısır seferinden getirttiği obeliks sütunu vardı. Adamların emperyalisti bile vizyonlu. Napolyon Mısır’a giderken bir de arkeolog ekip almıştır yanına. Concorde Meydanı’nı baştan sonra yürüdüm ki bu iş bayağı uzun sürdü. Sonra arkalarda bir yerlerde olan Madeline Kilisesi’ne gittim. Atina Parthenon’un mimari yapısına çok benziyordu. İçine girmesi de beleşti. İçine girip gezdim. Sonra Şanz Elize’ye gittim.
Dünyadaki en ünlü cadde olan Şanz Elize Concorde Meydanı’na açılıyordu. Epey uzunca bir cadde. Yürümeye başladım. Bir kafenin önünde kafede şifresiz wifi olduğunu gördüm. İnternete girdim ve telefonuma mesaj yağdığını gördüm. Bir gün önce IŞİD Barcelona’nın en ünlü caddesi olan La Rambla’da bir katliam yapmıştı ve 30 kişi ölmüştü. Kamyoneti caddeye sürmüştü bir IŞİD militanı. Ailem ve dostlarım Barcelona’da olduğumu biliyorlardı. Bir gün önce o caddedeydim. Her zamanki gibi oradaki dilim pizzacıma gitmişim. Barcelona’da yemek çok pahalıydı. Orada keşfettiğim dilim pizzacıda 2 Euro’ya satılan dilim pizzalar çok iyiydi. İki tanesi beni akşama kadar tok tutuyordu. IŞİD militan bir gün önce bu eylemi gerçekleştirseydi bok yoluna gidebilirdim. Beni merak edenleri rahatlattım ve interneti kapatmak zorunda kaldım.
Şanz Elize caddesinin sonu meşhur Zafer Takı’na çıkıyor. İnternette havadan fotosunu görmüşsünüzdür. Düzenli şehir planlaması diye. Marx’ın Fransa Üçlemesi’nde barikat savaşlarında daha iyi hareket edebilmek için askerlerin caddeleri genişlettikleri yazar. Yani olay oydu. Caddeyi gerisin geri döndüm. Dönerken Petite Palace’yi gördüm. Onun kapısı kadar etkileyici bir kapı görmedim hayatımda.
Concorde Meydanı’na geri vardım. Jardin Bahçeleri başlıyordu orada. Jardin Bahçeleri’ne girdim ve yürümeye başladım. Bu bahçe Luvr Müzesi’ne çıkıyordu. Oraya kadar gittim. Geri döndüm. Concorde Meydanı’nın bu sefer sağ taraflarına doğru yollandım.
Artık iyice geç olmaya başlamıştı. Hayatımda ilk defa yorulduğumu hissettim bir ara.
Banliyöme doğru yollanmalıydım. Yaklaşık 45 dakikalık bir metro yolculuğuyla hostelime vardım.
Hostelim fena değildi. Barcelona’daki hostelim leş ötesiydi. Paris’teki iyiydi. Duşları tuvaleti temizdi. Ayrıca ben engelli duşunu kullandım ki orası tertemizdi. Direkt görevli bana orayı işaret etmişti. Muhtemelen Cezayir, Fas asıllı biriydi. Duşu alıp iyice temizlendikten sonra karnımı doyurmak istedim. Büyükçe bir market vardı yakınlarda. Barcelona’da ana caddede kaldığım için büyükçe market bulamıyordum ve küçük bakkallardan dandik ürünler alıyordum.
Marketten iki Chimay, bir dondurulmuş pizza, yeteri kadar su, karton bardak ve kahvaltılık malzeme aldım.
O aralar 38 yaşında olan ben için hosteller biraz tuhaf kaçıyordu. 19, 20 yaş grubu insanlar kalıyorlardı hostellerde. Ama kimsenin kimseyi umursadığı yoktu. Kafeteryada güzel bir masaya geçtim. Chimay’in red olanını içtim önce. Sonra blue olanın açtım ve mikrodalgada ısıttığım pizzayla götürdüm blue’yu.
Ertesi gün koca bir hindi buduyla yapacaktım bu işi. Büyük market sağ olsundu.
İşte böyle.
Hayatımda yorulduğumu hissettiğim tek gündü. Chimayler alkol oranı olarak yüksektir. Kafam da güzeldi. O hosteldeki yataklarda fermuarla kapatılan bir kumaş parçası sayesinde ışığa maruz kalmıyordunuz. Kumaşı çektim ve uyudum. Kafa da güzeldi. Gerçi o uykusuzluk ve o yorgunluk üstüne Jardin Bahçeleri’ndeki bir bankta bile sabah kadar deliksiz uyurdum… Çok güzel bir gündü. O günkü fakirlik ve serserilik (ama entelektüellikle yoğrulmuş) çok hoşuma gitmişti. Mağdur falan değildim. TR’deki öğretmenler gibi feyk mağduriyet ayaklarına yatmayacağım. Barcelona’dan Paris’e gitmişim, terbiyesizlik yapacak değilim ama dediğim gibi o fakirliği ve o serseriliği sevmiştim…
Not: Yazıyı hiç durmadan yazdım. Yazım yanlışlarına bakamayacağım.
“Eskiden, bir yolcu, bir köye yaklaşırken her bir kovuğa saklanan köylüler, şimdi, civarlarında geçenleri yolun yarısında güleryüzle karşılamaya çıkıyor: ‘Bize buyurmaz mısın?’ diye sesleniyordu ve bunlar, artık hiç tezek yakmıyordu. Kömür ve odun işin en modern tekniğe göre eline almış olan Devlet, artık, bu tarihöncesi, bu taşdevri yakıt adetini, köylünün başından aşarı, fesi, sarığı nasıl kaldırdıysa öyle kaldırmıştı.” “Ankara”, sayfa değil Kindle versiyonu %87. Hamiş: Yazar, 1934 yılında yazdığı romandaki bu bölümde 1943 yılını hayal etmektedir.
“90’lı yıllarda Ankara’nın merkezindeki bazı mahallelerde tezek yapıldığını gözlerimle görmüştüm.” Baran Doğan
Yazarın romana 1964 yılında eklediği not: “Ya romanın son bölümünde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, romanı yazdığım 30’lu yılların başında bir gün gelip de öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.”
“Köylüleri neden s**kmeliyiz?” Henüz, sadece başlığı yazılmış olan bir şiir; şairi Gencer Ergünay.
Yakup Kadri’nin “Ankara” romanını okudum. “Kiralık Konak”, “Yaban” ve “Sodom ve Gomore”den sonra okuduğum dördüncü romanı oldu. Orhan Pamuk’un “saf” ve “düşünceli” olarak ikiye ayırdığı roman yazarları kategorisinde “saf” romancıya örnek olarak verilebilecek bir insandır. Devlet memuru bir “aydın”dır. Dünyanın en sürükleyici yazarlarından biri olabilir.
FETİŞ ROMAN OLARAK “YABAN”
Yazarın eserlerine beklenilenden fazla ilgi göstermemin sebebi “Yaban” romanını fetiş romanım olarak kodlamamdır. Ve bu “Ankara” romanın da “Yaban”la birtakım ruh ortaklığına sahip olduğunu öğrendiğimden dolayı okudum. Kendisiyle ayrı ideolojik kamplarda yer almamıza rağmen Yakup Kadri’nin halka, köylülere, insanlara ve onların nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili düşüncelerine katılıyorum.
“Ankara” ile “Yaban”ın ruh ortaklıklarına değineceğim. Roman üç bölümden oluşuyor, bu üç bölümden sırayla bahsedeceğim ve oralarda “Yaban” alakası ele alınacak…
Romanın üç bölümünü sırayla ele almak lazım ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, bu romanı önemli kılan şey üçüncü bölümdür. Yazar, romanı 1934 yılında yazmıştır. O esnada yaklaşık 10 yıldır yeni rejimin maaşlı ideologlarından, “aydınlarından” biridir. Yazar, üçüncü bölümde 1943 yılını hayal etmektedir. Bu anlamda ütopik bir romandır. Girişte gördüğümüz üzere 1964 yılında ütopyasının bir distopyaya evrildiğini düşünmektedir…
BİRİNCİ BÖLÜM: SAKARYA
Romanın birinci bölümü Sakarya Savaşı’nın hemen öncesine denk geliyor. Selma karakterini tanıyoruz. Üç bölümün de ortak iki karakterinden biri. Diğeri Ankara. İstanbul’dan gelen Selma, banka memuru kocası ile birlikte Ankara’ya atanmıştır. Yakup Kadri’nin okuduğum romanlarda bel altı vurmalarına sıkça tanık oldum. Ne kadar Batıcı olsa da bir Osmanlı erkeğinden fazlası olmadığı için kadının bedeni onun için bir tabu. Hatta “Sodom ve Gomore”den bildiğimiz kadarıyla (Türk) erkeğ(in)in bedeni de bir tabu. Romanlarındaki karakterleri sevişip sevişmemesi üzerinden değerlendirmeye tabi tutması sık görülüyor. Muhtemelen özel hayatında “güzel kadın terörü”nden muzdarip olmuş bir insandır. O yüzden karakterlerini sevişip sevişmemesini Hitchcock’un aktrislerine yaptığı gibi gözetliyor. Burada Selma üzerinden bir gözetleme olayı olduğunu düşünüyorum. Selma’nın flörtlerinden heyecan duyarak bahsediyor. Bunu yaparken “Sodom ve Gomore”de ayan beyan yaptığı milliyetçi reflekslerini ve de siyasi reflekslerini sergiliyor. Selma roman boyunca onun önerdiği erkekle sevişiyor. Selma’yı yabancıya kaptırmıyor. Onun namusunu kirletmiyor.
Birinci bölümdeki Selma’yı Ankara Kalesi etrafındaki renksiz yaşamın içerisinde buluyoruz. Savaş koşulları pek hissedilmez. Bu bölümde “Yaban”la benzerlikler görüyoruz. Halkın sefil durumu, siyasete ve savaşa isteksizliği teşhir ediliyor. Hala Kurtuluş Savaşı denilen olayda yedi düvele karşı topyekûn bir mücadele verildiği anlatılıyor okullarda, oysa olayın böyle olmadığını alternatif tarih okuyucuları çok iyi biliyorlar. Yakup Kadri’nin romanlarında da bunun böyle olmadığını anlayabiliyoruz. Evet, yazdıkları roman ama tamamen yalan söylüyor da olamaz. “Bağımsız” bir ülkede yaşamayı arzu eden, bunu umursayan, bunun için bir şeyler yapan 50 bin kişiden biri. Kocası öyle biri değil. Öyle değilse artık Selma’yı cezbetmesi pek mümkün olmuyor. Yakup Kadri’nin Selma’yı doğru adrese teslim etmesi lazım. O kişi de subay Hakkı Bey’dir.
Önce ikisini flört ettiriyor. Sonra savaşta buluşturuyor. Gerçi Selma’nın cephedeki duruma tahammül edememesi ve Cebeci Hastanesi’ne tayin olunması da kafalarda soru işaretleri doğurmuyor değil. Bu bölümde Ankara’nın bağları denen yerleri görüyoruz. Yani benim doğduktan sonra 23 yıl yaşadığım Etlik, Keçiören gibi yerleri görüyoruz. Tabii şu anda oralarda bağ falan yoktur. Apartman dağları vardır. Bu bölümleri ilgiyle okudum. Hem bildiğim yerlerdi hem de bu bölümde sadece bu yerleri tasvir etmekle kalmıyor o dönemin tiplerini de karşımıza çıkartıyordu. Yakup Kadri Selma’yı Hakkı Bey’e teslim eder ve ikinci bölüm başlar.
İKİNCİ BÖLÜM: KURULUŞ
İkinci bölümde 1926, 27 yıllarındayız. Bu yıllar Ankara iktidarının İstanbul’daki etkili 10 bin adama kendisini kabul ettirmeye çalıştığı yıllardır. Yunanlara karşı savaşı kazandıkları için elleri güçlüdür. Tarihi her zaman savaşı, fiziksel mücadeleyi kazanan erkekler yazar, sınıflar falan değil. Savaş kazanmış bir irade ve başlarında da Atatürk kadar etkili bir erkek birey varsa İstanbul’daki o 10 bin adamın hiç şansı yoktur. Pasif direnişe geçebilirler, gizli gizli memnuniyetsizlik de geliştirebilirler ama bir 10, 15 yıl onları tasfiye etmek daha doğrusu yanına çekmek için yeterlidir. İdeolojik uyuşmazlık yaşanacak olan dinci kesimi ise gerçekten tasfiye etmek gerekecekti ve onu da büyük oranda yaptılar. Dinciliğin, dinin kökleri çok sağlam olduğu için hala direniyorlar ama toplumsal yaşama baktığımızda Atatürk’ün kazandığı, kazanmakta olduğu gayet açık.
İstanbul’daki 10 bin adama karşı mücadeleye giren Atatürk Ankara’da kendisini izole ederek akıllıca bir iş yapmıştır çünkü yeni dönem eskiye olan bütün bağlarını atmak isteyen insanların dönemidir. İttihat ve Terakki deneyiminde gerçekten çok şeyler öğrenmiştir Atatürk. İstanbul’da iktidarını tam olarak istediği gibi kuramamıştır İTC, gerçi bunda dünya savaşının çıkması çok etkili olmuştur ama yine de yeni sembollere, mitolojilere ihtiyaç duyan iktidar bir kopuş yaşamayı tercih etmiştir akıllıca.
Bütün bunlar olurken Ankara’da da bir şeyler olmaktadır elbette. Romanın ikinci bölümünde bunları görüyoruz. Ak Parti iktidarı boyunca muhalefetin yolsuzluk ve hırsızlık iddialarını sürekli gündeme getirdiğini benim gibi sizler de fark etmişsinizdir. Elbette bunu yapmalı ama muhalefet eğer iktidarı yolsuzluk ve hırsızlık üzerinden çökertebileceğini düşünüyorsa yanılıyor demektir. Bütün bunlar ayyuka çıkmışken insanların nasıl oluyor da hala onlara oy vermeye devam ettiklerine şaşırıyorlarsa ben de onlara şaşırıyorum. Bir kere bu olay zannettikleri gibi ayyuka çıktı mı çıkmadı mı oradan emin değilim. Ayrıca Türkiye hırsızsız yapamaz! İşte bu romanda görüyoruz. Savaş koşulları bitmiştir ve Atatürk gibi etkili bir birey de iktidardadır ama hırsızlık kaldığı yerden devam etmektedir. Türkiye’de iktidarlar hırsızların, rantçıların üzerine gidemezler. Bunu Atatürk bile başaramamıştır. Muhtemelen o da zaten bu işin doğasında bunun olduğunu düşünüyordur. TR’de iktidarlar son 200 yıldır ideolojiktirler ve hırsızlık bu işin bir numaralı gündem maddesi değildir. O zaten vardır. Aksi akıllara gelmez. Bu halkta da böyledir, yöneticilerde de böyledir. Halk kendi hırsızını sever, karşı kampın hırsızını devlet düşmanı olarak görür. Yakup Kadri’yi bu konuda fazla idealist buldum. Bu bölümdeki Neşet karakteri yazarın kendisidir. İdealidir. Neşet Ankara’nın yeni sahiplerini, İstanbul’dan oraya yanaşmış olan hırsızları eleştirir. Onlardan hoşlanmaz. Bunların inkılabı yanlış yola sürüklediklerini düşünür. Oysa yanlış olan bir şey yoktur bana göre. Hırsızlar memnun edilecektir, bu esnada da işe bakılacaktır. Yani şekil olarak yapılan işler. TR’de hiçbir iktidarın çok uzun süre halkın kendi istekleri doğrultusunda güzellikle dönüşmesini bekleyecek zamanı olamaz. Çünkü bu ülke homojen bir ülke değildir. Ortadan ikiye bölünmüştür. Ayrıca son 30 senede de iki buçuğa bölünmüştür. İktidarı eline alan kendi ideolojisi için zorlayacaktır. Hırsızlarla uğraşacak vakit bulamaz.
Kahraman asker Hakkı Bey bir komisyoncuya dönüşmüştür, o halde Selma’nın hamisi Yakup Kadri onu başka birisine teslim etmesi gerekmektedir. Yabancıya gitmemelidir Selma. Hali hazırda kendisi romanda bir karakter olarak belirmiştir, o halde baştan beri gözü olduğu Selma’yı almak için daha ne beklemektedir? Yazar Selma’yı alır ve kendisine yani idealist oyun yazarı Neşet’e teslim eder.
Bu bölüm “Yaban”la çok ortaklıklar içerir. Yenişehir’deki (Kızılay) yeni vurguncu kesimle uğraşıyor gibi görünürken bir taraftan da hiçbir şeyden anlamayan halkla da uğraşmaktadır. Kafası karışık gibidir. Bir yerde tepeden inmeciliği savunur gibi görünür, bir yerlerde de dünya tarihinde görülmemiş bir şeyi yani tabandan gelen devrimi hayal eder. Zaten her zaman iddia ederim, Türkiye’de kimse Batılılaşma ile ilgili ne yapacağını, ne yapılması gerektiğini tam olarak bilmiyor…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HAYALLER VS. GERÇEKLER
Bu bölüm gerçekten çok ilgi çekici. Bölüm 1933’te başlıyor ve 1943’te son buluyor. Yani yazar güncel anı ve 10 yıl sonrasını yazmış. Sanırım burada Kadro Hareketi’nden ve de 1939 Buhranı’ndan bahsetmemiz gerekecek.
1929 BUHRANI
İşte kriz diye buna derim. 15 yıldır Korkut Boratav’ın bahsettiği ama hiçbir somut değişikliğe sebep olmayan kriz gibi değildir bu kriz. Birinci Dünya Savaşı’nın maliyetiyle ortaya çıkmıştır. En çok Amerika’yı etkilemiştir. Avrupa’yı da etkilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’yi de etkilemiştir. Hitler’in iktidara gelmesinde bile bu krizin rolü vardır. Hitler bu kriz sonrasında halka maddi vaatler sunduğu ve bunları gerçekleştirdiği için iktidara gelebilmiştir. Siyasi olarak kendisini sağlama alan Ankara iktidarı bu ekonomik zorlukla baş başa kalmıştır. Ve zorunlu olarak devletçilik uygulamalarına yönelmiştir. Taha Akyol’un çok beğendiğim “Ama Hangi Atatürk?” kitabında altı çizildiği üzere Atatürk liberal birisiydi. Siyasi (yaşam tarzı) meselelerinde ne kadar zorlayıcı olsa da ekonomik meselelerde liberal birisiydi. Hatta bu kitapta İsmet İnönü’nün ona nazaran oldukça devletçi olduğu yazar. Zaten bu anlaşmazlık sonucunda İnönü tasfiye edilmiştir ve yerine liberal fikirleri olan Bayar gelmiştir. Atatürk öldüğünde İnönü ile küstür.
1929 Buhranı’nın ortaya çıkardığı olağanüstü koşullar sermaye birikimi (hırsızlığı) kısıtlı olan Türkiye’yi devletçilik uygulamalarına yöneltmiştir. Bunun için eski müttefik Sovyetler Birliği’nin yardımına başvurulmuştur. Ancak bilinmez Atatürk Sovyet yardımından önce bir heyeti Amerika’ya kredi aramaya yollamıştır. Bugün en büyük anti-emperyalist hatta bazılarınca komünist olarak bilinen Atatürk Amerika’dan umduğunu bulamayınca Sovyetler yardımına başvurmuştur. Kendisine müttefik arayan SSCB de olumlu yanıt vermiştir.
Devletçilik uygulamalarıyla beraber bir şey daha vardır. Atatürk önemli üst yapısal dönüşümler gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Batılı yaşam tarzını ikna ederek değil dayatarak hayata geçirmeye karar vermiştir. Tüm insanlık tarihinde olan şey olmuştur yani. Hem devletçiliği hem de tepeden inmeciliği parlatacak bir ideoloji aygıtına ihtiyaç duymuştur. İşte Yakup Kadri’nin beyni olduğu Kadro Hareketi böyle ortaya çıkmıştır. Bu hareket içerisinde ayrıca eski komünistler de vardır. Şevket Süreyya gibiler komünizmin hayal olduğunu anlamışlardır. Biraz da sopa yemişlerdir. Bu ekip oluşmuştur. İdeolojik aygıt derken bir dergiden bahsediyoruz. Ve 15. 20 bin okuyucusu olan bir dergi. Halkın umurunda değildir olan biten. Ama işte siyaset yapan o, 20 bin erkeği bir şekilde ikna etmek gerekmektedir. Kadro Harekatı budur. Aslında “Yaban” romanı da “Ankara” romanı da bunun sonucudur. “Yaban” romanını Atatürk’ün sipariş ettiği söylenir. Kadro Dergisi’nde tefrika edilir roman.
1934 yılında yazılan bu romanda Yakup Kadri’nin hayalleri zirvenin doruğundadır. 1943 Ankara’sı gerçekten karikatür kalmaktadır. O yıllarda bir şey daha olur ve devletçilik uygulamasına artık gerek olmadığı ve Kadro’nun da artık abartılı yorumlar yaptığı şekilde düşünceler olgunlaşmıştır. İsmet İnönü daha da ileri gidilmesini isterken liberal görüşlü Atatürk bu düşünceleri hemen dikkate alır ve Yakup Kadri’yi yurt dışında bir göreve atayarak fiili olarak Kadro Hareketi’ni bitirir. Gerçek kodlara dönülmüştür.
“Ankara” romanını ve bahusus bu romanın üçüncü bölümünü Kadro dergisinin son sayısı olarak kabul edebiliriz…
Ama gerçekten çok eğlenceli bir bölüm! Zafer taklarıyla donatılmış bir Ankara… Ergenekon Destanı’nın anlatıldığı tak yüzeyleri… Monden değil modern bir köylü… Coğrafyası güzelleşmiş bir Ankara…
Peki, Selma? Neşet’le nikahsız birlikte yaşamaya başlarlar. Yakup Kadri’nin en ileri bölümüdür o bölüm. 1943’lerde evlidirler ama…
Gerçekten kötü bir roman ama hem eğlenceli hem de öğretici. Zevkle okudum…
Ne zaman şarap içsem ertesi gün başağrısı çekerdim ama o gün kafamda bir tuhaflık yoktu. Bir gün önce, dört yıldır beklettiğim şarabımı içmiştim. Onu özenerek yapmıştım ve özel bir gün için ayırmıştım. Bir önceki gün benim için özel bir gündü.Karantinamın son günüydü. 10 günlük karantina bana o kadar zor gelmişti ki! Pir Sultan’ı düşünmüştüm, Nesimi’yi, Baba İshak’ı, Nazım Hikmet’i! Ne kadar zordu esir olmak. Hastalığı kapınca son beş günüm kalıp kalmadığını düşünmüştüm çünkü Baran Doğan beni “Peygamberin Son Beş Günü” adlı romanın romantik devrimci ozanı olan Peygamber’e benzetmişti. Karantina sürem dolunca ilk iş olarak o kitabı almaya karar vermiştim. Son beş günüm kalmamıştı. 10 günüm de kalmamıştı. Bir sincap gibi yaşamayı ciddiye alıyordum. Ne iş yapıyorsam ciddiyetle yapıyordum. Sendikal ve siyasal görevlerimi bir sincapın kozalağı yuvasına ciddiyetle taşıması gibi yerine getiriyordum. Peygamber falan değildim ben. Necip halkımın onurlu bir üyesi, devrimci sınıfımın bir neferiydim. Ben halktım. Ben emekçiydim. Onlara diz çökmemiştim. Bu da onlara dert olmalıydı. Kahvaltımı yapmalıydım önce. Zevcem işte gitmişti. Yalnız kahvaltı yapmayı da severdim. Yalnızlıktan hiçbir zaman sıkılmazdım. Mutfakta denemeler yapmayı severdim. Arayışçı biriydim. Bir sincap gibi! Evet, bir sincap gibi… Veya arı gibi, gelincik gibi, ahtapot gibi, bir leopar gibi arayışçı olmalıydım. Öyleydim. O gün; o denenmemiş, o hayal edilmemiş, o planlanmamış menemeni tarih sahnesine çıkarmalıydım. 1848’de sınıfım nasıl tarih sahnesine çıkmışsa, 1923’te Genç Cumhuriyet nasıl tarih sahnesine çıkmışsa o gün, o hayal edilmemiş menemen de tarih sahnesine çıkmalıydı. Kuş konmazlı menemen olamaz mıydı? Bir gün önce programını izlediğim Ayhan Cisimoğlu’nun dediği gibi “löö kuşkonmaaağzzh” menemene koyulmaz mıydı? Koyulurdu. Koyardım. Kimdi bunu belirleyen! Hangi AKP’li? Zaten yönetememe krizindeydiler, bir de mutfağımıza karışıyorlardı. Çeksinlerdi bıyıklarını çorbamızdan! “Löö kuşkonmaaağzzh”, “löö ıspanaaağğğh”, “löö brokoliiiğh”. Hepsini menemenime doğradım. Baharat atmadım. Baharata karşıydım. Baran Doğan baharata karşı olduğumu, sadeliğe inandığımı duyunca beni peygambere benzetmişti. Olsundu. Yaşasındı malzemelerin kardeşliği! Her şeyi atardım, karıştırırdım, hiçbir AKP’li de gelip bıyığını sokamazdı yemeğimin içine. Kahvaltımı yaptım. Kahvaltımı sindirmek için bir yarım saat televizyon izlemeye, bir şeyler okumaya karar verdim. Sonrasında spor yapacaktım. Halk TV’deki hortum reklamı çok uzayınca canım sıkıldı ve birkaç fanzin okumak istedim. Fanzinleri okudum. Bir iki şiir çok hoşuma gitti. Onların olduğu sayfaları kopartıp beğendiğim şiirleri koyduğum klasörün içindeki poşet dosyalardan birine koydum. Isınma hareketlerimden sonra ağırlık kaldırma çalışmalarına başladım. Hastalık beni biraz yorduğu için bir hafta ara vermiştim ağırlık kaldırma çalışmalarına. Üç gün önce tekrar başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle ağırlık çalışmalarını tamamladım. Duşa girdim. Uzun zamandır şampuan kullanmayı bırakmıştım. Artık saçlarımı da zeytinyağı özlü yeşil sabunla yıkıyordum. Çocukken Tuzluçayır’daki kondumuzda, geniş metal leğende, pazar akşamları güzel güzel yeşil sabunumuzla yıkanırdık. O zamandan beridir en sevdiğim kokulardan biri yeşil sabun kokusuydu. Güzelce kurulandım.Dışarı çıkmadan önce mutlaka yapmam gereken, bir sincap gibi ciddiyetle yapmam gereken tek bir iş kalmıştı. Arko tıraş köpüğünü fırçamla köpürttüm. Maltepe Pazarı’ndan 1998’de aldığım tıraş fırçamla aramda bir bağ vardı. Can yoldaşımdı bu kadar zamandır. Yoldaşlık ne güzel bir şeydi. Permatik tıraş bıçağımı altı gün kullanırdım en fazla. O gün üçüncü gündü. Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyamı da sıktım. Biraz yaktı. Artık dışarı çıkabilirdim. Gazetelerimi alacaktım. Her gün alırdım. Dışarı çıkamadığım günler için gazetelerin hesaplarına para yatırmıştım. Zaten ikisi de dayanışma kampanyası düzenliyordu. Son iki, üç senede sık sık dayanışma kampanyası düzenlemişlerdi. Hepsine katılmıştım. Gazeteler yaşasındı. Gazeteler bizim son kalelerimizdi. Hiçbir gazeteyi de ziyan etmemiştim. Otobüste, metroda, berberde, parkta düzgünce bir yere bırakırdım okuduğum gazeteleri. Halkım da onları okusundu. Hava ne güzeldi! Özgürlük ne güzeldi! Ey özgürlük! Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını! Ah ne olurdu saz çalabilseydim! Ankara’da biraz daha para verip Musa Eroğlu Müzik Merkezi’ne gitmek varken, hesap kitap yapıp daha ucuz olan Abidinpaşa Cemevi’nin saz kursuna gitmiştim. Sınıftaki 40, 50 çocuk müzik öğrenmeyi imkansız kılıyordu. O paraya ihtiyacım yoktu aslında. Korsan kitap satışından iyi bir gelirim vardı. Musa Eroğlu Müzik Merkezi’nde sınıflar yedi kişilikti. Tren kaçmıştı bir kere. Olsundu, yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmazdım ben. O deneyimden de bir şeyler öğrenmiştim mutlaka. Gazete bayime ulaşmıştım. Tokatlı Selman Dayı ile güzel bir dostluğumuz vardı. Her sabah gazeteyi alınca üç, beş muhabbet ederdik. Memleket meselelerini tartışırdık. Aydın bir esnaftı Selman Dayı. “Günün aydın olsun Selman Dayı!” Artık gazete gelmeyeceğini duyunca çok üzülmüştüm. Nasıldı yani! AKP benim gazeteme ne karışırdı! Saray Türkleri, beni gazete okumaktan alıkoyamazdı. Faşizme karşı koyma günüydü gün! Direnecektim. Halkım bana bu görevi yüklüyordu. Genç Cumhuriyet nasıl direnmişti emperyalizme! Bir burjuva devrimi yapılmıştı. Hatasıyla, sevabıyla. Tarihsel ilerlemeye küsmek olmazdı. Ne de olsa bir devrimdi. Ama burjuva devrimiydi. Sonra tercihini işçi sınıfından değil de sermayeden yana kullanmıştı. Atatürk tercihini işçi sınıfından yana kullanmak istese de çevresindeki güç odakları tercihi sermaye sınıfından yana yapması için Gazi’yi baskı altına almışlardı. O da Genç Cumhuriyeti sermaye sınıfına teslim etmek zorunda kalmıştı. Sermaye sınıfı 1950’den sonra Genç Cumhuriyetin altını adım adım oymuştu. Bu sefer öyle olmayacaktı. Direnecektim. Son bayi kalana kadar pes etmek yoktu. Nasılsa yürüyüş de yapıyordum! Başladım son bayiyi aramaya. Ümraniye Çarşı’da son bayiyi buldum. “Gününüz aydın olsun!” “Ney! Ha, aleyküm selam abi!” Sohbet etmeye pek hevesli değil gibiydi son bayi. “Bir Cumhuriyet, bir Sözcü” dedim. Sözcü’yü kısa bir sürede verdi ama Cumhuriyet’i epeyce bir aradı. “Abi Cumhuriyet bugün gelmedi galiba, haa işte bir tane var!” dedi. “Pazar eki yok ama abi sorun olur mu?” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Belki bir emekçi Pazar ekini taşıma esnasında okumak üzere gizlice cebine atmıştır. “Sorun olmaz!” Gazetelerimi aldım ve yakınlardaki bir parkta bir banka oturup okumaya başladım. Sözcü’nün başlığı “Ne Ara Yaptınız O İşi!” idi. Esat’ın karısının hamile olması üzerine atılmış bir başlıktı. Sayfanın altında Tokmak adlı yazarın “Arap Boş Durmuyor, Şam’ın Şekerinden Vazgeçmiyor” adlı köşe yazısı vardı. Cumhuriyet ise Korkut Boratav’ın kriz haberi vermesi üzerine yapılan bir ankete istinaden “Kriz Anketlere Yansıdı” başlığını atmıştı. Gazeteleri okudum ve bankın üstüne bıraktım. Sincap gibi, ahtapot gibi, gelincik gibi, leopar gibi başlamıştım güne. Öyle de devam ettirecektim o günü. Her gün yaptığım gibi. Bir gün Peygamber gibi son beş günüm kaldığını öğrenecek olsaydım bile büyük bir ciddiyetle yaşamaya devam edecektim. Örnek Mahallesi’ne doğru yürümeye başladım sonra.
Ne zaman şarap içsem ertesi gün başağrısı çekerdim ama o gün kafamda bir tuhaflık yoktu. Bir gün önce, dört yıldır beklettiğim şarabımı içmiştim. Onu özenerek yapmıştım ve özel bir gün için ayırmıştım. Bir önceki gün benim için özel bir gündü.
Karantinamın son günüydü. 10 günlük karantina bana o kadar zor gelmişti ki! Pir Sultan’ı düşünmüştüm, Nesimi’yi, Baba İshak’ı, Nazım Hikmet’i! Ne kadar zordu esir olmak. Hastalığı kapınca son beş günüm kalıp kalmadığını düşünmüştüm çünkü Baran Doğan beni “Peygamberin Son Beş Günü” adlı romanın romantik devrimci ozanı olan Peygamber’e benzetmişti. Karantina sürem dolunca ilk iş olarak o kitabı almaya karar vermiştim.
Son beş günüm kalmamıştı. 10 günüm de kalmamıştı. Bir sincap gibi yaşamayı ciddiye alıyordum. Ne iş yapıyorsam ciddiyetle yapıyordum. Sendikal ve siyasal görevlerimi bir sincapın kozalağı yuvasına ciddiyetle taşıması gibi yerine getiriyordum. Peygamber falan değildim ben. Necip halkımın onurlu bir üyesi, devrimci sınıfımın bir neferiydim. Ben halktım. Ben emekçiydim. Onlara diz çökmemiştim. Bu da onlara dert olmalıydı.
Kahvaltımı yapmalıydım önce. Zevcem işte gitmişti. Yalnız kahvaltı yapmayı da severdim. Yalnızlıktan hiçbir zaman sıkılmazdım. Mutfakta denemeler yapmayı severdim. Arayışçı biriydim. Bir sincap gibi! Evet, bir sincap gibi… Veya arı gibi, gelincik gibi, ahtapot gibi, bir leopar gibi arayışçı olmalıydım. Öyleydim. O gün; o denenmemiş, o hayal edilmemiş, o planlanmamış menemeni tarih sahnesine çıkarmalıydım. 1848’de sınıfım nasıl tarih sahnesine çıkmışsa, 1923’te Genç Cumhuriyet nasıl tarih sahnesine çıkmışsa o gün, o hayal edilmemiş menemen de tarih sahnesine çıkmalıydı. Kuş konmazlı menemen olamaz mıydı? Bir gün önce programını izlediğim Ayhan Cisimoğlu’nun dediği gibi “löö kuşkonmaaağzzh” menemene koyulmaz mıydı? Koyulurdu. Koyardım. Kimdi bunu belirleyen! Hangi AKP’li? Zaten yönetememe krizindeydiler, bir de mutfağımıza karışıyorlardı. Çeksinlerdi bıyıklarını çorbamızdan!
“Löö kuşkonmaaağzzh”, “löö ıspanaaağğğh”, “löö brokoliiiğh”. Hepsini menemenime doğradım. Baharat atmadım. Baharata karşıydım. Baran Doğan baharata karşı olduğumu, sadeliğe inandığımı duyunca beni peygambere benzetmişti. Olsundu. Yaşasındı malzemelerin kardeşliği! Her şeyi atardım, karıştırırdım, hiçbir AKP’li de gelip bıyığını sokamazdı yemeğimin içine.
Kahvaltımı yaptım. Kahvaltımı sindirmek için bir yarım saat televizyon izlemeye, bir şeyler okumaya karar verdim. Sonrasında spor yapacaktım. Halk TV’deki hortum reklamı çok uzayınca canım sıkıldı ve birkaç fanzin okumak istedim. Fanzinleri okudum. Bir iki şiir çok hoşuma gitti. Onların olduğu sayfaları kopartıp beğendiğim şiirleri koyduğum klasörün içindeki poşet dosyalardan birine koydum.
Isınma hareketlerimden sonra ağırlık kaldırma çalışmalarına başladım. Hastalık beni biraz yorduğu için bir hafta ara vermiştim ağırlık kaldırma çalışmalarına. Üç gün önce tekrar başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle ağırlık çalışmalarını tamamladım. Duşa girdim. Uzun zamandır şampuan kullanmayı bırakmıştım. Artık saçlarımı da zeytinyağı özlü yeşil sabunla yıkıyordum. Çocukken Tuzluçayır’daki kondumuzda, geniş metal leğende, pazar akşamları güzel güzel yeşil sabunumuzla yıkanırdık. O zamandan beridir en sevdiğim kokulardan biri yeşil sabun kokusuydu. Güzelce kurulandım.
Dışarı çıkmadan önce mutlaka yapmam gereken, bir sincap gibi ciddiyetle yapmam gereken tek bir iş kalmıştı. Arko tıraş köpüğünü fırçamla köpürttüm. Maltepe Pazarı’ndan 1998’de aldığım tıraş fırçamla aramda bir bağ vardı. Can yoldaşımdı bu kadar zamandır. Yoldaşlık ne güzel bir şeydi. Permatik tıraş bıçağımı altı gün kullanırdım en fazla. O gün üçüncü gündü. Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyamı da sıktım. Biraz yaktı.
Artık dışarı çıkabilirdim.
Gazetelerimi alacaktım. Her gün alırdım. Dışarı çıkamadığım günler için gazetelerin hesaplarına para yatırmıştım. Zaten ikisi de dayanışma kampanyası düzenliyordu. Son iki, üç senede sık sık dayanışma kampanyası düzenlemişlerdi. Hepsine katılmıştım. Gazeteler yaşasındı. Gazeteler bizim son kalelerimizdi. Hiçbir gazeteyi de ziyan etmemiştim. Otobüste, metroda, berberde, parkta düzgünce bir yere bırakırdım okuduğum gazeteleri. Halkım da onları okusundu.
Hava ne güzeldi! Özgürlük ne güzeldi! Ey özgürlük! Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını! Ah ne olurdu saz çalabilseydim! Ankara’da biraz daha para verip Musa Eroğlu Müzik Merkezi’ne gitmek varken, hesap kitap yapıp daha ucuz olan Abidinpaşa Cemevi’nin saz kursuna gitmiştim. Sınıftaki 40, 50 çocuk müzik öğrenmeyi imkansız kılıyordu. O paraya ihtiyacım yoktu aslında. Korsan kitap satışından iyi bir gelirim vardı. Musa Eroğlu Müzik Merkezi’nde sınıflar yedi kişilikti. Tren kaçmıştı bir kere. Olsundu, yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmazdım ben. O deneyimden de bir şeyler öğrenmiştim mutlaka.
Gazete bayime ulaşmıştım. Tokatlı Selman Dayı ile güzel bir dostluğumuz vardı. Her sabah gazeteyi alınca üç, beş muhabbet ederdik. Memleket meselelerini tartışırdık. Aydın bir esnaftı Selman Dayı. “Günün aydın olsun Selman Dayı!”
Artık gazete gelmeyeceğini duyunca çok üzülmüştüm. Nasıldı yani! AKP benim gazeteme ne karışırdı! Saray Türkleri, beni gazete okumaktan alıkoyamazdı. Faşizme karşı koyma günüydü gün! Direnecektim. Halkım bana bu görevi yüklüyordu. Genç Cumhuriyet nasıl direnmişti emperyalizme! Bir burjuva devrimi yapılmıştı. Hatasıyla, sevabıyla. Tarihsel ilerlemeye küsmek olmazdı. Ne de olsa bir devrimdi. Ama burjuva devrimiydi. Sonra tercihini işçi sınıfından değil de sermayeden yana kullanmıştı. Atatürk tercihini işçi sınıfından yana kullanmak istese de çevresindeki güç odakları tercihi sermaye sınıfından yana yapması için Gazi’yi baskı altına almışlardı. O da Genç Cumhuriyeti sermaye sınıfına teslim etmek zorunda kalmıştı. Sermaye sınıfı 1950’den sonra Genç Cumhuriyetin altını adım adım oymuştu. Bu sefer öyle olmayacaktı. Direnecektim.
Son bayi kalana kadar pes etmek yoktu. Nasılsa yürüyüş de yapıyordum! Başladım son bayiyi aramaya. Ümraniye Çarşı’da son bayiyi buldum. “Gününüz aydın olsun!” “Ney! Ha, aleyküm selam abi!” Sohbet etmeye pek hevesli değil gibiydi son bayi. “Bir Cumhuriyet, bir Sözcü” dedim. Sözcü’yü kısa bir sürede verdi ama Cumhuriyet’i epeyce bir aradı. “Abi Cumhuriyet bugün gelmedi galiba, haa işte bir tane var!” dedi. “Pazar eki yok ama abi sorun olur mu?” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Belki bir emekçi Pazar ekini taşıma esnasında okumak üzere gizlice cebine atmıştır. “Sorun olmaz!”
Gazetelerimi aldım ve yakınlardaki bir parkta bir banka oturup okumaya başladım. Sözcü’nün başlığı “Ne Ara Yaptınız O İşi!” idi. Esat’ın karısının hamile olması üzerine atılmış bir başlıktı. Sayfanın altında Tokmak adlı yazarın “Arap Boş Durmuyor, Şam’ın Şekerinden Vazgeçmiyor” adlı köşe yazısı vardı. Cumhuriyet ise Korkut Boratav’ın kriz haberi vermesi üzerine yapılan bir ankete istinaden “Kriz Anketlere Yansıdı” başlığını atmıştı. Gazeteleri okudum ve bankın üstüne bıraktım.
Sincap gibi, ahtapot gibi, gelincik gibi, leopar gibi başlamıştım güne. Öyle de devam ettirecektim o günü. Her gün yaptığım gibi. Bir gün Peygamber gibi son beş günüm kaldığını öğrenecek olsaydım bile büyük bir ciddiyetle yaşamaya devam edecektim.
Son 12 yılıma anlam ve güzellik katan en önemli unsurlardan biri. Her Messi maçı izlediğimde “Bir Messi maçı daha!” diye içimden geçiririm. Bir gün gelecek ve o Messi maçının son Messi maçı olduğunu düşüneceğim. O kara güne şimdiden kendimi hazırlıyorum.
Her güzel şeyin bir sonu yoktur. Bu da herkesçe, sorgusuz sualsiz doğru kabul edilen binlerce şeyden biridir. Her güzel şeyin bir sonu yoktur, olmak zorunda değildir ama çoğunun vardır…
Messi’nin de sonu gelecek. Messi’nin Barcelona’da sonu gelecek mi? Gelmek üzere mi? Buna odaklanacağız.
Bence her şey Neymar’ın o yanlış kararı almasıyla başladı. PSG’ye gidip Messi’yi geçebileceğini düşündü. Neymar’ın gidişiyle beraber Barcelona’daki psikolojik çöküş başladı. Bu psikolojik çöküş sonra somut çöküşü de getirdi. Yazının görseline bakınız: Messi geçen haftaki Real Madrid maçında o kadar çaresiz kaldı ki kornerden gol atmayı düşündü. Bu maçta yanılmıyorsam Messi’li Barcelona’yı ilk defa iki forvetle izledim. Gerçi defans üçlü oynuyordu ve bekler Alba ve Dest sürekli ilerideydiler ama dediğim gibi ilk defa Messi’yi bir partnerle izledim.
Neymar’a dönersek, onun gidişi ile Messi “Hücum gücümüz azaldı ama daha dengeli bir takım olduk.” demişti fakat dengeli takımı kim ne yapsın! Messi’li Barcelona senede 110+ lig golü atmalıydı. Neymar gitti ama çok önemli olduğu düşünülen transferler yapıldı. Dembele örneğin. Onu ilk izlediğimde “Aranan Neymar bulundu!” yorumunu yapmıştım ama hem geçirdiği sakatlıklar hem de büyük futbolcu karakterinden yoksun olması, Dembele’yi tarihin en büyük balonlarından biri yaptı. Sonra yine 150 milyon üstü bir Coutinho alındı. Bu transfere yanlış demek zor. Zira alındığı hafta dünyanın en iyi gole dönük orta sahalarından biriydi ama tıpkı Fernando Torres gibi birkaç haftada inanılmaz bir düşüş yaşadı. Griezman’a 120 milyona alındı. Alındığında çok iyiydi ve o da Torres vari bir düşüş yaşadı. Bu arada Brezilya milli takımın liberosu ve bana “Xavi gibi olacak!” yorumunu yaptıran Arthur Melo’yu katarsak boşa harcanan bir 500 milyon Euro hem kulübü zora soktu hem de psikolojik çöküşü hızlandırdı.
Bütün bunlar olurken 2019’daki inanılmaz Liverpool mağlubiyeti geldi. Hala inanamıyorum! O olmasaydı ve Messi ŞL’yi alsaydı bence kara bulutlar dağılacaktı ve Messi’yi bırakana kadar Barcelona’da görecektik. O inanılmaz maça ek olarak bir sene önce Roma’ya, yine 4-1 gibi inanılmaz bir ilk maç sonucundan verilen ŞL yarı finali travmaları başlatan maç olabilir. Geçen sene Bayern’den 8 yemek de iyice krizi derinleştirdi.
Bu esnada Messi sahada yine inanılmaz işler yapıyordu. Hala yapıyor. Her sene gol ve asist kralı oldu ama yanındaki sıradan oyuncularla keyfi kaçıyordu. Bu sene gönderilen Suarez de son üç, dört senede oldukça tutuktu.
Messi şımarık bulunuyor. Tüm takım ve tüm kulüp ona çalışıyormuş ama o mutsuz olmaya devam ediyormuş. Tarihin en iyi oyuncusu elinizdeyse ve bu oyuncu size dünyaları kazandırmışsa bunu yapar mısınız yapmaz mısınız? Bence Real Madrid tarihin en büyük kulübüdür. Barcelona da ikincidir ama Messi döneminde ikinciliğe ulaşmıştır. Bunu yapan Messi’dir.
Bu esnada bir kere Arjantin maçında kırmızı kart gördü. İlk ve tek kırmızı kartını 2006 yılında sakatlık dönüşü heyecanla girdiği bir dostluk maçında, haksız yere görmüştü. Kariyeri boyunca ne tekmeler yiyen, ne faüllere maruz kalan Messi’nin bir kere bile dönüp de bir şey dediğini görmemiştim. Şili maçında biraz da Medel’in şovuyla kırmızı kart gördü. Birkaç ay önce de Barcelona formasıyla ilk kez kırmızı kart gördü. Bunlar önemli. Psikolojisinin bozuk olduğunu gösterir.
Sürekli kazanmak isteyen Messi’nin Barcelona’nın köy takımı haline tahammülü kalmadı ve bu senenin başında ayrılmak istediğini kulübe iletti. Bir yıllık daha kontratı olduğu için bu gerçekleşmedi. Gerçekleşmedi ama Messi Barcelona’yla mahkemelik olmak istemediği için gerçekleşmedi. Messi’nin takımda kalmasına sevinmiştim ama bu senenin kabus gibi geçeceğinden emindim.
Tarihinde hiç üçüncülük görmemiş, kupasız sezon geçirmemiş Messi bunları yaşayacaktı. Takım berbattı. Eski Barcelona’dan eser yoktu. Atletico Madrid bir ara 12 puan öne geçti. Sonra ne olduysa oldu ve Messi’yle beraber bir seri yakalayan Barcelona liderin bir puan gerisine gelebilmeyi başardı. Bu arada yönetim değişti ve kulübü batıran ve Messi’yi elde tutmayı başaramayan adam unvanını alan başkan gitti. Yerine efsanevi başkan Laporta geldi. Laporta Messi’yi tutacağını vadetmişti.
Ayrılacağına kesin gözüyle bakılan Messi için şimdi kalacağı şeklinde önemli bir beklenti var. Aguero’nun olası transferi, Neymar’ın dönmek istediği dedikodusu bu beklentiyi besliyor. Ne olacak göreceğiz…
Bu arada takım balon transferle yaptı ama birkaç tane genç süper star adayı olarak ortaya çıktı. Bence Pedri ve Ansu Fati süper star olacaklardır. Dest ve De Jong da büyük Barcelona oyuncusu olabilirler. Neymar transferi tekrar Barcelona’yı ŞL adayı yapabilir. Bunun için süper bir defans oyuncusu lazım yalnız. Hatta iki.
Bu esnada Real Madrid Mbappe’yi alırsa işler iyice zor girer yalnız. Barcelona’nın Mbappe’yi alabileceğine zannetmiyorum.
Onu iddialı bir Barcelona’da izlemek kadar keyifli az şey var benim için. Bekleyip göreceğiz. Messi’yi başka bir kulüpte düşünemiyorum. 34 yaşında ve hala çok iyi ama psikolojik faktörler devreye girince işler zor girer. Messi’nin asperger olduğu konuşulur. O zaman psikolojik faktörlerden etkilenmez pek. Bilmiyorum. Dediğim gibi bekleyip göreceğiz.
Messi ne yapacak diye sorduğumuzda Ronaldo’nun da ne yapacağını konuşmalıyız. Juventus’la şampiyon olamayan kadronun içinde yer almak üzere. Bir gün Ronaldo’nun Amerika’ya gideceğinden adım gibi eminim. Juventus yönetimi seneye de onunla devam edeceklerini açıkladı ama onun için de işler iyi gitmiyor. Bence onun artık düşüncesi Messi’nin geçemeyeceği kadar gol atmak. Bir seneye kadar Josef Bican’ı geçip tüm zamanların en çok gol atan oyuncusu olacaktır ama Messi’yle aralarında 36 gol var ve Messi kendisinden iki yaş küçük. Sayılarda ufak tefek hatalar olabilir. Herkesin sorduğu soru şu: Ronaldo fizik olarak düşüş yaşayıp Messi’den iki sene önce mi futbolu bırakacak? Veya Messi, Ronaldo’dan iki sezon daha fazla mı etkili futbol oynayacak? Fiziki dayanıklılığı bilinen Ronaldo için bu ihtimaller biraz düşük. Messi o 30, 40 gollük farkı kapatabilecek mi? Hala ikisi de oynadıkları ligin gol kralı olmaya devam ediyorlar. İkisinden biri bir ŞL daha alabilecek mi? Bu da merak ediliyor.
Messi ve Ronaldo rekabetini ölene kadar unutmayacağım. Bir daha böyle bir şey görmezsek de hiç şaşırmam. Ronaldo’nun İspanya’dan gitmesi La Liga’yı temelden sarstı. Bir dönem dünyada 300, 400 milyon insanın izlediği el clasico bir ara Türkiye’de yayıncı bulamadı.
Her güzel şeyin bir sonu olmak zorunda değildir ama son 12 yılıma anlam ve güzellik katmış bu güzel şeyin yavaş yavaş elimden kaydığını görüyorum…
Not 1: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.
Not 2: Bugün aklımda başka iki yazı daha vardı: “Ümit Cingöz’ün Bir Günü” ve “Muhalefet Ne Yapmalı? / Bilmiyorum!” yazıları… İlerleyen günlerde artık…
*Bukowski’nin üç romanını, bir tane de şiirini okudum. Toplam altı romanı var. Hiçbir insanın bir şiirden fazla şiirini okuyamam. Bu benim eksikliğim, kimse savunmaya geçmesin lütfen. Öykülerini okumaya gerek yok. Zira er meydanı romandır. Edebiyat tarihinde hem roman hem de öykü yazmış ama öyküleriyle anılan kaç kişi vardır? Bütün bunların üstüne sanırım Bukowski’yle ilgili bir şeyler söyleyebilirim.
*Kendisine bir lakap taktım: Bum… Bum yani İngilizce serseri veya evsiz demek. O anlamını düşünmedim çoğunlukla… Bu kelimenin bir diğer anlamı da popodur. Kendisine bu lakabı takmamın arkasında Bukowski’nin hal ve tavırlarının, poponun Türkçede insanları tarif etmek için kullanıldığı anlama denk gelmesidir. Yani ona taktığım “bum” lakabını ancak Türkiye’de yaşayan ve İngilizce bilen insanlar anlayabilir. Nasıl bir insan olduğuna geleceğiz.
*Bazı insanlar Bum’ın yazdıklarının edebiyat olmadığını öne sürüyor. Bana göre roman olarak basılmayı başarmış her roman bir romandır… Bir insan roman yazmayı planlayıp, yazıyorsa ve bunu bastırmayı başarıyorsa artık o aşamada birisinin gelip onu aforoz etmeye hakkı yoktur. Burada benim en gıcık olduğum yargılardan biri olan “Bırakın da isteyen istediği gibi…” yargısıyla başlayan cümlelerden birini kurmak niyetinde değilim. Roman yazmak en sıra dışı insan faaliyetinden biri olsa gerektir ve çok az insan bunu yapmayı düşünür. Bunu düşünmek ve eyleme geçmek gerçekten önemli bir iş. Başarılı olur veya olmaz o ayrı bir mesele ama buna karar vermiş ve bunu gerçekleştirmiş bir insanı aforoz etmek kimsenin hakkı değil. Zaten roman en geç icat edilmiş sanat dallarından biri. Uzun yıllar halkın süzgecinden geçip gelmemiş. Birileri bir şeyler yapmış, sonra birisi gelip başka bir şey yapmış. Aşağı yukarı 200 yıldır olan bir sanat dalı ve Bum bu olayı 150. yılında yakaladı.
*Bum’ın yazdıkları edebiyat. Peki, iyi bir edebiyat mı? Bence çok iyi değil. Ama fazlasıyla dikkate değer… İlginç…
*Bum’ın edebiyatının en göze çarpan kısmı samimiyeti. Yani bir şeyler yazarken birilerini incitirim, kırarım, kendime küstürürüm diye gram düşünmemiş. Bu anlamda oldukça ilgi çekici buluyorum kendisini. Hatta benzersiz buluyorum. Evet bu anlamda benzersiz. Ayrıca büyük cesaret isteyen bir şey.
*Kendisini olduğu gibi ortaya koymuş. Bütün arızalarıyla. Epeyce de arızası var. Empati duygusundan oldukça uzak, insan nefreti konusunda tereddütsüz, serserilik konusunda kararlı biri.
*Cinsellik ve alkol kullanımı temel iki tema. Daha doğrusu cinsellik ve düşkün yaşam… Kural tanımaz bir cinsel hayatı var. Meşhur olmanın getirdiği avantajları sonuna kadar kullanıyor. Son 4, 5 senede açığa çıkan taciz bilincine göre Bum’ın yaşadıklarının bir bölümü direkt tutuklanmayı gerektirecek suçlar, saldırılar. Edebi gücünü kullanarak kadınları istismar etmek Bum için en temel hobi. Çoğu zaman buna gerek de kalmıyor. Bir telefon geliyor, şiir okuma gecesinin ardından verilen partide biri kendisine yanaşıyor, hatta bazen evde otururken zil çalıyor ve Bum kendini yatakta buluyor. Kurduğu cümle kısa ve net: “Let’s fuck!” Bum ve sadakat… Bu şeye benzer: baklava ve kırmızı biberin yan yana gelmesi…
*Bum kadınlara değer veriyor mu? Genel olarak insanlardan nefret ettiğini sık sık dile getiriyor zaten. Kadınları ayrıca “sevdiğini” söyleyemeyiz. Kadınlardan da nefret ediyor. Bence onları küçümsediği de gerçek. Ayrıca yine bence cinsel davranış bozukluğuna sahip. Bu yüzden de yaraladığı kadın sayısı epeyce fazla. Edebi gücü sayesinde çok fazla kadına ilgi çekici geliyor. O da bunları bozuk kişilik yapısından dolayı istismar ediyor. Ona ilgi gösteren kadınlar da genelde kafası kırık tipler.
*Bum’ın dil kullanma becerisi nasıl? Romanlarını İngilizce okudum. Üçü de 70’lerde yazılmış romanlardı. Bütün küfürlü ifadeleri aynen kullanıyor. Türkçe çevirileri nasıldır bilmiyorum. Eğer “sıkı bir şekilde düzdüm” falan gibi ifadeler varsa bence yanlış çevirmişlerdir. 70’li yıllar “fuck” kelimesinin daha yeni yeni sinemaya girdiği yıllar. Edebiyatta bunu ilk başlatan Bum olabilir. Bu kadar yoğun kullanan ilk kişi olduğu bence kesindir. Oldukça sade bir dili var. Basit ve anlaşılır. İngilizce roman okumaya başlangıç yapmak isteyen varsa direkt Bum’a yönelebilir. Romanlarda görmeye alışık olmadığımız kelimeler olduğu için romanları dikkat çekici. Parlak tasvirler, karmaşık yapılar yok romanlarında. Oldukça basit “Geldim, yedim, içtim, sıçtım, kustum, siktim ve yattım” tarzı cümleler var. Ayrıca yaptığı serseriliklerden büyük keyif aldığını da belli eden cümleler var. Kadınlara yaptığı fenalıklardan da büyük bir keyif aldığı belli.
*Romanları otobiyografik. “Post Office” romanı adı üstünde yazar olarak meşhur olmadan önce postanede geçirdiği günleri anlatıyor. İşten kaytarmak Bum için bir ata sporudur ki bu konuda onu fazlasıyla destekliyorum. “Factotum” romanı ise postane günlerinden önceki aylaklık yıllarını anlatıyor. Factotum vasıfsız eleman, ne iş olursa yapan eleman demek. Kendisi de böyle biri. Girdiği bütün işlerden rahat durmadığı, işi savsakladığı için atılıyor. Bu esnada yazarlığa merak sarıyor ve geceleri sürekli yazıyor. Nihayet çabaları sonuç veriyor ve yazar olarak ünleniyor. “Women” romanı ise yazar olarak ünlendikten sonra baş döndürücü bir tempoyla yatıp kalktığı kadınları ele alıyor. Bunların hepsi saçma sapan ilişkiler ve Bum hepsinde kadınlara kötü davranıyor. Alan memnun satan memnun olduğu için bize yorum yapmak düşmez.
*Hep aynı karakteri karşımıza çıkıyor romanlarda: Henry Chinaski. Bu, onun alter-ego’su.
*İçkiler çok anılıyor romanlarında. Altılı bira ve skoç artı su en çok karşımıza çıkanlarından. Sonra şarap geliyor. Uyuşturudan çok az bahsediyor. Bilmiyorum belki bu yasak olduğu içindir veya içkiyi çok sevdiği için o işlere girmemiştir pek.
*Irkçılık da var Bum’da. Amerikan yerlileri için ırkçılık olarak kabul edilen tabirleri kullanıyor. Injun gibi. Siyahlardan hiç iyi bahsetmiyor. Yahudilerden de kötü konuşuyor. Dönemin koşullarına göre mi değerlendirmeliyiz? O dönemlerde ırkçılık çok daha beter durumdaydı. Kimseyi sevmeyen ve erdemli olmak gibi bir derdi hiç olmayan Bukowski’nin kimsenin sevmediklerini daha bir sevmemesi şaşırtıcı olmasa gerek.
*Evlat olsa sevilmeyecek bir insan Bukowski.
*Ama yazdıkları çok ilgi çekici.
*Etrafındaki kalitesizlikleri çok iyi tasvir ediyor. Külüstür arabalarını, leş evlerini, hırpani giysilerini, dandik ev eşyalarını çok iyi tasvir ediyor.
*Son karısının Bum’a ev aldırdığını okudum. Bence tarihin en büyük ironilerinden biridir.
*”Kızlar piç erkek sever!” Böyle bir düşünce var. Bence doğru değil bu. Kızların geneli kendileri ve doğacak çocukları için iyi bir “tedarikçi” arar öncelikli olarak. Macera yaşayacaksa öncelikle fiziksel olarak çekici olana sonra da enteresan bir insan olana yönelir. Macera yaşamak isteyen kız sayısı da azdır. Bunları uydurmuyorum. Yapılmış araştırmalar var. Kızların sadece %20’si, yalnızca bir yatak macerasını tolere edebilecek bir insandır. Erkeklerde bu oran %97 falandır. İstisnalara bakıp onları genel durum zannetmeyiniz. Bum enteresan insan kategorisinde oldukça yüksek bir mevkide bulunduğu için fazla sayıda kadının ilgisini çekmiştir.
Evet, bir kere Türk halk müziği koro şefi oldum. Türk halk müziğiyle değil ama koro şefliğimle alakam yoktu…
Bayıldığım bir şey değildi. Özlediğim bir şey değil. Zaten ilk fırsatta da bıraktım işi…
Bir faaliyet gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş veya getirilmiş bir yetişkin topluluğunun sorumlusu/başkanı/lideri olmakla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Soruya benim cevabım “Allah belasını versin!” şeklinde olmaktadır.
Ölene kadar bir yetişkin topluluğunun sorumluluğunu almak istemiyorum.
Ben böyle düşünüyorum ama çoğunluk böyle düşünmez. Bu tür işlerin heveslisi boldur. İnsanlar kavga bile edebilirler böyle şeyler için. Kavga etmezlerse içten içe birbirlerini kıskanırlar. Ayaklarını kaydırmak ve pozisyona zıplamak isterler. Sebebi basittir: Bu tür pozisyonlar kişiye statü kazandırır. Özellikle erkekler için statüden daha değerli bir şey yoktur. Kadın lider pek az görülür. Hem toplumsal koşullar buna müsaade etmez, ondan önce kadınların doğaları buna müsait etmez. Liderlik erkek işidir. Öyle!
Tekrar vurgulamak istiyorum: Allah belasını versin!
Hayatım boyunca birçok kez bana sorumluluk “kitlendi”. İş başa düştü şiarıyla görevimi yerine getirdim ama zevk almayarak yaptım işimi. Hepsini de ilk fırsatta bıraktım.
Bir keresinde de işte Türk halk müziği koro şefliği kitlendi bana. 2008’de Bolu’da oldu olay…
Ondan önce üniversitede ve öğretmenlik görevine başladığım şehir olan Sinop’ta birçok koroda çalıştım. Korolarda korist olarak da bulundum ama esas olarak orkestralarda bağlamacı olarak görev yaptım. Bağlama çalmayı çok sevdiğim için bu faaliyeti zevk alarak yaptım. Hala, müziği neresiyle yapıp neresiyle dinleyeceğini bilen insanlara denk gelsem kolektif bir müzik yapma faaliyeti içinde bulunmak isterim. Çok isterim.
Sinop merkeze atandığım gün Belediye Konservatuvarı adlı binadan içeri girdim. Orada Ferruh Hoca adlı adamı buldum. Kendisi dinozorlara benzeyen bir anlayışa sahip, muhafazakara kaçan bir halk müziği icracısıydı. Onun şefliğindeki koroda bağlama çalmak istediğimi söyledim. Beni dinledi ve orkestraya aldı. Çok disiplinli biriydi. Bu işlerde disiplinli şef çok önemlidir. Orada geçirdiğim süre boyunca çok keyif aldım ve kendimi çok geliştirdim.
Araya girelim: İnsanlar neden koro faaliyetlerini giderler? Çok basit, sosyalleşmek için. Partner bulmak için. Siyasi faaliyetlerin arkasında bile “büyük oranda” bunlar vardır. Tabii “rahat solculuk” veya güvenli sendika faaliyetleri arkasında… Ben koroya, yemin ediyorum, kendimi geliştirmek için gittim. Sosyalleşmek hiçbir zaman umurumda olmadı. O zamanlar partnerim de vardı. İnsanlar korolara (veya kolektif faaliyetlere) giderler çünkü sosyalleşmek isterler, kendilerini bir topluluğun parçası olarak hissetmek ölümcül derecede önemlidir insanoğlu için. Bunun için mesela, çok saygın bazı evrimsel biyologlar bile dinlere inanırlar… Neyse bana ne! Ben, yemin ediyorum, kendimi geliştirmek için gittim ve de geliştirdim. Sahnede müzik yapmayı da çok severim. Sahnede başarılı olmak, “halkı coşturmak” kadar keyif verici az şey vardır.
2007’de Bolu’ya atanınca aynı belediye konservatuvarından orada da olduğunu gördüm. Hemen gittim. Koro toplanmak konusunda sıkıntı çekiyordu. Sinop, biraz da yaşlı nüfusunun çok olmasından dolayı çok fazla koroya sahipken, Bolu’da nüfus iki katı olmasına rağmen bir tane bile koro, toplanmakta zorlanıyordu. Birkaç hafta sonra koronun ilk toplantısını yapacağına dair telefon geldi.
Gittim. Koronun şefi benim gibi o şehre yeni atanmış bir müzik öğretmeniydi. İncecik, upuzun, çubuk kraker gibi bir adamdı. Pek konuşkan değildi. Bir gruba liderlik edebilecek bir insana benzemiyordu. Koro da allaha emanetti. Üç, dört ses ve karakter olarak sağlam insan vardı. Geride kalan 10, 12 kişi çöptü. Orkestra da allaha emanetti. Üç, dört tane bağlama çalan çocuk vardı. Hiçbiri bir koroda çalmak için yeterli değildi. Tecrübeli ve işi götürübilecek bir tek ben vardım.
Çalışmalara başladık. TR’deki her topluluk çalışmasında artık neredeyse kural olmuş olan, etkinliğin “en az” yarım saat başlaması olayı orada da vardı. Hoca ve etrafındaki birkaç kişi, ayrı bir yerlerde öbeklenmiş diğer birkaç topluluk geyik muhabbeti yapıyordu. Birden hocanın aklına esiyordu, “Hadi, başlayalım!” diyordu hoca ve salona geçiyorduk.
Bu şekilde bir ay falan gittik. Bu bir ayda sekiz, 10 tane türkü çalıştık. Ben bırakmayı düşünmeye başladım.
Bir gün yine çalışma için beklerken hoca bir türlü gelmedi. Bekleyiş başladı. Konservatuvarın müdürü hocayı arıyordu ama hocaya ulaşılamıyordu. Sonra beni odasına çağırdı. Gittim ve hocanın sorunları olduğunu, gelemeyeceğini, belki de hiç gelemeyeceğini, koroyu zor topladıklarını, o gün çalışmayı halletmem gerektiğini ve en yakın zamanda yeni hocayı bulacaklarını söyledi. Ben öğretmen olduğum için insanların bana itimadı varmış. Öğretmenler, öğretmenin prestijinin kalmadığını ciyaklarlar sık sık. Oysa gerçek öyle değildir, hala en prestijli iki, üç meslekten biridir öğretmenlik. Bir sürü kapıyı açar.
Bu haber hoşuma gitmedi değil. Çünkü çubuk krakerin işini yapamadığını ve benim keyif aldığım faaliyetlerden biri olan koroculuğu engellediğini düşünürdüm. Belki de yeni gelecek hoca tam aradığım gibi, “çelik gibi disiplinli ve renkli” bir adamdı…
Salona girdim ve koroya hocanın bir rahatsızlığı olduğunu, o gün beraber çalışacağımızı söyledim. Çalıştığımız parçaları sıradan çaldı(m)k ve söyledik. Sonra ben Hacettepe korosundan bildiğim bir şeyi uygulamaya koydum. Solo türkü söylemek isteyen varsa sahneye buyurmasını ilettim. Eskiden böyle bir uygulama yoktu. Yedi, sekiz kişi kalktı ve çeşitli solo türküler söylediler. Bu olaydan çok keyif aldılar.
Bu esnada müdür kapıdan bizi dinliyormuş. Çalışmadan sonra beni odasına çekti ve yeni hocayı bulmanın uzun zaman alacağını söyledi. Beni dinlediğini ve bu işi benim yapabileceğime inandığını söyledi. İstersem hoca arayışından vazgeçecekti. Hiç aklımda böyle bir şey yoktu çünkü ben –o zamanlar- topluluk önünde türkü söylemekten utanan biriydim. Sonra yalama olduk gerçi… Söyleyemediğim için bu görevi yapmaya uygun değildim. Beni katakulliye getirdi. Tamam, onlar hoca bakacaklardı ama ben o esnada aynı şekilde koroyu çalıştırmaya devam edecektim.
Ertesi çalışmada ekibi topladım. Karşılarına geçtim ve eski hocanın artık gelmeyeceğini ve yeni bir hoca bulunana kadar koroyu benim çalıştıracağımı kendilerine söyledim. Bazı temel kurallarımız olacağını söyledim. En önemlisi dakiklikti. Bu meseleyi ileride yapacağım topluluk sorumluluklarında da aynen uyguladım. Sorumlu kişi dakiklik konusunda kararlı ve tutarlı olursa topluluk da buna uyuyordu. İnsanlar rahattılar ama karşılarında kararlı ve tutarlı birisini görünce boyun eğiyorlardı. İnsanlar edilgendir. Yani insanların ezici çoğunluğu. Çalışmalarımız zamanında başlamaya başladı. Aralar zamanında ve olması gerektiği kadar oldu. Geç kalanları çalışmaya almadım ve arayı beklemelerini söyledim. Tabii bunları yapabilmek için inandırıcılığınız da olmalı. Kendimden emin bir öğretmen ve de hiçbir şeyi kaybetmekten çekinmeyen biri olarak o inandırıcılığa fazlasıyla sahiptim.
Her çalışmada çalışmış olduğumuz sekiz, 10 türküyü icra ediyorduk. Bir iki hareketli parça da ben monte ettim repertuvara. Çünkü halk müziği koro konserleri hareketli ağırlıklı olmak zorundadır. Seyircileri bu şekilde memnun edebilirsiniz. Bu konuda fazlasıyla tecrübem vardı. Repertuvar hareketli ağırlıklı olmalı. Slow parçalar ise nokta atışı damar olmalı… Halay potpuriyi bilgisayardan dinlettim kendilerine ve söylemeye başladık. Yani hiç ses çalışması yaptırmadım.
Günler geçiyordu. Özellikle çalışmadan sonraki solo performans bölümünden çok keyif alıyorlardı. Koroda iyi sesli elemanlar vardı. Bunlar her hafta bir parçayı çalışıyorlardı ve gelip çalışmada icra ediyorlardı. Neredeyse her hafta bir dinleti dinliyormuş gibi oluyorlardı.
Benim kararlı ve tutarlı davranmam sonucunda koronun sayısı artmaya başladı. Yeni yeni insanlar gelmeye başladılar koroya. Orkestranın acıklı hali devam ediyordu.
Herkes benden memnundu ama ben memnun değildim. Müdür bu işi çok iyi yaptığımı ve yeni hocaya gerek olmadığını söylüyordu. Beni gaza getirmeye çalışıyordu. Bazı insanların lakayt tavırları hiç hoşuma gitmiyordu. Müdür istemediğim kişileri çıkarabileceğimi söylüyordu. Bu insanları tıpkı öğrencilerle uğraşır gibi kontrol altına almayı başardım. Oturma düzenini değiştirdim ve birbirleriyle cozutma olanağı olan insanları ayırdım.
İstediğim ortamı yaratmış olmama rağmen insanlarla uğraşmaktan nefret ediyordum. En kısa sürede bu işten sıyrılmanın yoluna bakmaya başladım. Müdürle konuştum. Onun çok istediği ve beklediği şey olan konseri gerçekleştireceğimi ve sonra bırakacağımı söyledim. Kabul etti ama yine beni ikna edebileceğine inanıyordu.
Topluluğa birkaç ay sonra bir konser vereceğimizi söyledim. Heyecanlandılar. Çünkü bu işin en heyecan verici kısmı konser vermektir. Daha önceki koro tecrübelerimden çok iyi bildiğim bir şey vardı: Herkes kendisinin çok iyi olduğunu düşünürdü. Herkes solo performans hak ettiğini düşünürdü. Solo performansı alamayanlar, konserden sonra küsüp giderlerdi. Bunu çok iyi bildiğim için ilk zaman yoklama almaya başlamıştım. Tabii konser olacağını duyan bazı kişiler de koroya gelmeye başlamışlardı. Hep böyle olurdu bu işler. Konser olacağı zaman tıpkı seçim kazanan bir siyasi partinin etrafının kalabalıklaşması gibi koro da kalabalıklaşırdı. Şu insanlar ne şerefsizlerdi! Bu gelenler içerisinde gerçekten iyi olanlar da vardı. Ama ben kararlıydım. Soloları yoklama listesine göre yani verilen emeğe göre dağıttım. Ayrıca bir iki kişiye de yeterince iyi olmadıkları için solo vermedim. Bu, bir tarz koro şefliğidir. Diğer tarz ise tamamen tribünlere oynayan tarzdır. Bu şefler, verilen emeğe bakmazlar. Konser zamanı en iyi performansı verecek kişiye soloyu verirler. Son bir ay gelmiş olsalar bile… Ayrıca bunlar iyi olmasalar bile güzel kadınlara solo verme eğilimindedirler. Çünkü seyircinin hoşlandığı bir diğer şey de sahnede güzel kadın görmektir. Bazen bu şefler katlanılmayacak kadar kötü sesi olan ama çok güzel olan kadınları sunucu yaparlar. Bu sunucular iddialı bacak dekolteli elbiseleriyle her parça arasında kürsüye gidip parçayı anons ederler, sonra da yerlerine dönerler. Bu esnada seyirci de istediğini elde eder. Bacak görür. Ritmik kalça hareketleri görür. Yani bugün Türk dizilerini izlemenin bir numaralı motivasyonlarından olan şey, bacak görmek; halk müziği konserlerinde de mevcuttur. Bizde bacak macak yoktu, ful adalet vardı. Fırsatçılara solo vermedim.
Müdürden de orkestraya birilerini bulmalarını istedim. Üniversiteden bir ritmçi ve bir gitarcı buldu. Bağlamayı tek başıma idare ediyordum. Aslında bir ritmcimiz vardı ama adam yetersizdi. Yeni canavar ritmciye bozulmamış gibiydi ama konser günü provadan sonra çekti, gitti ve telefonunu açmadı. O esnaya kadar bana hiçbir şey demedi.
Günler geçti. Disiplinli bir şekilde çalışmalarımızı yaptık. Konser zamanı yaklaşıyordu. Girişler, çıkışlar hepsi çok iyi çalışıldı.
Konser zamanı geldi. Konserlerde şef anons edilir, sahneye gelir o esnada da bütün orkestra ayağa kalkar. Sonra şef de onlara oturmalarını işaret eder. Ben orkestranın başında hafif onlara dönük bir şekilde oturuyordum. Hem bağlama çalıyor hem de koroyu yönetiyordum. Bana bu ritüel çok saçma geldiği için müdürden bunu yapmamayı talep ettim ama ikna edemedim.
Salon ful doluydu. Konser başladı. Birtakım sıkıcı şiirler ve duygusal konuşmalardan sonra beni anons ettiler. En kötü orkestranın ayağa kalkmamasını kabul ettirebilmiştim. Seyirciyi selamladım ve yerime geçtim.
Çok iyi bir konser oldu. Görselde dediği gibi halkı coşturdum. Onlara istediklerini verdim. Bol bol harkeketli türkü ve nokta atışı slow parçalar verdim. Bacak veremedim. Bilmiyorum belki sololar içerisinde beğendikleri birileri vardır. Konserden önce herkese siyah ağırlıklı giyinmelerini söylemiş olmama rağmen bir tanesi Bolu yerel kıyafeti olan bindallı giymiş gelmişti. Ne yapacaktım! Onu çıkartmayarak ufak bir krize sebep olabilirdim. Artık insanları gütmekten bıkmıştım. O kadar söylemiş olmama rağmen yine birisi prim peşindeydi. Lanet olsun bu insanlara! Konserden sonra bırakacağım kesin olduğu için bir şey demedim.
Çıktık yaptık. Herkes mutlu gibiydi. Ritmci adama üzülüyordum. Yeni eleman darbuka ve davul çalıyordu. O ise bendir çalıyordu. Bir parçada bendiri ona vermesini talep ediyordum. Adam meğersem bunu gurur yapmış. Hiç aklıma gelmiyordu çünkü çalışmalarda veriyordu. Son saatte çekti gitti. Neyse, onun adına sevinmiştim. Tepkisini koymuştu.
Sonra bir kutlama yemeği yaptılar. Her konserden sonra böyle olurdu. O yemekte her zamanki gibi çok sıkıldım. O yemekte yeni yeni insanlar gelip beni tebrik ediyorlardı. Disiplinime hayran kaldıklarını ve en kısa zamanda koroya katılmak istediklerini söylüyorlardı. Aslında tüm şartlar benim lehimeydi. İstediğimi yapabilecek seviyeye gelmiştim ama insanları düzeltmekten o kadar bunalmış ve sıkılmıştım ki daha fazla orada kalmaya niyetim yoktu. O yemek biraz da beni devam etmeye ikna etme yemeğiydi. Ama ertesi gün müdüre gittim ve kararımın kesin olduğunu söyledim. Müdür o seneyi kurtarmıştı. O yüzden rahattı. Fazla ısrarcı olmadı.
Bu da böyle bir anımdı. Toplulukları düzeltmeye, bir rotaya sokmaya çalışmak üstesinden gelebileceğim ama hiç meraklısı olmadığım bir şeydi. Onu anlamıştım. Gerçi anlamış mıydım? Daha sonraki yıllarda birçok kez böyle şeylerle karşı karşıya kaldım. Bunların hepsi bana önerilen, giderek dayatılan şeylerdi. Bazıları siyasiydi. Hepsini aynı disiplinle yaptım. Her şeyi zamanında yaptım. Kimseyi “Geliyor musunuz?” diye aramadım. Bir de bu vardır: Geliyor musunuz? Gelmezse gelmesin arkadaşım! Sen kararlı ve tutarlı ol, bak nasıl geliyor! Veya gelmiyor! Bana ne! İnsanları yontmanınn getireceği “statünün” “maliyeti”, benim karşılamaya gönüllü olduğum bir şey değil. İnsanlarla uğraşılmaz! Onlar tamir olmaz!
Mesleğim İngilizce öğretmenliği olmakla beraber, bu sitenin İngilizce öğretmenliğiyle alakası yoktur. 2008 yılından beri blog yazarlığı yapıyorum. İlk başlarda sadece sinema yazıyordum. Sonra daha çok siyaset yazmaya başladım. İki, üç senedir ise (şu anda 2016'nın sonundayız) "her şeyi" yazıyorum. Sitenin üstündeki görselin altında yer alan sekmeler benim ilgi alanlarım ve bu alanlarda yazılar yazıyorum. Eski yazılarım, yeni yazılarım hepsi bu sitede olacak artık. Keyifli okumalar dilerim...
Baran Doğan
Sinek İkilisi Ne Demek?
Sinek ikilisi, briçteki en değersiz kağıttır. "Sinek ikilisi muamelesi yapmak" gibi bir deyime malzeme olmuştur. Birisini önemsememek anlamındadır. Kendimle dalga geçmeyi sevdiğim için bu ismi tercih ettim.