Tek Kişlik Ölüm

Vedat Türkali’nin “Tek Kişilik Ölüm” adlı demi-romanını okudum. Demi-roman (demi, Latince yarım demek) diyorum çünkü bu kitabın yarısı her zamanki gibi roman yazmak için yazılmış ama diğer yarısı başka bir amaç için yazılmış. İlk yarısı her zamanki gibi çok iyiydi. Vedat Türkali sıçsa okurum. Adam bu dünyaya “iç dünyaya dalmak için” gelmiş resmen. Ondan iyisi zor bulunur. İkinci yarısı ise baştan sonra bir iç dökme seansı. Neyle ilgili? TKP ile ilgili. Tarihsel, yeraltı TKP’si. O zamanlar Twitter Flood’u olmadığından dolayı yazar içindekileri dökmek için roman yazma yoluna gitmiş. Ama ne iç dökme! O TKP’nin bütün önemli isimlerinin yanlışlıklarını, ahmaklıklarını, hayınlıklarını anlatıyor. Bel altı pek vurmuyor. Bir tek Zeki Baştımar’ın Sevim Tarı’ya yürüdüğünü yazıyor. Bütün bunlar doğru mu değil mi bilmiyorum. Konuyla ilgili ilgisi ve bilgisi olmayanların pek ilgi duyacağı bir kitap değil. Bana bir şeyleri anımsattı bu kitap:

A- Devrim yapma hülyasına kapılan insanlar normal insan değillerdir.

B- O illegal topluluk çoğunlukla büyükşehirlerin orta sınıflarından oluşan küçük bir topluluk oldukları ve herhangi bir başarı şansına sahip olmadıkları için bu insanların birbirlerine sarmamaları imkansızdı.

C- Normal tip olan emekçiler devrime ilgi duyarlarsa gerçekten şaşırırım.

D- Erkekler için diğer erkekler üzerinde söz sahibi olmaktan daha keyif verici bir şey yoktur.

E- İşkencede konuşmak üzerine herkes iyice bir düşünmeli.

F- Stalin’in Hitler’i ve Beyazları yenerken, hiçbir sevimsiz iş yapmamış olmasını beklemek tutarsızlıktır.

G- SSCB, Almanya’dan gelmeyen dünya devriminin TR’den gelmeyeceğini biliyordu.

H- Büyük ve önemli siyasal mücadeleleri verenler gerektiğinde insan öldürülebileceğini çok iyi bilirler.

J- 70’li yıllarda Türkiye’deki sol yükseliş bazı insanların saygıdeğer emeğine rağmen yeterince politik bir temel oluşturamamış ve neredeyse bir moda boyutunda kalmıştır.

Romanda en çok hırpaladığı üç TKP’liyi görüyoruz. Sırayla Laz İsmail, Zeki Baştımar ve Reşat Fuat Baraner… En çok hakareti Laz İsmail (Bilen) görüyor. Onunla ilgili yazılmış şeyler yenilir, yutulur türden değil. Sonra Zeki Baştımar geliyor. Bu ikisi genel sekreterlik yapmışlar. Zeki Baştımar’ın özellikle poliste verdiği bilgilerden çok bahsediliyor. Reşat Fuat Baraner bildiğim kadarıyla genel sekreterlik yapmadı. Atatürk’ün teyzesinin oğludur. Buna rağmen hem de Atatürk yaşıyorken işkence görmekten kurtulamamıştır. O da epeyce kalaylanıyor. Dediğim gibi bu yazılanların ne gerçek ne de yalan olduğunu bilebiliriz. Vedat Türkali de 1950’den önceki o 200 orta sınıftan biriydi sonuçta. Bana göre bir gizli devrimci örgüte en son alınması gereken kişi roman yazarıdır. Yani ülkü ocakları başkanı bile ondan sonra gelir. Devrimci örgüte fazla sorgulama yapmadan enerjik bir şekilde çalışacak adam lazımdır. Bu da (başarılı) roman yazarının başaramayacağı bir şeydir. Durur, karar alan şefi gözlemler, onun iç dünyasına girer. Sonra karar elde patlayınca yerinde duramaz ve mekanizmaya zarar verir. Örgütün kapısının içeriye sokmamak lazım (başarılı) roman yazarını…

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Sinema mı, Edebiyat mı?

*Sinema ve edebiyat… Hangisi daha iyi? Hangisi daha güzel? Şeylerin ayrı ayrı değerli olduklarını öne sürmenin “bazen” zihinsel faaliyetten kaçmak için olduğuna inanırım… Kategorize etmek, sıralamak manyaklık değildir. Bazen oldukça faydalı olabilen, kişiye küçük aydınlanmacıklar yaşatabilen bir işlerdir bunlar. Şeyler ayrı ayrı değerlidir… Bulgur pilavı da ayrı değerlidir, sebzeli soslu antrikot yemeği de ayrı değerlidir. Bu arada ikisine de taparım ama bunlardan biri diğerinden daha değerlidir. Bunu dile getirmekle bulgur pilavı tarihe karışmıyor. Sadece dile getirmiş oluyoruz. Bunu öğrenmek için ölen birileri vardır belki…

*Sinema mı edebiyat mı? Bu ikisinin de sıkı hayranı bol. Bazılarına göre hiç tartışmaya gerek yok, kendi tercihleri elbette daha değerli/güzel. Bazıları ise fikir beyan etmek istemiyor. Ben edebilirim. Bunu duymak için ölen birileri vardır belki. Edebiyat diyorum.

*Aslında edebiyattan kastım romandır. Edebiyatın diğer türlerini dahil etmiyorum bunun içine. Yani kendi adıma konuştuğum için böyle yapıyorum. Roman yazmak en sıra dışı insan etkinliklerinden biridir bana göre. Savaş çıkartmak, devrim yapmak, karşı devrim yapmak, aşık olmak, üremek, devlet kurmak, çok önemli bir şeyi icat etmek, bir sporu başka bir seviyeye çıkartmak, akılalmaz bir seyahat yapmak gibi bir şeydir roman yazmak.

*Bunu öne sürüyorum ama hayatımda sinemaya, romana ayırdığım vaktin 10 katını ayırmışımdır. Pişmanım. Bugün olsa yapmazdım. Keşke o vaktin %71’ini romana ayırsaydım. Kafamı seveyim.

*İkisi birbiriyle temel mantık olarak aynı şey aslında. Bir kurmaca oluşturuluyor… Bir şey anlatılıyor. Sinemada göstermek zorunda olmak başka birçok faktörü devreye sokuyor. Bunların avantaj yanları da var ve bana göre dezavantaj yanları da var.

*Sanat dalları ile ilgili konuşurken bir ayrımı yapmanın elzem olduğuna inanıyorum. Yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki ayrım ortaya konmalı. Popüler sanatları sanat bile saymayan insanlar vardır. Terbiyesizlik etmiş olmamak için susmayı tercih ederler. Sanat olmadıklarını öne süremem ama yüksek sanatlarla kesinlikle ayrı değerlendirilmeleri gerektiğini savunurum. Sinemada popüler işler ezici bir çoğunluğa sahiptir. Romanda durum nedir? Bu ezici çoğunluğu romanda göremeyiz. Zaten çok az roman yazılır. Bunların para kazandırma durumu da birkaç istisna haricinde söz konusu olmadığı için yazılan romanların, ezici olmasalar da çoğunu popüler sanattan ziyade yüksek sanat içerisine koymakta herhangi bir sakınca göremiyorum.  

*Bir insanın roman yazamaya yönelmiş olması onun normal biri olmadığının kanıtıdır bana göre. En basitinden bir halk ozanının bile normal biri olmadığını düşünüyorum, o halde daha fazlasını söylemeliyim: Başarılı bir roman yazmış bir insanın kafası kırık biri olmama ihtimali epeyce düşüktür. Durup dururken insanın iç dünyasına yolculuk yapmayı düşünmek, bunları zihninden geçirmek, bunları keşfedip başkalarına aktarmak istemek veyahut bunları kendisinin oluşturması üzerinde dikkatle durulmalı.

*Sanat kategorisinden filmler çeken yönetmenler de tekin insan değillerdir ama romana yönelmiş insan yani tek başına kalarak kimsenin dile getiremediği şeyleri ortaya koymayı düşünen bir insan daha bir manyak olmalı gibi geliyor bana.

*Bu arada şeyden bahsedelim, sanat sanat için midir toplum için midir? Bu bana çok saçma geliyor. Sanat sanatçı içindir. Yani alabildiğine bireysel bir faaliyettir sanat. Ve kişinin kendisini tatmin etme dürtüsü en baskın olanıdır. Bütün insanlar ilgi orospusudur! Herkes ilgi görmek ister. Bazıları provoke etmeyi sever. Bazıları sarsmayı sever. Sanatla bunları başarabildiğini anlayan insan yine kendisi bunu istediği ve sanat sayesinde bunları elde ettiği için sanata yönelir. İlla sanatın kendisi için veya toplum için olduğu seçeneklerinden birini seçmek zorundaysak, yani başımıza silah dayamışlar ve birini seçmemizi istiyorlarsa sanat için derdim. Çünkü toplum sanattan anlamaz. Yani yüksek sanattan. Hiçbir şeyden anlamaz. Toplum denen şey bir sığır sürüsüdür. En “ikna edici” kabadayı, o sığırları güder. Yüksek sanat 2021 itibarıyla çok az sayıda insanın hakkını verebileceği bir şeydir.   

*Bazı sanatçılar aynı zamanda sığır sürüsünü kurtarma hülyalarına da sahip olabilirler. Onların eserlerinde bunların izleri görülebilir. Ama bu, onlar böyle insanlar oldukları içindir. Düşünce dünyalarından bunlar geçtikleri içindir. Böyle olması gerektiği için değil. Dedik ya roman iç dünyaya dalmak gibi sıra dışı bir faaliyet, o iç dünyaya dalınca da karanlık tarafla karşılaşmamak imkansızdır. Örnek olarak Sevgi Soysal ve Sabahattin Ali’yi öne sürmek istiyorum. Toplumu kurtarma hülyalarına sahip oldukları bilinen bu iki insanın romanlarında karanlık tarafları bal gibi görüyoruz. Umutsuzluk ve hayal kırıklığı var bunların romanlarında. Propaganda çalışması olmayan bir romanda zaten bu ikisinin olmaması bence mümkün değildir.

*Sinemanın çok pahalı bir sanat dalı olması onun en büyük dezavantajı. Bugün bir film çekmek için milyonlarca liraya ihtiyaç vardır. Bunu bir şekilde bulmuş olan bir insanın gerilimini hayal edebiliyor musunuz? Bugün TR’de, ilk filmini çekmek için ev, araba, köydeki arsa, annenin babanın birikimi falan ne var ne yok satmış olan ve sanat sineması para kazandırmadığı için mahvolmuş olan bir sürü vardır. Bir tanesiyle ben tanıştım. Geçmiş ve gelecek 10 senesinin gittiğini söylemişti. Bunlar hep sinema üzerinde etkili oluyor.

*Sinema üzerinde etkili olan bir diğer faktör de geniş kitlelerin onu sevmesi, ona ilgi göstermesidir. Bu, kötü bir şey midir? Böyle olunca politik faktörler devreye giriyor ve sinema üzerinde büyük bir baskı kurulmasına sebep oluyor. Devreye giren bir diğer faktör de para faktörüdür. Kısa yoldan para kazanmak isteyen yatırımcılar sinemaya yatırım yapıyorlar ve sığır sürüsünün görmekten hoşlandıkları şeyleri çekmek için yönetmen üzerinde yani film bir sanat eseriyse onun sahibi üzerinde baskı kuruyorlar. Safa Önal 395 senaryo yazmıştır. Akıl almaz bir şey. Zavallı Metin Erksan, kendi parasıyla “Sevmek Zamanı”nı çekmiştir ama onu gösterime sokamamıştır. Üstelik filmde politik bir sakınca da yoktur. Ama insan yaratıcıdır ve mücadelecidir. Yanlış anlaşılması şimdi, az sayıda insan böyledir. Bu az sayıdaki insan ne yapıp ne edip bu dezavantajları yenip ortaya iyi filmler koyabilmektedirler. İyi ki varlar diyorum ama biliyorum ki bu çabaların bir karşılığı olmuyor.

*Sinemanın kolektif bir sanat olması da bence dezavantajdır. Film çekilirken neredeyse 100 kişi çalışır. Bir insanla herhangi bir bağ geliştirmek asgari de olsa bir ödünü barındırır. Buna inanıyorum. En star “auteur” yönetmenler bile filmin çekimi esnasında ödünler verirler.

*Şu bahsettiğim dezavantajlara roman sahip değildir. Sinema kadar yakıcı derecede sahip değildir. Yazar roman yazarken kendisiyle baş başadır. Sınırsız bir özgürlük alanına sahiptir. Kendisini frenleyecek en önemli şeyler yine kendisinin tercihleridir. Ne güzel! Yönetmenin arayıp da bulamadığı bir şey. Zaten çok satmayacaktır. Zaten hayatını romandan alacağı para ile geçindirmiyordur. Gerçi bilmiyorum yayınevinin, editörün müdahalesi ne kadardır ama yapımcının yönetmene yaptığından daha fazla değildir.

*Günümüzde tamamen kendi iradenizle bir roman yazıp onu paranızla bastırabilirsiniz. Veya kitapyurdu sitesine ücretsiz yükleyebilirsiniz. Bir roman yazmış ve onu bastırmış olursunuz. En sıra dışı insan etkinliklerinden birini yapmış olursunuz. Büyük ihtimalle insanların dikkatini çekmeyecektir. Yarışmalara katılabilirsiniz. Bir şekilde keşfedilme ihtimaliniz sıfır değildir işte. Film çekmek ise imkansıza yakındır. Hele hele tamamen istediklerinizi yansıtabildiğiniz bir film çekmek star yönetmenler için bile neredeyse imkansızdır. Orta karar bir romancı suç işlememek şartıyla istediğini yazabilir.    

*Sinemaya takıntı düzeyinde bağlı iken elbette yönetmen olma hayallerine sahiptim. Bunun için hikaye düşünme boyutunda bir şeyler yapmadım da değil. Ama bunun imkansıza yakın olduğunu o zamanlar bile görüyordum. Roman okuyuculuğuna (10 sene planladıktan sonra) başlayınca da roman yazma hayallerine kapıldım. Ama bu sefer imkansız olmadığını biliyorum. Yazmaya ufak ufak da başladım zaten. İki, üç sene sonra elime alabileceğimi düşünüyorum. Elimden geleni yapacağım ama bir kapı bulamazsam kendi paramla bastırırım veya kitapyurdu sitesine veririm. Bir romanım olacak ama bir filmimin olması mümkün değildi.

*Teknolojik gelişmelerle birlikte film çekmek de belki daha insani maliyetlere inebilir. Şu anda kameralar ucuz. Kevin Smith’in 90’larda yaptığı gibi arkadaşlarınızla bir film çekip Youtube’a yükleyebilirsiniz ama dağıtım tekellerini size ilgi göstermeye ikna etmek an itibarıyla imkansız olmaya devam ediyor, uzunca bir süre de imkansız olmaya devam edecek gibi duruyor. Hayvan gibi yaratıcıysanız bir şey diyemem.

*Bence sinemanın sahip olduğu gösterme olanağı romanın tam olarak da daha değerli olmasını sağlayan şey. Romanda göstermiyorsunuz. Okuyucuyu zihin emeğine çağırıyorsunuz. Yarattığınız evreni ona sunuyorsunuz, o da o evreni kendi içinde yaratıp içinde dolaşmaya başlıyor. Bu büyüleyici bir şey bana göre. Bunun iyisini yapmak ne zor olsa gerek! “Sonbahar” filmindeki meşhur iskele sahnesini hatırlayalım: O sahnede seyirci bir bakıma edilgen. Kendisine hadi dayatılan demeyelim de gösterilen bir şey var. Gösteriliyor. Adres tarif ediliyor. Gidilecek yer belli. Erkan Oğur müziğin kaydedilmesine karşıdır. O anda, etraftaki üç beş kişiyle canlı olarak tüketilmelidir müzik ona göre. Uber fantastik bu düşünceden hareketle diyorum ki bir gün yönetmen olsaydım ve deneysel bir “film” çekmek isteseydim siyah ekrana sadece cümleler yansıtan bir film çekerdim. Hatta tek bir cümle yansıtırdım. “Adam eve girer!” Sonra 90 dakika boyunca (bir film ortalama 90 dakikadır) simsiyah bir ekrana seyircileri baktırırdım. Kendileri inşa etsinler kurmacayı…

*Sinemayı o kadar da eşeğin şeyine sokmak niyetinde değilim. Değerinin farkındayım. Hatta göstermek demişken, filmlerde diğer ülkelerin sokaklarını, yaşantısını görmeyi seviyorum. Okumak için belirlediğim 150 önemli romandan 74 tanesi kaldı. Onlar bitince tekrar sinema seyirciliğine döneceğim. Şerefimle Mubi üyesi olup oradan haftada iki tane falan film izleyeceğim. Ana akım sinemaya beş dakika bile bulaşmak istemiyorum. Romanın en sıra dışı insan faaliyetlerinden biri olduğunu düşünmeye devam edeceğim. Hala aklım almıyor! Bir insan nasıl olup da 400, 500 sayfa yazı yazıp orada bir evren oluşturmak istiyor! Alternatif bir hayat oluşturmayı hayal edebiliyor!  

*Sinema ve edebiyat bazen ortaklık geliştirir. Ben buna karşıyım. Roman uyarlaması filmler genelde hayal kırıklığıyla sonuçlanırlar zaten. Az sayıda iyi örnek çıkar. Kurmacasının yaratıcılığı onaylanmış bir eseri alıp kullanmak bana dürüstçe gelmiyor. O yüzden en sevdiğim yönetmenler senaryolarını kendileri yazanlardır. Kendisi yazamıyorsa bir senariste yazdırsın, sıkıntı yok. Ama gidip de insanların ilgi gösterdiği bilinen bir eseri alıp sinemaya uyarlamak… Nasıl, başarılı örnekleri olmasına rağmen cover müzikleri sevmediğim gibi bu olayı da sevmiyorum.

*Word’de üç sayfa yazı yazdım ama hala söylemek istediklerimi söyleyememiş gibi hissediyorum kendimi. Neyse budur! Sinema iyidir hoştur ama çevresi kötüdür. Sinema, öğrenci konseyine aday olup kazanan, lisede flört etmeye başlayan popüler öğrenciyken; roman en arka sırada tek başına oturan asosyal 31’cidir.  

Sinema kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Kemal Tahir Gerçekleri Nasıl Çarpıttı!

Kemal Tahir’in “Devlet Ana” romanında gerçeklerin çarpıtıldığını ben de düşünmüştüm. İlk Osmanlıları makul, akıllarında talan/yağma olmayan topluluk gibi göstermişti. Mecbur kaldıkları için savaşmak zorunda kalmışlardı. Bu zorlamaydı. Ayrıca 15. yüzyılında kalmış bir topluluğun yağmacılığından utanıp, bunları inkar etmeye gerek yok. Herkes öyle o zamanlar. “Yorgun Savaşçı”yı çok beğendim. Zaten benim Türkiye’nin 1800’lerden sonraki yolculuğuyla ilgili düşüncelerim vardı. Bunları orada buldum. Çarpıtılan tarih neydi? Bana göre yoktu. Bazı tarihi kişiliklerin, örneğin Bekir Sami Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Atatürk’ün cümleleri, maceraları vardı, bunlar mıydı çarpıtılan? Bunların önemi yok. TR’nin Batılılaşma çabaları, Abdülhamit’in yarattığı çelişkiler, o 10 bin asker/bürokratın bu çelişkilere yanıtı, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçları, TR’nin bu savaşa bilerek ve isteyerek girmesi, neredeyse bütün Ermenilerin öldürülüp mallarına el konulması, bütün Rumların bu sefer akıllıca öldürülmeden kovulmaları ve yine mallarına el konulması, Atatürk’ün fırsattan istifade ederek yaptığı radikal düzenlemeler, istibdattan kaçanların başka bir istibdata tutulmaları ve bütün bunlar olurken gerçekleşen (sikko) burjuva devrimi. İki gruba ayrılmış 20 bin asker/bürokrat elitinin yaptığı karşılıklı siyaset… Bunları romanda buldum. O yüzden beğendim romanı. Şimdi üşenmiyorum ve romanın bir bölümünde karşımıza çıkan Alman arkeologun tiradını yazıyorum. Bu arkeologun tiradı Osmanlı toplumuyla Batı toplumu arasındaki farklılıkları çok iyi özetliyor bence:

“…Bu yüzden Adana, Küçük, Büyük Menderes ovaları gibi verimsiz ovalarınız ancak 19. yüzyılın ortalarında tarıma açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı. Bu özellikteki topraklarda, Batı’da olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde batı anlamında feodalitenin bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir feodal böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi gücüyle sürdüremez. Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten Batı’da devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı bir araç haline geldiği halde sizin devlet ana ödeviyle toplumu ihya edicidir. Yani Batı’da devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuştur ama Doğu’da devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi talancılıkla suçlarken Batı kültürünüzle, Batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda ilkçağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal bir şey yoktur. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten sorumlu olanlar bir dakika önce en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batı’da bütün monarklar geriliği tuttuğu halde sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri bundandır. Buradaki ilericilik bilinçle imanla kazanılmış bir şey değildir, beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan bir durumdur. Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini, yol şebekelerini, postayı, kervansarayları, okulları, üniversiteleri, merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini, loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenemez. Bütün bu işleri başarabilmek, kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz sırasında despot olmak da zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan hatta despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini ister, hatta bunun için zorlarsınız…”

İşte böyle. Her cümlesine kefil olunamaz ama TR’de bir burjuva devrimi olmadığını gösteriyor. Çünkü burjuva yok. Sınıf yok. Halk bir sığır sürüsü… 20 bin asker/bürokrat var, bunların karşısında ise zenginden fakire halk var. Halkın içindeki zenginler, önemli politik süreçlerde maddi çıkarını savunan bir politik güç olarak dahil olmuyorlar. Edilgenler. Hala bu zenginler yaşam tarzları kendilerine benzeyen insanları hükümette görmek istiyorlar. Yaşam tarzı ve kimliklere bakıyorlar. Bir padişah olsa ve onlar gibi yaşasa itiraz etmezler. Halk zaten sığır sürüsü olduğu için her şeye eyvallah der…

siyaset kategorisine gönderildi | Yorum yapın

TR’de Siyaset SİKİ Üzerinden Yapılır

Türkiye’de siyaset SİKİ üzerinden yapılır ✍?Yani simge, imge, kimlik ve imaj kelimelerinin baş harfleri. Kimileri buna maneviyatı (M) da ekler. Ekonomik kaygılar, sınıfsal refleksler bunlardan sonra gelir ? Abdülhamit’in torunu bir hareketler, bir şeyler yaptı, birileri ona “Şehzadem!” diye bağırdı ??? Veya halifelik meselesi. İlan edilecek diye geceleri uykuları kaçanlar var ??Yeni anayasa tartışmalarındaki “yeniden kuruluş” ibaresi… ? Cumhuriyet yıkılır mı? Raa tolun, biraz esnek olun. Cumhuriyet, siksen yıkılmaz ? Ak Parti’nin Osmanlıyı tekrar ilan edeceğine ve babadan oğula mutlak iktidarın geçeceği bir düzeni getireceğine gerçekten inanıyor musunuz ? 2021 itibarıyla biraz akıllı ve etkili bir erkek birey zaten seçimleri kazanıyor. 1700’lerden itibaren tek başına her şey üzerinde etkili olan padişah sayısı üçtür. IV. Murat, II. Mahmut ve II. Abdülhamit ??Yedirmezler, raa tolun. Halifelik… Yarın bir gün halifelik tekrar ilan edilebilir? Tüm dünyaya rezil olmak pahasına olsa da bu yapılabilir ama o kişinin tüm dünya Müslümanları üzerinde etkili olacağına ve Türkiye’deki dindar yaşamı şaha kaldıracağına inanıyor musunuz ??‍♂️ Varken kimsenin siklemediği bir kurumdu halifelik ? Abdülhamit’in çöküşü engellemek için tekrar ısıtıp servis ettiği, unutulmuş bir kavramdı ? Kendi topraklarındaki Müslümanların isyan etmelerini bile engelleyememiştir. Bir tek Hint Müslümanlar -İngiliz karşıtlığı için o da- biraz para göndermişlerdir. O parayı da Atatürk ezmiştir ? A: Merhaba Jamal, biz halifeliği tekrar ilan ettik ?? J: Ya bi’ siktir git ? Bunlar hep SİKİ işte ama… Simgeler üzerinden neler yapılabileceğini oturup tartışıyorlar. Birileri de dehşete düşüyor. Cumhuriyet demek Türk milliyetçiliği ? artı modern yaşam (bira, şort, flört) demektir ???? Bunların başına da bir şey gelmez. Cumhuriyet kazandı ✍?Resmiyette değil ama normal hayatta kazandı. Dağılın. Diğerleri şu anda zaten Türk milliyetçiliğinin sahibidirler. Bununla beraber modern yaşamı boğmak için savaşmaktadırlar ama karşı taraf hiçbir şey yapmasa bile kazanamayacaklardır.?İsteseler Selçukluyu, Hun imparatorluğunu falan tekrar ilan etsinler… Kayı beyliğini falan ama durun bir dakika, Kayı beyliği bunlarda kaldı zaten. Raa tolun, esnek olun. Bir bira açın, sonra da yerli kanallardaki dizileri açın ve biraz bacak seyredin? Tinder’da 35 kişiyi sağa, 45 kişiyi sola yatırın ? Asgari ücret, rant ekonomisi, liyakat karşıtlığı, trafik kuralları, yere çöp atmamak, doğaya saygı, hayvan sevgisi… Bu gibi şeylerde iki tarafın da SİKİ’si benzerdir ?

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Kadınlarla Erkeklerin Arasındaki Dindarlık Seviye Farkı

Kadınların dine zaafı var!

Evet, böyle düşünüyorum…

İstediğiniz kadar skandal ayet, hadis falan gösterin; “tarihsel” gerçeklerden dem vurun bir işe yaramıyor. Bir kadının net, kararlı, deklarasyoncu bir ateist olması gerçekten çok zor. Öyle görünen kadınların bir bölümü bile ölüm, hastalık, çıkışsız durum gibi anlarda bu zaafa yenik düşüyorlar.

Zeki Demirkubuz’un “Kader” filmindekio meşhur sahnede, Bekir Uğur’a ne diyordu? “Herkesin inandığı bir şey var şu amına koduğum hayatında! Benimkisi de sensin! Ne yapayım…”

Peki, herkesin inandığı bir şey mi vardır bu amına koduğumun hayatında?

Bunun evet veya hayır gibi tek bir cevabı yok. Evet, insanların çoğunun inandığı bir şey var bu hayatta ama o şey onlar için ne anlam ifade ediyor ve ne kadar önemli? Ve de kadınlarla erkeklerde durum nedir?

İlk cümledeki (hafif provokatif) cümleye ben içgüdülerimle varmıştım yine. Sonra biraz araştırma yaptım ve bilimsel araştırmalar sonucunda da bunun böyle olduğunu gördüm.

Din, dindarlık, öteki dünya, ibadet, bir siyasal kimlik olarak din… Bunlar farklı şeyler ve bunları değerlendirirken farklı şeyleri göz önünde bulundurmalıyız. Ayrıca üç büyük dinde durumlar farklı olabiliyor. Hristiyanlıkta dinin toplumsal yaşama etkisi Müslümanlıktaki gibi değil. Yahudiliğin siyasal bir kimlik olarak geçmiş olduğu süreçler diğerleriyle oldukça farklı. Müslümanlıktaki kadın erkek ilişkileri diğerlerinden çok daha farklı. Falan… Bunlara, o araştırma ayrı ayrı değiniyor. Şunu ekleyeyim ama o araştırma, kesin bir sonuç olarak tüm dünyada kadınların erkeklerden daha çok dine “bağlı” olduklarını ortaya koyuyor. Hristiyan dünyasında büyük farklar gözükürken, İslam dünyasında genelde eşite yakın çıkıyor. İslam dünyasında erkeklerin önde olduğu ülkelerin hiçbirinde fark iki puanı geçemiyor. Yahudilerde erkeklerin bağlılık oranı kadınlardan oldukça fazla, bu da 2021 itibarıyla –üzülerek söylüyorum- hala bir erkek işi olan siyasetin Yahudilikte dinle ne kadar iç içe geçmiş olduğunun bir kanıtı.  

Benim kadınlarda bir zaaf olarak gördüğüm şey dini inancı da kapsayan bir metafizik şeyler merakı. Yani bence inançlı olmakla, burçlara inanmak arasında önemli bir fark yoktur. Bunu, bir zihinsel faaliyet olarak ele alıyorum, fayda zarar maliyeti açısından değil. Nazara inanmakla, öldükten sonra dirilip cennete gideceğine inanmak arasında uçurum yoktur bana göre. Veya rüyaların etkisinde kalmak… Gördüğü rüyalardan geleceğe dönük mesajlar çıkarmak, rüyalara bakarak günlük işlerinde konum almak… Sizce bu durumda kadınlarla erkeklerin durumları nedir? Kim bunları daha çok yapıyor? Hayırlısı neyse o olsun, hayırlısı değilse olmasın… Hızır işleri falan… Geçenlerde bir Alevi evine misafir oldum. Kadın, sendika aktivisti, (olabildiği kadar) HDP aktivisiti “Ben hiçbir şeye inanmıyorum ama Hızır’a inanıyorum bir tek!” dedi bana. Lokma ikram etti. Lokmaya bayılırım. Sorgulamadım ve gömdüm lokmayı. O zaman Bekir haklı mı? Herkesin (her kadının) inandığı bir şey var şu geçmişini sevdiğimin dünyasında… Yakın çevremdeki erkeklerin hepsi kararlı, tereddütsüz ateist. Böyle çok insan tanıdım. Sol çevrelerden olmayan, ne bileyim Atatürkçü, liberal, ANAP’lı erkekler falan. Bunların içerisinde ateist erkek çok tanıdım. Veya toplumsal ilişkilerden dolayı bunu rahatlıkla deklare edemeyen ama iç dünyasında bu şeylere itibar etmeyen çok erkek tanıdım ama dar sosyalist çevreler haricinde hiçbir yerde böyle kararlı ateist kadına, erkekler kadar rastlamadım. O kadınların bir bölümünü de ölüm, doğum, hastalık, zor durum gibi anlarda yelkenleri suya indirdiklerine de şahit oldum.

Yani kadınların metafizik şeylere zaafları var. Zaaf kelimesi hoşa gitmeyebilir. Meyil diyelim.

Peki, bu durum toplumsal mı fizyolojik mi?

Kadın ve erkek beyinlerini inceleyen kitapları okuduktan sonra adeta yeniden doğmuştum. Farklıyız ve kıyamete kadar da farklı olmaya devam edeceğiz. Duygu durumlarımız üzerinde oldukça belirleyici olan hormonlarımızın seviyeleri arasında uçurum var. İki milyon yıl sonra belki eşitlenecek, bilemiyorum. Ama insanlık tarihinin geldiği 2021 itibarıyla bu durum böyle. O halde dine (metafizik şeylere) olan yaklaşım üzerinde de beyin fonksiyonları etkili olmuş olmalı.

Araştırma bu konuda çok fazla bir şey yapmıyor çünkü bu işin uzmanı değil ama bu konuyu internetten araştırırken başka bir araştırmayla karşılaştım. Kadınların daha dindar oldukları evrensel gerçeğinden hareketle bu durumun testosteron seviyesiyle alakalı olabileceğini düşündüklerini ifade ediyorlar. Erkeklere özgü rasyonel davranamama ve direkt amigdalaya erişme olayı da bu sonuç üzerinde etkili olabilirmiş.

Toplumsal boyutu da yoktur demiyorum. Ama bence iş beyin çalışma biçiminde bitiyor. Öyle olmasa kadın esir almanın meşru olduğu İslam coğrafyasında kadınların dine yüz vermemesi gerekirdi ama veriryorlar. Bayılıyorlar. Hayırlısı neyse o olsun, hayırlısı değilse olmasın ama hayırlısıysa olsun…

BÜYÜMEK HAYAL KIRIKLIĞI

Burada kendi uydurduğum bu kavrama dikkatleri çekmek istiyorum: Büyümek hayal kırıklığı… Günümüzde 80’li yıllarda çocuk olanların mis gibi doğalgazlı evler varken sobayı özlemelerini ne ile açıklayacağız? Soba baş belası bir şeydir. İnsanı hayattan soğutur. Yaşam kalitesini dibe çeker. Sobayı yakmakla yükümlü olan kişiler için ama… Her insana çocukluğu çok iyi gelir. Önemli bir travma, canavar bir ebeveyn falan yoksa çocukluk insanın hayatının en mutlu dönemidir. Büyümek hayal kırıklığına uğrayan insan (neredeyse hepimiz) o eski günlerdeki mutluluğu özlüyor ve bir sembol olarak soba, sikindirik perde, ömür törpüsü lastik ayakkabı, sikko kalem açacağı gibi şeyler aracılığıyla bu özlemini yansıtıyor. Bu insanlar bir şekilde gelişmemiş bir ilçede yaşamaya başlasalar üç günde sobaya ana avrat küfretmeye başlarlar ve bir şekilde büyük şehirlerdeki doğalgazlı evlere kapağı atmanın yolunu ararlar. Banyodan sonra; kurulanıp, giyinip de sobanın olduğu alana gelirken yaşanılan berbat hissi duymamak için haftada bir banyo yaparlar.

Yani burada bahsedilen büyümek hayal kırıklığı hemen hemen herkeste vardır. İnsanların çoğu aradığını bulamaz. Zenginler hariç yoksullar veya alt orta sınıflar için hayat pek zevkli değildir. İşte bu insanlara büyümek hayal kırıklığını bir nebze unutturacak bir şeydir din… Marx’ın “halkların afyonu” dediği din aslında onlara iyi gelen bir şey anlamındadır. Yanlışım varsa düzeltilsin… O yüzden din insanlara iyi gelir. İyi gelebilir. Hayata anlam katma konusunda işlevli olabilir. Dinin hep siyasal boyutu öne çıkarılır ama psikolojik boyutu da önemlidir. Bir de bu yazımızla pek alakası olmayan, insanın kendisini bir topluluğa ait hissetme boyutu vardır ki o da epeyce önemlidir.

Büyümek hayal kırıklığını kadınlar erkeklerden daha çok yaşarlar. Dünyanın her yerinde depresyona girme oranlarında kadınlar erkeklerden daha yüksek oranlara sahiptir. Dünyanın her yerinde kadınların daha fazla adaletsizliğe uğradıklarını bilmiyorum söylemeye gerek var mı… Hem eksikliği hissedilen hayata anlam katma olayı hem de yakıcı adalet sorunu için din işlevli olabilir.

Herkesin inandığı bir şey vardır şu hayatta! Ama artık bu pek işlemiyor. Hem insanları gözü açılıyor, hem de her şeye rağmen, tarihsel olarak insanlık iyiye gidiyor. Yani yavaş yavaş bu işler geride kalıyor. Kısa sürede değil ama orta ve uzun vadede bugün bildiğimiz anlamda bir dinin kalmayacağını düşünüyorum. Ama insanlar yine bir şeylere inanmaya devam edebilir şu amına koduğumun hayatında. Bugünkü dinler gibi hayatı direkt ve çok fazla etkileyen bir şey olmazsa o şey, kim takar bu durumu… Varsın inansınlar… İster Yoga yapıp “içerindeki barış sesini” duymaya çalışsınlar, ister “içlerindeki çocuğu” büyütmemek için mücadele etsinler, ister evlerinin eşyalarını Feng-Şui felsefesine göre döşesinler, ister her insanın kalbinde gömülü olarak geldiklerine inandıkları sikkoherbal ağacını sulamaya çalışsınlar… Charles Bukowski’nin “Women” romanındaki bir karakterin vajinasında Dryer Baba adlı bir ruh vardı. Bu ruh Bum’ın oraya girmesini engelliyordu her seferinde. Bum bununla çok dalga geçiyordu esasında. Dryer Baba ve Dryer Babalar bir gün gelecek hem vajinalardan hem de hayatlarımızın her yerinden çıkacaklar! Her ülke şimdinin İsveç’i gibi olacak. O zaman acaba yine birileri Hızır’la İlyas’ın buluşmalarını bekleyecek mi? Herkes benim yakın çevremdeki erkekler gibi mi olacak? Çok merak ediyorum…

Not: Yazıyı hiç durmadan yazdım. Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Alakasız Not: Dünyanın değeri 5 katrilyon dolardır.      

siyaset, Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

“Büyük Gözaltı” Romanı ve Düşündürdükleri

Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı” romanı, kendisinin “Viski” romanıyla beraber okuma listemde yer alıyordu. “Viski” romanı internette yer alan “En İyi 100 Yerli Roman” listesinin 99. sırasında yer alıyordu. O romanı okumuş ve çok beğenmiştim. Kafka’nın “Duruşma”sına benzeyen bir romandı. Kafkaesk bir atmosfere sahipti. Kafkaesk atmosfer herkese hitap etmez. Bana eder. “Viski”de Kafkaesk atmosfere eşlik eden, biz TC vatandaşı okuyucularının çok iyi bildiği yerli unsurlarla çok iyi harmanlanmıştı. Tadına doyum olmaz bir romandı “Viski”

“Viski” ile ilgili yazdığım yazıda Çetin Altan’ın okuduğum romanı sayısının, okuduğum köşe yazısı sayısından fazla olduğunu yazmıştım. Yani bir tane bile köşe yazısını okumamıştım. Oysa dünya rekoru onda olmalı. 1952 yılından öldüğü 2015 yılına kadar kısa aralıklar dışında hep köşe yazısı yazmış. Bir tanesini bile okumadım. Çünkü ben köşe yazısı okumam. Dört senelik aktif siyaset hayatım haricinde de gündelik politikayla ilgilenmedim.

Çetin Altan’dan okuduğum roman sayısı iki oldu. Bari bir iki önemli köşe yazısını okuyayım. Bu arada “Kara Kitap”taki meşhur Celal Salik’in Çetin Altan’ın bir uyarlaması olduğu söylenir.

“Büyük Gözaltı”, “Viski”nin benzeri. Aynı şekilde “Duruşma”ya benziyor ve de yerli unsurlar romana ustaca yedirilmiş. Bence “Viski” biraz daha iyi bir roman. Çetin Altan’dan bir roman okunacaksa bence “Viski” okunmalıdır.

“Duruşma”nın K’sı gibi, bu romandaki kahramanımız da hemen romanın başında gözaltına alınıyor. Hatta roman işkence odasında başlıyor.

12 Mart’ı takip eden yıllarda gözaltı, işkence romanları yayınlanmıştır. 12 Mart, 12 Eylül gibi geniş kesimleri değil genellikle sol örgütlerin önemli insanlarını etkilemiştir çünkü sol henüz o kadar yaygın değildir. Aleviler, 70’li yıllarda sola büyük kitlesel destek vermeye başlamışlardır bu arada. Sevan Nişanyan’a ve bana göre solun kitlesinin büyükçe bir bölümü Alevidir. Bunu ölçmedim. Sadece gözlemlemiştim, Sevan Nişanyan da böyle olduğunu düşündüğünü söyleyince gözlemimin başkaları tarafından da gözlemlenmiş olduğunu öğrenmiş oldum. 12 Mart faşizminin ilgi alanına giren sol örgüt mensuplarının yaşadıkları edebiyatın da ilgi alanına girmiştir.

“Büyük Gözaltı”nda Kafkaesk unsur olarak absürtlük de yer alıyor. Klostrofobiye eşlik eden bu absürtlük unsuru romanı “sinir bozucu” bir roman yapıyor. Bazı insanlar roman okurken (veya film izlerken) rahatsız olmaktan, sarsılmaktan hiç hoşlanmazlar. Ben de onları anlayamam. Daha doğrusu anlarım elbette. Ama kurmaca eser aracılığıyla sarsılmak bence çok iyi bir şey ve bunu başarabilen roman sayısı da pek fazla değil. Bundan hoşlanmayan insanlar genelde kadın oluyorlar. Bunu de belirtmeliyim.

BG bizi sarsıyor. Çok iyi yapıyor.

BG’de altını çizmemiz gereken bir şey var. Bize büyük gözaltı yapan kurum sadece devlet değil, ailemizdir de. Ayrıca bu ailemiz bize çocukluğumuzda travmalar yaşatırlarsa allah onların belasını versindir. Romanda bunun da altı çiziliyor. Kahramanımızın “Viski”de bir adı vardı hiç olmazsa: Rezil Köpek! Bu romanda Bay K veya Rezil Köpek gibi bir adı bile yok. Kahramanımızın klostrofobini yaratan şey en az devlet kadar çocukluğudur da. Ve de ergenlik/ilk gençlik yıllarıdır…

O zaman…

ANADOLU CİNSELLİĞİ

Birçok roman eleştiri yazımda değindim buna. Anadolu cinselliği denilen şey dünyanın en acıklı şeylerinden biridir. Nice koç yiğidi ve de nice taze gelini mahvetmiştir o… Cinselliğe erişimin sıkıntılı olduğu bir toplumun vay haline! O toplumun erkeklerinin ve de onlardan dolayı kadınlarının vay haline! Kahramanımız da cinselliğe erişmek istiyor (doğal olarak) ama erişemiyor ve bir sürü yalan yanlış şeyden dolayı bu konuda travmatik bir hayat sürüyor. İlk gençlik yıllarında biten romana bakarak, ileride de süreceğini tahmin edebiliriz.

Ancak!

Altını çizmemiz gereken başka bir şey daha var. Bu, otobiyografik bir romandır. Herhangi bir röportajını okumadım ama Çetin Altan bunu inkar edemez. Peki, Çetin Altan travmatik bir hayat mı yaşamıştır? Yani cinsellik konusunda.

Hasan Ali Toptaş’ın taciz mevzusu çıktığında Habertürk yazarı Oray Eğin “Türk Medyasının İlk MeToo İfşası” adlı bir yazı yazdı. Yazının ilk paragrafını paylaşıyorum: “Amerika’daki MeToo hareketinin ardından bir yazı yazdım. Türk basınının efsane bir kaleminin evine gelen genç kadınları nasıl ellemeye çalıştığını, bu kadınların kendilerini evin dışına zor attıklarını, yıllardır bunların medyada konuşulduğundan bahsettim. Şeytan gör dedi, ben de kendimi tutamadım.”

Burada ima edilen kişi Çetin Altan’dır. “Şeytanın Gör Dediği” onun köşesinin ismiydi. Demek ki “ünlü duayen” gücünden faydalanarak kadınları elliyormuş. Kitapta zaten bugünün bilinciyle direkt taciz sınıfına girecek şeyler var. Hatta cinsel saldırı sınıfına sokulabilecek şeyler var. Yani bir tacizci idi.

Ama bu biraz anakronizm kokan bir değerlendirme. Taciz konusundaki bilincin TR’de çok yeni olduğunu ve sevdiğim sanatçı ile sporcuları boykot etmem için taciz suçunu işlemeleri koşulunu yürürlüğe koymak için 2030 yılını bekleyeceğimi yazmıştım. Bu işler yeni yeni oturuyor. İşte “Büyük Gözaltı” romanı. Çok ünlü ve önemli biri otobiyografik bir roman yazıyor. Bu roman 1973’te Orhan Kemal Roman Ödülü alıyor. Burada bir kadınla iş bulma vaadiyle yatmak gibi şeyler var. Kimse de itiraz etmiyor. Bugün yazamazsınız böyle otobiyografik roman. Gevşek gevşek nasıl da elleşgen biri olduğunuzu yazamazsınız. O zamanlar yazılıyordu. 10, 15 sene öncesine kadar yazılabiliyordu. Bir; 7, 8 sene önce Bayern Münih ilk yarıda 6 gol atmıştı ve “tecavüz” kelimesi kullanılabilmişti ünlü yorumcular tarafından.

Çetin Altan ve o dönemin erkekleri her türlü, kadına sarkma haklarını kendilerinde görüyorlardı. Bu durum onlar için bir gayet normal bir şeydi.

Romanda dikkatimi çeken bir şey de pedofili oldu. “Lolita” romanını okurken zorlanmıştım ve en sonunda da elimden bırakmıştım romanı. Daha fazla katlanamamıştım. Şimdi bu romanda da pedofili var. Ama bir kadın tarafından bir erkek çocuğuna yapılıyor. O kadar da büyük travma yaratmıyor bu. Orhan Kemal Roman Ödülü’nü vermişler. Bir erkeğin, kız çocuğuna yaptıkları anlatılsaydı kıyamet kopardı. Oysa aynı şey olmalı. Ama çocuk olduğu için… Ben, yetişkin ve hetero bir kadının yetişkin ve hetero bir erkeği taciz edebileceğine inanmıyorum. Bu tür iddiaları inandırıcı bulmuyorum. Mutlaka bir, iki istisna vardır ama kadınların yaşadıklarının yanında bunlar yok hükmündedir. Erkekler arasında bir anket yapılsa, %99’u da zaten bir kadının kendilerine askıntı olmasını isteyeceklerini beyan ederler. Hatta mümkünse üç, dört, beş kadın falan olsun isterler. Bu etki bu romanda da var. Sakat bir durum. Düzeltilmesi lazım ama iradeyle, kısa bir sürede düzelmez. Zamanlar insanların değişmesiyle, gelişmesiyle düzelir. İrade Anadolu kapalı toplum yapısının üzerine gitmede etkili olabilir.

Bu bahsettiğim şeyler dışında oldukça başarılı bir roman. Ondan birkaç gün önce “Sinekli Bakkal”ı yarım bırakmıştım. Çok önemli bir roman olduğu için epeyce emek verdim romana ama olmadı, akmadı ve hiç gözünün yaşına bakmadım. Yarım bıraktım “Sinekli Bakkal”ı. Bu, Halide Edip’ten yarım bıraktığım üçüncü roman oldu. Kendisi üslubunun iyi olmadığını kabul ediyormuş. Gerçekten edebi eser kurgulama konusunda Çetin Altan, Halide Edip’ten katbekat üstündür.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Alakasız Not: Leopar coğrafi koşullara uyum konusunda açık ara en üstün kedidir. En geniş coğrafi dağılım ona aittir.    

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Gencer Ergünay’ın Bir Günü

O gün kafamda bir tuhaflıkla uyanmıştım. Kafam hafiflemişti. Bir gün önceki ağırlığı tarif etmem çok zor. O ağırlık yok olduğu için kendimi ve kafamı tuhaf buluyordum. Sanki yaşadığım süre boyunca o ağırlığı kaldırmıştım ve de yaşayacağım süre boyunca da kaldıracaktım. Yunan mitolojosindeki ebedi cezalara çarptırılmış karakterler gibi hissediyordum kendimi. Seçenek sunsalar kafamdaki ağırlığı verir, her öğlen bir kartalın gelip ciğerini yiyen adamın cezasını alırdım yerine. Kartalları hep sevmişimdir.

Bir önceki gece elimde iki seçenek vardı. Uzun süredir uyuyamadığım için ya evdeki bütün şarapları, onlar yetmeyeceği için de rakıları içecektim ya da uyku hapı içecektim. Birinci seçenek daha “sağlıklıydı.” Fakat garantisi yoktu. İkinci seçenek ise mecbur kalınca yaptığım şeylerden biriydi. Aslında hayatım boyunca yaptığım şeylerin çoğu mecbur kaldığım için yaptığım şeylerdi. Tek başına avlanan bir kaplan olmayı ne kadar çok isterdim! Yaptığı her şeyi yapmak istediği için yapıyordu, yapmak istemediği hiçbir şeyi de yapmıyordu. Kaplanın hayatında KPSS, otomatik ödeme talimatı, akraba ziyareti, triger kayışı değiştirmek, spor yapmak, bir romanı bitirmeye çalışmak, yıllık plan, Trendyol’un verdiği iade kodunu not almak, kablosuz mouse’ın düğmesini kapatmak, fikrine katılmadığın arkadaşını kırmamaya çalışmak, bir toplantıyı küfürler ederek terk etmemek için kendini zor tutmak gibi şeyler yoktu. Kaplanları hep sevmişimdir. Tabii ki erkek kaplan olmak isterdim.  

Kafamda bir tuhaflıkla uyandım ve kahvaltı yapmak üzere mutfağa gittim. Bir kaplan değildim ama yediğim şeylerden keyif almaya bayılıyorum. Güzel bir çay demledim. Ekmeği ısıttım. Yumurtayı dört dakika haşladım ve üzerine kekikle beraber zeytinyağı döktüm. Peynirlerim zaten pazardan özenle seçilmişti. Peynir her zaman önemli olmuştur benim için. Zeytinlerim Hatay’dan gelmişti. Domatese o kadar özendim ki anlatamam! Güzelce kahvaltı yaptım.

Kafamı yükle doldurmamalıydım. Düşünmemeliydim. Takmamalıydım. Bu kadar kolaydı işte! Neden daha önce aklıma getiremedim ki ben bunu! Neden kimse bana bu işin bu kadar kolay olduğunu söylememişti! Evde kimse yoktu. Karım ve kızım spora gitmişlerdi. Ben de mi spora gitseydim… O gün kaplan gibi yaşama kararı aldım.

Arabaya bindim ve bir yere gitmeyi planlamadan sürmeye başladım onu. D100’e indim. Ankara ve İstanbul yönleri geldiğinde ne yapacağımı bilemedim. İstanbul’a çok gitmiştim. Oracıkta bu aklıma geldi ve Ankara yönüne doğru yollandım. Makas ata ata ilerlemeye başladım. Makas atmaya bayılırdım. Bundan hep kaçınırdım. Ama içten içe bir şeye zorunlu olsam da makas ata ata gitsem diye geçirirdim. İlk birkaç makasta sinyal verdim, sonra ondan da vazgeçtim. Artık tam anlamıyla bir kaplandım. Bir erkek kaplan olduğumu tekrar belirteyim. Çünkü dişi kaplanın yine bir sürü sorumluluğu vardır. Ben ise o gün tam bir layüseldim.

Bir hafta önce başkanlık sistemi oylamasında benim oy verdiğim seçenek kazanamamıştı. Kafamdaki ağırlığın sebeplerinden biri de bu muydu? Hayır! Ne halleri varsa görsünlerdi! İşçi sınıfı, işçi sınıfı diye dolanmıştım yıllarca, ellerine geçsem beni bir kaşık suda boğarlardı. Kafamdaki ağırlık yaşamak ağırlığıydı, bundan emindim artık. Yaşamak ağır geliyordu. Ağır geliyordu ama yaşamayı sonlandıracak kadar ciddiye de almıyordum yaşamayı. Kafam ağrımasa yeterdi aslında. Kafamdaki sinirleri aldırsa mıydım! O zaman çok güzel yaşardım işte!

Pendik’e varmıştım. Yolun kenarında bir tekel bayi olduğunu gördüm. Sağ aynaya bakmadan yol kenarına yanaştım. Gidip tekel bayisinden bir tombul Efes aldım. En sevdiğim şeylerden biri araba sürerken apış arama bira almaktı. Bira tam istediğim gibiydi yani donmak üzereydi. Bayiyle her zamanki gibi kolayca diyaloga girmiştim. İnsanları sevmiyorken onlarla bu kadar kolay muhabbete girebilmemi düşündüm. Ben bir çelişkiler yumağı olmalıydım. Bayi, dolabı geceden kapatmayı unuttuğunu, o sayede biranın tam istediği gibi yani donmak üzereymiş gibi olduğunu söylemişti. O bira o kadar güzel geldi ki bana anlatamam!

Bayramoğlu tabelasını görünce birden oraya doğru dönüverdim. Orhan Pamuk’un kısa bir süre önce bitirmiş olduğum “Sessiz Ev” romanı orada geçiyordu. Aklıma romanda olanlar gelmişti ve Bayramoğlu’na dönüvermiştim. İnsanlara değil ama mekanlara önem verirdim. O anda Bayramoğlu’na yeryüzündeki herkesten daha çok önem veriyor gibiydim. O meydandaki parkı buldum. Arabadan inip de parka gitmek içimden gelmedi. Az ileride, deniz kenarında bir bar gördüm. Önünde durdum.

Kafam ağırlaşmaya başlamıştı yine. Bu kadar çabuk muydu? Hiç olmazsa birkaç hafta gitseydi bu boşalma. Kafamın yine dolacağını hissediyordum. Bunu hiç ama hiç istemiyordum. Ömür boyu, o birkaç saattir hissettiğim gibi layüsel hissetmek istiyordum kendimi. Garsona bir bira söyledim. Ne istediğimi sormadan bir Tuborg getirdi. Soğukluğuna baktım. Bayinin tombulu kadar soğuk değildi ama yine de soğuktu.

Manzaraya baktım. Deniz çok güzel bir renge sahip değildi. Güneş çok kaliteli değildi çünkü… Elimi çantama attım. Ne gelse ona dalacaktım. Telefon değil de kitap geldi. Charles Bukowski’nin “Komşunun Karısını Düzdüm / I Banged My Neighbour’s Lady” adlı romanıydı kitap. Biraz okudum. 2001 yılında yaşadığım şeye yaklaştığımı hissettim. O zaman da elimde “Yolları Birleştirmek” kitabı varken, birden onu elimden bırakmıştım ve dört yıl elime hiçbir kitap almamıştım. Kitap okumak eyleminin düşüncesine bile katlanamıyordum. 2010 yılında “Kinyas ve Kayra”yı bitirdikten sonra bir, beş yıl elime kitap almamıştım. Çünkü o beş yıl “Kinyas ve Kayra”yla yaşamıştım. Birçok kez o kitabı okumuştum o sürede. Bukowski’yi çok severdim ama kitabı kapattım. O kapatmanın bir komple kapatma olup olmadığını düşünmemek için telefonu elime aldım ve karıştırmaya başladım.

Önce elektronik posta hesabıma baktım. Beni farklı bir ruha haline sokabilecek bir elektronik posta yoktu. Sonra biraz Twitter’a baktım. Kimseye dalaşmadığım için Twitter kullanmanın da bana anlamsız geldiği zamanlardaydım o sıralar. Facebook’tan ise o kadar sıkılmıştım ki anlatamazdım. Bir sürü yaşlı akrabamın saçma sapan paylaşımlarıyla doluydu Facebook. Yine de bakayım dedim. Yukarıdan aşağı indim biraz. Ahmet Culcuoğlu’nun “Dört Olanak ve Türkiye Sosyalist Hareketi” başlıklı yazısını gördüm. Yazı “Baran Doğan’ın dikkatine…” notuyla paylaşılmıştı. “Kim bu Baran Doğan?” diye düşündüm. Yorumlara bakınca kendisini gördüm. Görür görmez kendisine ısındım. Gizemli ve alaycı birine benziyordu. Matrak olduğu da aşinaydı. Biraz sayfasında gezindim. “Dünyanın En İyi Birası” yazısını gördüm. Yazıyı büyük bir zevkle okudum. Kendisinin o biradan çok keyif aldığı yazının her harfinden belli oluyordu. Bir biranın en fazla ne kadar iyi olabileceğini düşündüm. Donmak üzere olan bir tombul Efes beni benden alabilirdi ama bir bira için böyle bir yazı yazabilmek bana tuhaf geldi. Hemen o birayı denemek istedim. İsmini akılda tutmak zordu. Weihenstephaner diye iyice ezberledim ve garsona işaret ettim.

-Buyur abi!

-Weihenstephaner birası var mı?

-Efendim abi?

-Weihenstephaner birası var mı?

-Ha, şu yeni gelen Alman birası. Var abi.

-Bir tane getirir misin bana şefim.

Biraz sonra birayı getirdi. İlk dikkatimi çeken renginin güzelliğiydi. İlginç bardağı de kafamı bir süre meşgul etti. Köpüğü çok güzel salınıyordu bardağın ağzında. Bardağı elime aldım. Buz gibi değildi ama zaten yazıda bu biranın buz gibi içilmemesi gerektiği yazıyordu. Bir yudum aldım biradan. Kafam yine bir tuhaflıkla doldu. Hemen Baran Doğan’a arkadaşlık isteği gönderdim. Kendimi 20 deneme sonunda nihayet bir av yakalamış olan bir kaplan gibi hissediyordum.  

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Fadimeana Çepnioğlu’nun Hikayesi

Şevik Çepnioğlu’nun belgeseli için kaynak metni Fransız kanalına gönderdikten bir süre sonra kanaldan aradılar. İşi çok beğendiklerini ve teşekkür ettiklerini söylediler. Belgeselin izleyici tarafından büyük ilgi gördüğünü eklediler. Türkiye’nin en mutlu adamı Şevik Çepnioğlu’nun karısı, Fadimeana Çepnioğlu’nu da ele alan bir kaynak metin yazmamı talep ettiler. Bu, aynı zamanda yine bir iş teklifiydi. Borçlarım çok olduğu için teklifi kabul ettim ve yine keyif alacağım bir iş yapacağımdan dolayı mutlu oldum.

Fadime Çepnioğlu, o ilk gün biz Şevik Çepnioğlu’yla konuşurken hiç dikkatimi çekmemişti. Şevik’in oturması, kalkması, kıyafetleri, saç tıraşı, çayı içme şekli, boyu, bosu, diş temizliği, tırnak uzunluğu, espri yapma kabiliyeti, pantolon paçası genişliği nasıl milyonlarca adamla aynıysa; Fadimeana’nın da oturması, kalkması, tepsiden sehpaya çay koyma şekli, boyu, kol kalınlığı, başörtüsü üzerindeki sakızı, alınmamış tüyleri, telefonu kapatma şekli, sebzeleri doğrama tarzı milyonlarca kadınla aynıydı. Türkiye’nin en mutlu kadını olup olmadığını hiç düşünmemiştim ama oldukça mutlu olduğu anlaşılıyordu.

Ertesi gün, Şevik beni kapıda görünce yine ifadesiz bir suratla bana bakmıştı. Aynı, minibüsten beraber indiğimizde yaptığı gibi bir şey söylemem için yüzüme bakıyordu. Oldukça yabani görünüyordu. Ona istediğini verdim ve içeri buyur edilmeyi beklemeden hemen oracıkta ne için tekrar geldiğimi söyledim. Öğretmen olmamama rağmen “Buyur geç, Baran Hocam!” dedi ve oturma odasını işaret etti bana. Evlerinde büyük bir salon olmasına rağmen orayı kapalı tutuyorlar ve evdeki vakitlerinin çoğunu daha küçük bir odada geçiriyorlardı. Odada karşılıklı yerleştirilmiş iki köhne çekyat ve aralarında, üzeri fayans kaplı bir tekerlekli sehpa vardı. Çekyata oturunca dizler neredeyse sehpaya değiyordu. Karşıda, duvara dayalı olan bir masada da tüplü bir televizyon vardı. Grisi oldukça solmuş olan Beko marka bu televizyonun ekranının alttan üç, dört santim yüksekliğindeki bir bölümü bozulmuştu. Bu yüzden haberlerde geçen alt yazıları okuyamıyordu Şevik ve Fadimeana fakat bundan dolayı büyük bir eksiklik hissetmiyor gibiydiler.

Kısa bir süre sonra Şevik ve Fadimeana beraberce oturma odasına girdiler. Fadimeana’nın elinde bir tepsi vardı. Tepsinin üzerinde aceleyle demlenmiş ve henüz oturmadığı belli olan çaylar ve açıkta kaldığı için bayatlamış olan “Finger” bisküviler vardı. Turkuaz renkli plastik bir kapta da şeker vardı. Birilerinin ıslak çay kaşığıyla şeker aldıkları ve şekerin bir bölümünü yapıştırdıkları belli oluyordu. Fadimeana’nın yüzünde “Nereden çattık!” mesajı okunuyordu. Şevik biraz daha gülümser gibiydi. Belgeselde de altını çizildiği üzere çatışmadan uzak durmak isteyen, yapıcı bir adamdı Şevik.

O gün Fadimeana’yla bir buçuk saat kadar konuştuk. Bir daha da konuşmadık. Bu konuşmanın kaydıyla kaynak metni oluşturacaktım. Fransız kanalı da tıpkı Şevik’in belgeselinde yaptığı gibi profesyonel oyuncularla çekilen skeçlere bu bilgileri yedirecekti. Fadimeana’ya benzeyen bir oyuncu bulmalarının ne kadar zor olduğunu düşünmüştüm o konuşurken. 1. 49 boyuyla ve 63 kilo ağırlığıyla oldukça orantısız bir görüntüsü vardı. Kısa boyuna rağmen kolları neredeyse bir erkeğinki kadar uzun, kalın ve güçlü idi. Hamileymiş gibi şiş bir karna sahip olmasına rağmen kısa ve çelimsiz bacaklarıyla tuhaf bir görüntüsü vardı. Türkiye şartlarına göre sarışın sayılabilecek saç rengi Fransız kanalının sevineceği tek özelliğiydi. Neyse, oyuncu bulmak konusunda ne yapacakları beni ilgilendirmezdi!

“ALLAH’A ŞÜKÜR DURUMUMUZ İYİDİR!”

 “Allah’a şükür durumumuz iyidir! 1963 senesinde Yukarı Cıngıllı’da doğdum. Üç sene ilkokula devam ettim. Okumam vardır çok şükür. Yazmada biraz zorlanıyorum. Dört erkek, dört kızız biz. Ben beşinciyim. Büyük abim geçen sene rahmetli oldu. Mekanı cennet olsun. Evlendiğim seneyi hatırlamıyorum. Evren Paşa’dan önce miydi sonra mıydı hatırlamıyorum. Üç çocuğum var. İki oğlum var Allah’a şükür. Oğullarımın ikisine de daire verdik çok şükür. Kızımın da var. Yedi torunum var. Büyük oğlumun iki oğlu var. Küçük oğlumun üç kızı var. Allah Fatih’e nasip etmedi oğul. Neyse, hayırlısı neyse o olsun! Hakkımızda hayırlıysa Allah ona bir oğul nasip etsin, hayırlısı değilse nasip etmesin. Tatillerde köye gelirler. İnternet iyi çekmediği için çocuklar sıkılıyorlar ve annelerine gitmek istediklerini söylüyorlar. Olsun! Kışın bazan da ben giderim oğullarımın yanına. Gelinlerim iyi hürmet ederler. Beyimin maaşı var çok şükür. Aç, açıkta değiliz çok şükür! Hakkımızda hayırlısı neyse o olsun! Allah devletimize, milletimize zeval vermesin. Şehitlerimizin mekanı cennet olsun. Allah Tayyip’i başımızdan eksik etmesin. Her şey çok iyidir çok şükür! Bir de Fatih’imin oğlu olursa… Hakkımızda hayırlısıysa Rab’bim Fatih’e bir oğul nasip etsin, hayırlısı değilse nasip etmesin!”

Fadimeana’nın sunduğu otobiyografi Şevik’inki kadar ayrıntılı değildi. Zaten Şevik’ten dolayı birçok şeyi biliyordum. Onu konuşturmak için fazla zorlamadım. Cinsel hayatıyla ilgili ayrıntıları verirken epeyce zorlandı ama bu ayrıntıların bu işin bir parçası olduğunu söyleyince biraz rahatladı. Şevik de destek oldu o esnada. Röportajı bitirdim ve bu, iki güzel insanla vedalaşıp evden çıktım.

FADİMEANA VE SİYASET

Siyasetle pek bir ilişkisi olmamıştı Fadimeana’nın. Seçimlerde Şevik hangi partiye oy verirse o da o partiye oy vermişti hep. Bu, çoğu zaman konuşulmazdı. Oy verilecek parti çoğu zaman belli olurdu. 1991’deki seçimlerde her zamanki gibi Anavatan’a oy vereceğini düşünüyorken, seçim sabahı Şevik kendisine “Beyaz ata oy bas!” demişti. Hiçbir zaman ismiyle hitap etmedi Şevik kendisine. Kendisi de ona ismiyle hiçbir zaman hitap etmemişti. Bey derdi çok nadir. Şevik ilçeden eve geldiğinde ellerindeki poşetlerin alınması için “Eyy!” gibi bir ünlem çıkarırdı, o da sesi duyunca mutfaktan gelip Şevik’in elindeki poşetleri alırdı. 1991’de beyaz ata oy verdiğinde bunun nedenini sorgulamadı. İki gün sonra televizyonda beyaz atın kazandığını görünce mutlu olmuştu. 90’lı yıllar boyunca oy verilecek parti meselesi hep konuşuldu. Yani kime oy verileceği her seçim sabahı Fadimeana’ya bildirildi. Hemen hemen her seçimde farklı bir partiye oy verildi. Kimi zaman “Hoca’ya” oy verildi. Fadimeana Hoca’nın kim olduğunu bilmediği için Şevik ona “hilalli başak” diye tarif etmişti oy verilecek partiyi. Bir kere de “güvercine” oy vermişti Fadimeana. Olsundu. Yine o kazanmıştı ya!

Ankara’daki Kuran okuma etkinliklerini takip eden dini sohbetlerde siyaset de konuşulurdu. Bir gün Kürtlerden bahsedildi. Kürtlerle ilgili hiçbir şey bilmiyorken, birden konuşulanlara bakınca onların yazları köyün yakınına gelen ve çadırlarda yaşayan kalaycılar olduklarını anlamıştı Fadimeana. Kalaycıları sevmezdi.

Şevik haberleri izleyip sürekli birtakım ünlemler çıkardığında Fadimeana hiçbir şey anlamazdı. Haberleri takip etmezdi. Sıkılırdı haberlerden. Haberler başlayınca başörtüsünün üzerindeki sakızı alıp çiğnemeye başlar ve el işine yoğunlaşırdı. Zaman zaman Şevik’in çıkarttığı ünlemden normal şeylerden daha önemli bir şeyden bahsedildiğini anlardı. Bu anlarda gözlerini televizyona diker ve “n”, “s” ve “t” seslerinin hepsine benzeyen bir sesin sonuna “ı” sesli harfini ekleyerek  o sesi dört, beş kere çıkartırdı. “Nstı, nstı, nstı, nstı!” gibi bir şeydi bu. Tayyip’i çok severdi Fadimeana. Ona hep Tayyip derdi. Onun yaşlı bir kadına sarılırken verilen resmini çok severdi. Boydan yürüdüğü bir fotoğrafını da çok severdi. Vitrindeki Tayyip resmini ara ara silerdi. Yanındaki Atatürk resmini de silerdi. Atatürk’ün kim olduğunu pek bilmiyordu ama ara ara televizyonda gördüğüne ve beyi, onun resmini vitrine koyduğuna göre mübarek bir adam olmalıydı. Siyaset kelimesini hayatı boyunca birçok kez duymuştu ama tarif etmeye kalksa tarif edemezdi. Şevik de ortaya eli yüzü düzgün bir tarif koyamazdı gerçi. Siyasetle ilişkisi pek yoktu Fadimeana’nın.

FADİMEANA VE CİNSELLİK

Tıpkı Şevik gibi, Fadimeana da cinselliğe pek önem vermezdi. Cinsellik kelimesinin ne olduğunu da bilmezdi. Ankara’dayken Ramazan aylarında katıldığı, evlerde gerçekleştirilen Kuran okuma etkinliklerinde, dini konularda sohbetler de olurdu. Bu sohbetlerde “cima” diye bir tabir duymuştu. Cimanın ne olduğunu bilmiyordu. Komşusu Satı ablasına cimanın ne demek olduğunu sormuştu. O da “o iş” diye açıklamıştı. Köydeki kadınlar da cinsellikten hep “o iş” diye bahsettikleri için cimanın ne demek olduğunu oracıkta anlayıvermişti. Köydeki kadınlar o işten, Ankara’dakilere kıyasla daha arsızca bahsederlerdi. Bazı kadınlar neredeyse kocalarından başkalarıyla o işi yaptıklarını ima edercesine cümleler kuruyorlardı. Fadimeana bu tür cümleler geçtiğinde bir tuhaf oluyor ve birisi kendisine herhangi bir konuda bir şey soracak diye çok geriliyordu.

İlk cinsel deneyimini doğal olarak kocası Şevik’le yaşamıştı. Aslında ondan önce bir deneyimi daha olmuştu Fadimeana’nın. 1977 yılında, bir gün yalnız başına harmandan eve dönerken birden komşularının oğlu Duran Abi, arkasından yaklaşmış ve sert bir şekilde kalçalarını sıkmıştı. Canı yanmıştı Fadimeana’nın. Duran Abi’nin ağzından bu harekete eşlik eden bir küfürlü ifade de çıkmıştı. Dönüp dehşetle bakmıştı Duran Abi’ye. Küfür ettiği için neye sinirlendiğini anlamaya çalışmıştı. Duran Abi ardına bakmayarak koşmuş ve uzaklaşmıştı. Aslında hareket hoşuna gitmişti. Bu olayı ve Duran Abi’yi yıllarca rüyasında gördü. Düğünlerde, cenazelerde, bayramlarda sık sık Duran Abi’yi görüyordu. Ak Parti Kahramankazan ilçe başkan yardımcısı ve Yukarı Cıngıllı Köyü sorumlusu olan Duran Abi, hiçbir zaman yüzüne bakmamıştı Fadimeana’nın. Fadimeana hep çaktırmadan onun yüzüne bakıyordu ama Duran Abi hiç ona bakmıyordu. Bir iki kere rüyasında Duran Abi’yle seviştiğini görmüştü. Bu rüyaların akabinde dehşetle uyanmış ve hemen kalkıp abdest olarak dakikalarca namaz kılmıştı. Bir keresinde de Ulus’taki Gül Baba Türbesi’ne gidip dua etmişti.

Gerdek gecesi gerilimli sayılmazdı. Gerdek gecesinden birkaç gün önce komşuları, Fatma Abla kendisine bir şeyler söylemişti ama aklında kalan tek şey korkmaması gerektiği olmuştu. Korkmuyordu zaten Fadimeana. İlk gece o iş olmayınca pek üzerinde durmamıştı Fadimeana. Zaten çok uykusu vardı. İkinci gece de olmayınca endişelenmeye başlamıştı. Üçüncü gece Şevik, kendisine hiçbir şey demeden arkasına geçmiş ve kendisini kucaklamaya başlamıştı. Bir süre sonra kalçalarında bir sertlik hissetmişti. Şevik hemen ışığı kapatmıştı ve “Gel!” diye talimat vermişti. Çok kısa süren bir sevişme olmuştu. Hiçbir şey anlamamıştı Fadimeana. Boy abdestinden dönen Şevik’e çarşaftaki lekeleri gururla göstermişti. Şevik de başka yöne bakarak “Tamam.” demişti.

Sonraki zamanlarda cinselliğin nasıl bir şey olduğunu daha çok anlamaya başlamıştı. Şevik’in “Gel!” demesiyle ışığı söndürüyor ve donunu çıkartıp yatağa giriyordu. Hep sırt üstü yatıyordu. Başka bir şekilde sevişilebileceğini bilmiyordu. Bir gün Şevik tam sevişme ortasında “Doğrul hele!” demişti ve yatakta dizlerinin üstünde dikilmeye başlamıştı. Fadimeana ne demek istediğini anlamamış ve bebek oturuşu pozisyonuna gelip sessizce beklemeye başlamıştı. Şevik ne bir şey diyor ne de bir şey yapıyordu. Bir süre sonra Şevik “Hadi yat uyu!” deyip kendisi sırtını dönerek uyumaya başlamıştı. Tıpkı o gece gibi bazan Şevik yarım bırakırdı şevişmeyi. Böyle durumlarda kendisini suçlayıp suçlamadığını anlamadığı bir ses tonuyla “Hadi, yat uyu!” derdi Şevik. Peygamber Efendimizin “Birbirilerinizin avret yerlerine bakmayınız.” buyurduğu Hadis-i Şerif’e istinaden Şevik’in organını hiç görmemişti. Nasıl bir şey olduğunu bazan hayal ederdi. Bir keresinde büyük oğlu Ramazan’ın güzel yazı defterine kalemle Şevik’in organını çizmeye çalışmıştı. Oğlan içeri girince aceleyle sayfayı kopartıp sobaya atmıştı.  

Hamile kalma şansının yüksek olduğunu hissettiği dönemlerde Şevik’le sevişmekten keyif alırdı Fadimeana. Zaten genelde de bu dönemlerde sevişirlerdi. Kızı Gülnaz doğduktan sonra bir daha sevişmediler Şevik’le. Son sevişmelerinde Şevik 26, Fadimeana da 23 yaşlarında idiler. Bir daha sevişmediler ve bunu bir problem olarak görmediler.

FADİMEANA VE DİN

Fadimeana’nın hayatındaki en önemli şey önce çocukları sonra da Rab’biydi. Rab’binin ona sunduğu şeylere binlerce kez şükürler olsundu. Rab’bi ona Şevik gibi hayırlı bir koca ve üç hayırlı evlat vermişti. Beyinin maaşı vardı. Köydeki evi yenilemişlerdi. Oğullarının düğünlerini Dışkapı semtindeki Gümüşlüoğlu düğün salonunda yapmışlardı. Oğullarına daire almışlardı. Torunları vardı. Bir tek Fatih’in oğlu olmamasına üzülüyordu Fadimeana. Haklarında hayırlısıysa Rab’bi Fatih’e bir oğul nasip etsindi, hayırlısı değilse etmesindi.

1990 yılından beridir beş vakit namaz kılıyordu Fadimeana. Sadece Fil, Felek ve Nas surelerini ezbere biliyordu ve her rekatta bunlardan birini okuyordu. Kunut dualarını ezberleyememişti bir türlü. Şevik’in aksine sünnetleri de kılıyordu. Haftada bir kez de şükür namazı kılıyordu. Ankara’dayken gittiği Kuran okuma kursları sayesinde Kuran okumayı öğrenmişti ve elinden geldiğince Kuran’ını okuyordu. Kuran’ın Türkçe meali evlerinde olmasına rağmen bir kere bile açıp okumamıştı onu. Hayatında dolmuş ve dükkan tabelaları dışında pek bir şey okumamıştı zaten. Şevik gazete okumuyordu, dolayısıyla Fadimeana da okumuyordu.

Küçük oğlu Fatih, Alevi bir kızı istetmek isteyince ne diyeceğini bilememişti. “Müslüman mı Alevi mi bu kız?” şeklinde bir soru soruvermişti. Alevilerle ilgili Kuran okuma toplaşmalarındaki sohbetlerde çok kötü şeyler dendiğini hatırlamıştı. Bu olaya karşı çıkacaktı ki Şevik zaten kolaylıkla sorunu çözmüştü.

Şevik’in oğullarının daire sahibi olmasından sonra namaza başlamasına çok sevinmişti Fadimeana. Bir süre sonra Şevik sabah namazlarına kalkmamaya (aslında sadece bir hafta kalkmıştı) başlayınca ise üzülmüştü. Olsundu, ona da şükürdü. Öbür dünyada Rab’bi “Ey kullarım! Benim için ne yaptınız?” diye sorunca gösterecek bir şeyleri vardı en azından. Haklarında hayırlısı neyse Rab’bi onu nasip etsindi!

FADİMEANA VE GÜNDELİK YAŞAM

Gündelik yaşamı da hayatındaki diğer şeyler ne kadar renkliyse o kadar renkliydi Fadimeana’nın. 12 tane yemek biliyordu. Bunları dönüp dolaşıp yapıyordu. Yemek yapmak artık bıkkınlık verdiği için özensizce yapıyordu yemekleri. Kız iken veya yeni gelinken de çok özenmemişti yemeklere. Malzemeleri iri iri doğruyordu. Her şeyi aynı anda atıp kavuruyordu. Tuzu, baharatı göz kararı attığı için sık sık ölçüyü kaçırıyordu. Yemek yemekten keyif almazdı. Yaşamak için mutlaka yapılması gereken bir şeydi yemek yemek. Özel olarak düşkünü olduğu bir yiyecek yoktu. Ankara’da yaşarken bazan Gençlik Parkı’na giderlerdi ve gittiklerinde mutlaka Şişman’ın Yeri’nden dondurma alırlardı. İki sade alırdı hep Fadimeana.

Birikim yapmaya çok önem verirdi Fadimeana. Kendisine ve çocuklarına ancak mecbur kalınca kıyafet alırdı. BİM’den aldığı Dost Yoğurt kaplarını asla atmazdı. Bayat ekmekleri mutlaka yerdi. Bir gün Ramazan çocukken “Anne, sen neden hep bayat ekmek yiyorsun?” diye sorunca “Ben bayat ekmek seviyorum.” demişti. Hayatı boyunca bir lokma yiyeceği bile ziyan etmemiş olmakla övünürdü.

Kaynanasını ve görümcelerini hiç sevmezdi Fadimeana. Onlarla hep fikir ayrılığına düşüyordu. Kaynanasına değil ama görümcelerine lafını esirgemiyordu. Kendi akrabalarıyla ise bayramlarda köyde görüşürdü. Ne zaman bayramda köye gidecek olsa Duran Abi’yi göreceği için belli belirsiz heyecanlanırdı. Her bayram köye gitmeden önce kırmızı yemenisini giyerdi.

Kadın programlarını çok seviyordu. Müge Anlı hangi kanala geçse onu takip ediyordu. Müge Anlı’nın programını izlerken “Aa!”, “Oo!”, “Hii!” gibi ünlemler çıkartırdı. Bazan da “n”, “s” ve “t” seslerinin hepsine benzeyen bir sesin sonuna “ı” sesli harfini ekleyerek elde edilen sesi dört, beş kere çıkartırdı. Sık sık “Allah belanı vermesin!” derdi. “Versin” yerine “vermesin” demeye çok dikkat ederdi çünkü bedduanın gelip kendisini bulacağını çok iyi biliyordu.

Her gün evi temizlerdi Fadimeana. Evlendikten sonra hep böyle yapmıştı. Evliliği boyunca evi temizlemediği bir gün yok gibiydi. Elektrik süpürgesini çok kolay kabullenmişti. Çamaşır makinesini 2002 gibi çok geç bir tarihte almışlardı. Bulaşık makinesini ise bir türlü kabullenememişti. 2013 yılında Altus marka bir bulaşık makinesi almışlardı ama Fadimeana onu neredeyse hiç kullanmamıştı. Makine ona göre İyi yıkayamıyordu. Köyde bulaşık makinesini kullanabilecek bir tesisat sistemi olmadığı için makineyi eskiciye satmak zorunda kalmışlardı. Gelinleri makineyi istememişlerdi. Para ziyan olduğu için çok üzüldü Fadimeana ve bunun için Rab’binden çok af diledi.

Her gün mutlaka bir dolu rüya görürdü Fadimeana. Bunların önemli bir bölümü tuhaf rüyalardı. Bu rüyaları düşünerek geleceğe yönelik mesajlar çıkartıyordu. Sık sık rüyalarına göre hayatında çeşitli konularda konum aldığı da oluyordu. Nazara çok inanıyordu Fadimeana. Duran Abi’yi rüyasında görmeyi hiç istemiyordu ama ara ara görünce tuhaf bir duyguya bürünmekten de kendisini alamıyordu.

Çok şükür mutluydu Fadimeana. Ona her şeyi veren Rab’bine bin kez şükrediyordu. Hayırlısıyla Fatih’in de bir oğlu olsaydı! İnşallah Rab’bi bir oğul nasip edecekti Fatih’e. Haklarında hayırlısıysa Rab’bi Fatih’e bir oğul nasip etsindi, hayırlısı değilse etmesindi.    

SON SÖZ

Merhaba ben ünlü romancı Baran Doğan tekrar… Kurmaca bitti ve gerçeğe döndük an itibarıyla. İlk hikayedeki gibi “Son Söz” yazarak eleştirmenlerin ellerini ayaklarını bağlamak niyetindeyim. Son Söz yazmayı Orhan Pamuk’tan öğrendim. İlk hikayemde Şevik Çepnioğlu’nu ele aldım. Zaten yazarken aklımda Fadimeana Çepnioğlu’nu da yazmak vardı. Hatırlatayım, Şevik’in hikayesini hem kurmaca üretmekte hala eskisi kadar zorlanmadığımı görmek için hem de geçen hafta bitirdiğim “Kafamda Bir Tuhaflık” romanına bir saygı duruşu olması niyetiyle yazdım. Onu taklit ettim. Word’de beş sayfa sürmüş olan bu hikayeyi bir kere düzenlemeler yapmak niyetiyle okudum. Gördüğüm dilbilgisi hatalarını düzelttim ama yine de çıkabilir. Okumayı imkansız kılacak kadar dilbilgisi hatası veya yazım yanlışı olacağını zannetmiyorum. O halde böyle kalsın. Bu hikayeyi çok saçma bulacaklar da olacaktır. Tekrar ediyorum ben “Kafamda Bir Tuhaflık”ı taklit etmek istedim. Orhan Pamuk evreninde üç şey çok önemlidir: giz, acı gerçekler ve tatlı gerçekler… Bütün bunları hikayeme yedirmeye çalıştım. Bu son söze rağmen birtakım eleştirmenler çıkıp da “Bir Anadolu kadını, cinsel hayatıyla ilgili böyle ayrıntıları vermez ki!” der mi acaba? Neyse, hikayelerimi yazarken “fictionizingasm”ı yaşadım ve onları defalarca okurken keyif aldım. Beğenilirse, her insan ilgiye aşık olduğu için, çok mutlu olacağım. Baran Doğan 2021 – 2021 İstanbul, Samandıra.

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Bir Normal Tip Olarak, Türkiye’nin En Mutlu Adamı Şevik Çepnioğlu’nun Hikayesi

Merhaba sevgili okuyucular!

Ben ünlü romancı Baran Doğan. Şu anda yeni (ilk) romanımın yazım sürecindeyim. Siz hayranlarımı çok beklettiğimin farkındayım ama sizler de takdir edersiniz ki roman yazmak çok meşakkatli bir süreç. Sıkı bir yoğunlaşma ve yoğun bir zihinsel emek gerektiriyor. Bunların üstüne bir de oturup güzel yazı yazmayı gerektiriyor. Kolay değil yani. Bu yüzden Balzac’a, Yaşar Kemal’e ve diğer 20’nin üzerinde romanı olan yazarlara hem hayranım hem de onlara hayret ediyorum. Lütfen acımasız olmayınız. Bir; 4, 5 sene bekleyiniz ve hala gelmiyorsa o zaman hesap sorunuz. Örneğin “hala” kelimesi babamızın kız kardeşi anlamına gelir, “şimdiye kadar” anlamına gelen kelimede ise a’ların üzerinde şapka vardır ama ben MS Word programında şapkalı a’nın nereden elde edildiğini bilmiyorum ve bunun için 47 saniye falan harcamam lazım. Şu anda bunu yapamıyorum…

Bu süreçte yazı yazmadan da durmuyorum elbette. Bunlar kurmaca olmuyorlar genelde ama bugün olduğu gibi kurmaca da olabilirler. An itibarıyla kurmacanın başlamak üzere olduğunu belirteyim o halde… Orhan Pamuk, romanın yapay bir şey olduğunu sık sık okuyucuya hissettirir. Roman içinde roman teması veya kendi romancı kişiliğiyle sık sık boy göstermesi gibi hilelerle elimizdeki metnin aslında bir kurmaca olduğunu anlarız. Benim Şevik Çepnioğlu’nun peşine düşmem de kendisinin “Kafamda Bir Tuhaflık” romanından sonra olduğu için onun kurmaca hilelerine başvurmamdan daha doğal bir şey olamaz o halde. Kurmaca başlıyor…

ŞEVİK ÇEPNİOĞLU’NUN AŞIRI SIRADAN HAYATI

Telefonumda ne zaman yurt dışından arayan bir numara görsem mutlu olurdum. Neydi o Tayyip Erdoğan’ın bir kere kullandığı, ilginç kelime? Evet, hatırladım… Layüsel… Yani sorumluluk sahibi olmayan. Kendimi layüsel hissetmeye bayılırım. Yurt dışında da kendimi hiç olmadığı kadar layüsel hissederim. 90’lardaki gibi telefonum “Çok yazıyor.” gerekçesiyle kapalıdır. Cebimdeki dövize yabancılaşmış olduğum için sanki o para bana havadan gelmiştir. Sokaklarda bira içebilirim. Yapmam gereken hiçbir ev işi yoktur. Gündelik politikadan uzağımdır. Bu sebeplerden dolayı yurt dışındayken kendimi layüsel hissederdim. Yurt dışından bir telefon geldiğinde de kendimi o kısa süren görüşme boyunca layüsel hissederim. Telefonu açtım…

Karşımdaki ses Fransızca konuşuyordu. Bunu anlayabiliyordum. Kendisine İngilizce; Fransızca bilmediğimi, isterse İngilizce konuşabileceğimizi söyledim. Her Fransız gibi, karşısındaki insanın Fransızca değil de İngilizce bildiğini anladığında biraz gönül koydu. Üç saniye bekleyip İngilizce konuşmaya başladı. Bir Fransız belgesel kanalından aradığını, beni uzun süredir Twitter’dan takip ettiklerini ve uzun süredir “Kafamda Bir Tuhaflık”ı okumamı beklediklerini söyledi. Son tvitimde bu kitabı nihayet okumuş olduğum anlaşıldığı için benimle iletişime geçtiklerini söyledi. Ben de her insan gibi övgüye aşık olduğum için bu cümlelerden dolayı mutlu oldum. Kanal olarak benden Türkiye’nin en mutlu insanını arayıp bulmamı istediklerini söyledi. Yine bir tvitimde ele aldığım “normal tip, enteresan tip” kategorizasyonumdan çok etkilendiklerini ve uzun süredir peşinde oldukları, Türkiye’nin en mutlu insanını ancak benim bulabileceğimi düşünmeye başladıklarını söyledi. Bu bir iş teklifiydi. Ben de uzun süredir işsiz olduğum için teklifi kabul ettim. Gezmeyi çok sevdiğim için yıllardır gezen ve para kazandıran bir faaliyet arıyordum zaten.

Üç sene boyunca tüm Türkiye’yi gezdim. Halkı gözlemledim. Kahvelere girdim, düğünlere katıldım. Asker uğurlamalarından, Kuran okunan etkinliklerden, Dersim’deki Munzur Baba toplaşmalarından, Trabzon’daki Kalandar gecelerinden, Kastamonu’daki köçek oynatma etkinliklerinden eksik kalmadım. Türkiye’nin en mutlu adamını nihayet buldum. Ankara’nın Kahramankazan ilçesindeki pazarda gördüm Şevik Çepnioğlu’udu bu kişi. Nüfus memurunun ismi yanlış duyması veya söyleneni umursaması yüzünden ismi, nüfus cüzdanına yanlış yazılmış olan çok sayıda insandan biriydi. Sıradanlığın anıt abidesiydi. Sıradan ve dar ufuklu hayatı sayesinde ömrü boyunca çok mutlu olmuştu. Bilmenin verdiği acıdan bihaberdi. Hayat ona gerçekten çok güzeldi. Yüzünde gülücükler açıyordu ben onu ilk kez gördüğümde. Elindeki iki poşette aldığı bir şeyler vardı. Köy minibüslerinin beklediği, garaj bile denilemeyecek yerdeki, kahvehane bile denemeyecek bir sandalyeler topluluğundaki sandalyelerden birine oturmuş ve yanında tıpkı kendisine benzeyen adamla sohbet ediyordu. Şoförün biri “Çepni kalkıyor!” deyince, aceleyle çayının son yudumunu aldı. Sonra bardağın içine baktı ve biraz daha çay olduğunu fark edip uzunca bir yudum daha aldı bardaktan. Yanındaki adama hiçbir şey demeden veya onun elini sıkmadan minibüse bindi. Bu esnada etrafta Şevik’inkine benzer bir hareketlenme daha oldu ve tıpkı ona benzeyen adam ve kadınlar ellerindeki poşetlerle minibüse bindiler. Ben de bindim minibüse. Herkes dönüp bana baktı ama kimse bir şey demedi.

Minibüs hareket etti. Gözlerimde Şevik’teydi. Kimse kimseyle konuşmuyordu. Kimse içerideki çok kötü kokudan rahatsız oluyor gibi de görünmüyordu. Kısa bir süre sonra Şevik ayaklandı. “İnecek var!” gibi bir şey söylememişti. Bu tür hatlarda herkes, herkesi tanıdığı için böyle şeylere gerek yoktu. Minibüs durdu ve Şevik cebinden parayı çıkartıp şoföre verdi. İndi. Ben de indim.

Minibüs toz çıkartarak uzaklaştı. Şevik yüzüme bakıyordu. Benim kuracağım cümleyi bekliyordu. Kahramankazan tarihinde ilk kez yaşanmış olan bu olayın sebebini bir an önce duymak istiyordu.

“1960 YILINDA ÇEPNİ KÖYÜ’NDE DOĞDUM!”

Selamın aleyküm! Ben Şevik Çepnioğlu. 960 yılında Kazan’ın Çepni Köyü’nde dünyaya geldim. Anamın adı Hüsna, babamın adı Celal idi. Babam rençber ve amele idi. Biz üç biraderiz. Üçümüz de farklı işler yaptık. 2014 yılında SSK’dan emekli oldum. Üç çocuğum var Allah’a şükür. İki oğlum var. Çocuklarımın hepsini evlendirdim. Oğullarıma daire aldım. Kızımın dairesi de vardır çok şükür. Yedi torunum var çok şükür. Baran Bey benimle röpurtaj yapmak istediğini söyleyince kabul ettim. O da ekmeğinin derdinde ne de olsa. Şu hayatta kimseye yanlış yapmadım çok şükür. Bu röpurtajı vatana millete hayırlı olsun diye yapıyorum. Allah, devletimize, milletimize zeval vermesin. Şehitlerimizin rahmeti bol olsun.

Şevik Çepni’yi görüşmeye ikna etmek zor olmadı. Yapıcı bir yapısı vardı. Kimseyle zıtlaşmak istemez biri gibiydi. O gün bahçesinde iki saat, ertesi gün ilçedeki kahvede de iki saat olmak üzere toplam dört saat konuştuk. Sohbeti telefonumla kaydettim. Şevik Çepnioğlu’nun hayat hikayesini renkli değil ama ilginç buluyordum. Ne de olsa Türkiye’nin en mutlu adamı o idi.  

1960 yılında, o zamanki adıyla Kazan’ın Çepni Köyü’nde dünyaya gelmişti. İlkokulu köyde okumuştu. 1962 yılında babası Ankara’ya göç etmişti. İnşaatlarda çalışmaya başlamıştı. Ufuktepe’de Bağlum sınırında bir gecekondu inşa etmişti kendisine. Köydeki evini ve rençberliği de uzun yıllar beraber götürmüştü. Şevik, Ulus’taki Güven Matbaası’na 1972 yılında çırak olarak girmiş ve emekli olduğu 2014 yılına kadar da aynı yerde çalışmıştı. 1979 yılında, Kazan’ın Yukarı Cıngıllı Köyü’nden Fadimeana’yla evlenmişti. Fadimeana 1963 doğumlu idi. 1980 yılında büyük oğulları Ramazan doğmuştu. Bu sayede erkek çocuk sahibi olamama gerilimini hiç yaşamadı Şevik. Oğlu doğduğunda askerdeydi. Askerliğini Tuzla piyade okulunda ve Sivas Temeltepe’de yapmıştı. Son ay on başı olmuştu Şevik. 15 gün süren on başılık kursundan sonra, askerdeki son 15 gününü fiili olarak rütbeli yapıp, rahat etmişti. Askerden sonra Güven Matbaası’ndaki işine geri dönmüştü. 1984 yılında kendi gecekondusunu yapmıştı. Aynı sene küçük oğlu Fatih doğmuştu. 1986 yılında da kızı Gülnaz doğdu. 2012 yılında gecekondusunu müteahhite verip karşılığında iki daire almıştı. Daireleri oğullarının üstüne yapmıştı. 2014 yılında emekli olunca, Kazan’a taşınmıştı. Annesi ve babası uzun zaman önce ölmüşlerdi zaten. Diğer biraderleri Ankara’da kalmaya devam etmek istedikleri için köydeki evde Şevik’in tek başına kalmasına itiraz etmemişlerdi. Zaten durumları da iyiydi. Biraderlerinin eşleri memnuniyetsizliklerini sık sık dile getirseler de Şevik köydeki evde kalmaya devam ediyordu.

ŞEVİK VE SİYASET

Şevik’in Türkiye’nin en mutlu adamı olmasının en büyük sebeplerinden biri, oy verdiği her genel seçimde, oy attığı partinin birinci parti gelmesiydi. Tüm Kazan ilçesi 1950’den beri Halk Partisi’nin karşısında kim varsa ona oy veriyordu. Halk Partisi sadece 1973 ve 1977’de birinci olmuştu. O seçimlerde de Şevik’in yaşı oy vermeye tutmuyordu. 1983 yılından başlayarak her seçimde içgüdüsel olarak birinci olacak olan partiyi tutturuyordu. 1991’de Anavatan’ı bırakıp DYP’ye oy vermesi de, 1999’da ilk ve son kez Ecevit’e oy vermesi de içgüdüseldi.

Karısı Fadimeana, Şevik hangi partiyi işaret ediyorsa ona oy veriyordu. Çocukları da herhalde öyle yapıyorlardı. Şevik hükumetlerden her daim memnun olmuştu. Çalma konusunda, çalmayanın olmadığını düşündüğü için içi rahattı. Hiçbir zaman solcu olmamıştı. Bir solcu da tanımamıştı. Kuşcağız mahallesinde bazı Aleviler, Alevi Kürtler vardı. Solcu onlardı. Onlarla da dolmuşları farklı olduğu için hiç karşılaşmazlardı. 1977 yılında Güven Matbaası’nda basılan “Yürüyüş” dergisini bir karıştırmıştı. “Üç Olanak ve Türkiye Sosyalist Hareketi” başlıklı yazıyı biraz okumaya başlamıştı. Olanak kelimesinin tam olarak ne olduğunu bilmediği için yazıdan çabucak sıkılıp ve okumayı bırakmıştı. Solla hayatı boyunca tek tanışıklığı bu olmuştu.

Atatürk’ü severdi Şevik. Hiçbir şey yapmamışsa bile bu vatan için kurşun atmıştı. Çanakkale’de orduları yönetirken aylarca uykusuz kaldığı olmuştu. Kendi yemeğini Mehmetçik’e vermişti Atatürk. Vitrinin içinde bir Atatürk kartpostalı taşıdı uzun süre. 1981’de koyduğu, Kenan Evren’in kartpostalını ise 1995’te indirdi.

Alevilerle ilgili pek bir duygu ve düşünceye sahip değildi. Onların mum söndü oynadıklarına inanmıyordu. Küçük oğlu Fatih, bir Alevi kızını istemelerini rica edince, onunla uygun bir dille bu işin dinimiz açısından durumunu konuşmuş, oğlunu bu işten vazgeçirmişti.

Kürtleri sevmezdi Şevik. Bu konuda netti. Onların konuşmalarını beğenmezdi. Bu kavgacı, düzen bilmez, arsız insanları Ankara’da görmek istemezdi. Akraba ortamlarında sık sık “Her yer Kürt doldu.” derdi. Eskiden kimse Kürt falan bilmezken her şey ne kadar da güzeldi.

Emekli olunca Kazan’daki evinin vitrinine, Atatürk’ün kartpostalının yanına Sayın Cumhurbaşkanımızın da resmini asmıştı. Onu çok beğeniyordu. Adam gibi adam olduğunu düşünüyordu. Dünya liderlerine kafa tutması çok hoşuna gidiyordu. Kendisini ısrarla Ak Parti’ye üye yapmak isteyen akrabasına ise direniyordu. “Biz öyle şeyler bilmeyiz.” diyordu akrabasına. Tüm partiler onlarındı. Kim hizmet edecekse onu destekliyordu zaten.

ŞEVİK VE CİNSELLİK

Şevik için cinsellik çok önemli değildi. İlk cinsel deneyimini 1974 yazında köyde yaşamıştı. Amcasının oğluyla sırayla eşekle ilişkiye girmişlerdi. Şevik tam olarak yapılması gereken şeyi yapmamış, amcasının oğluna “Yaptım” diye yalan söylemişti. 1978 yazında dayısı Şevik’i Kazan’daki hemen hemen herkesin ilk yattığı olduğu kadın olan Köstü Hatice’ye götürmüştü. Odayı girince burnuna gelen domates salçası kokusu Şevik’i kötü etkilemişti ve bu yüzden ereksiyon olamamıştı Şevik. Köstü Hatice onun sönük organını görünce gülmüştü. Şevik çok utanmıştı ve koşarak evden kaçmıştı. Cinselliği bir türlü yaşayamazken mastürbasyon da yapmıyordu Şevik. Mastürbasyon yaparsa kör olacağını söylemişti matbaada çalışan, kendisinden büyük olan biri. İki haftada bir ihtilam olurdu. Kış sabahları boy abdesti almak çok problem oluyordu kendisi için. Çoğunlukla almıyordu. Zamanla pazar günleri banyo yapmadan önce tuvalette mastürbasyon yapmaya başladı. Dayısı Şevik’i evlenmeden bir hafta önce “derdini çözmek” için kerhaneye götürdü. Şevik odaya girmeden önce dayısı kadınla iyice bir konuştu. Dayısı kadınla konuşurken kadın Şevik’e bakıp bakıp güldü. İçeride Şevik yine ereksiyon olamadı. Kadın türlü türlü oyunlarla Şevik’in aletini kaldırdı. Şevik nihayet ilişki için hazırdı. Kadının içinde beş altı kere gidip geldikten sonra boşaldı. O boşaldığında kadın hala ona bir şeyler diyordu. Şevik durdu ve “Bitti.” dedi. Kadın konuşmayı kesti. Şevik hızlıca giyindi ve odayı terk etti.

Artık tecrübeliydi. Gerdek gecesi rezil olmayacaktı. Gerdek gecesinde karısı Fadimeana’yla sevişmediler. Ertesi gün de sevişmediler. Hiçbir şey söylemeden yatıyorlardı. Üçüncü gün seviştiler. İkisi de pek bir şey anlamadı. Şevik boy abdesti almaktan dönünce Fadimeana çarşaftaki lekeleri kendisine gösterdi. Şevik de “Tamam” deyip kafasını başka yana çevirdi. Haftada iki kere sevişmeye başladılar. Hep aynı pozisyonda, misyoner pozisyonunda sevişiyorlardı. Işıklar da hep kapalı oluyordu. Peygamber Efendimiz’in “Birbirinizin avret yerlerine bakmayın.” Hadis-i Şerif’inden dolayı bunu yapıyorlardı. Bir kadın cinsel organının neye benzediğini hiçbir zaman bilmedi Şevik. Kısa sürede Fadimeana hamile kaldı. Hamilelik belirtileri başlayınca sevişmeyi bıraktılar. Ondan sonra sadece çocuk yapmak için seviştiler. 1986 yılının 3 Mart gününden sonra bir daha hiç sevişmediler. Şevik yine iki haftada bir ihtilam olmaya başladı. Bir keresinde rüyasında halk müziği sanatçısı Gülsen Tutku’yla seviştiğini gördü Şevik. Onun arkasına geçmiş, belinden tutuyordu. İhtilam olunca karısı anlamasın diye boy abdesti almadan işe gidiyordu. Öyle günlerde çok az yemek yer, çok az su içerdi. Cinselliğe düşkün değildi Şevik. Hiçbir kadınla flört etmedi. Bir keresinde matbaaya gelen bir kadın sanki kendisine gülmüş gibiydi. Bundan ömrü boyunca emin olamadı Şevik. Bu tür şeyleri düşünmezdi. Namusuyla yaşamıştı ve yaşamaktaydı. Önemli olan buydu Şevik için.

ŞEVİK VE İŞ YAŞAMI

Allah Güven Matbaası’nın sahibi Ali Rıza Bey’den razı olsundu. Kendisini çok az görürlerdi. Şef Mahmut Usta işleri idare ederdi. Hiçbir zaman arzu ettiği zammı alamamıştı Şevik ama Allah’a şükür ne sahibi olduysa Güven Matbaa sayesindeydi. Bir gün memleketten hemşehrisi Bülent gelmiş ve kendisini Kızılay’da açılacak olan belediye tuvaletine bekçi olarak sokmak istediğini söyledi. Hem tuvaleti temizleyecekti hem de para kesecekti Şevik. Bu işte gözünü açarsa çok para vardı. Zaten bu, devlet kuşu gibi işi ona bulduğu için kendisinden aylık olarak bir meblağ istemişti Bülent. Şevik hayatındaki tek iş teklifini geri çevirdi. Bildiği işi yaptığı için memnundu Şevik.

ŞEVİK VE DİN

İyi bir Müslüman olduğu için her zaman Allah’a şükrederdi Şevik. Bunun karşılığında da Allah ona ekmek, bir aile ve hayırlı evlatlar vermişti. Oğullarını daire sahibi yaptıktan sonra namaza başlamayı nasip etti Allah kendisine. Daha önce bayram, cenaze ve Cuma namazlarını kaçırmazdı Şevik. Bunları çok severdi. Vakit namazlarını da elinden geldiğince kılmıştı. Bazen, daha doğrusu sık sık iş yerinde işler çok sıkışık olduğu için Cuma’ya gidemezdi Şevik. Ama yine de insanlara Cuma namazını kaçırmadığını söylerdi. Cenaze namazının da nasıl kılınacağını hep unuturdu çünkü çok az cenaze namazı kılınıyordu. Oğulları daire sahibi olunca beş vakit namaz kılmayı Rabbi kendisine nasip edince, karısı Fadimeana çok sevinmişti çünkü kendisi 1990’dan beridir beş vakit namaz kılıyordu. Şevik 2012’den emekli olduğu 2014 yılına kadar iş yerindeki namazları her zaman kılamadı. Emekli olunca namaz kaçırmamaya özen gösterdi. Köye yerleştikten bir süre sonra sabah namazlarına kalkmayı bıraksa da sonra tekrar başladı. Namaza başladıktan beş ay sonra ise sadece farzları kılmaya ve duaları etmemeye başlamıştı. Zaten güzel Rabbi kalbinden geçenleri biliyordu. 16 yaşındayken bir kere Ramazan’da oruçlu iken, iş yerinin mutfağında dayanamamış ve bir şeyler yemişti. O kaza oruçlarını da bir gün Rabbi kendisine tutmayı nasip edecekti nasılsa.

Şevik iyi bir Müslümandı ama Kazan’da artık epeyce görünür olmaya başlayan sarıklı, cübbeli adamlardan hazzetmezdi. Ona göre bu adamlar arsızlıklar yapıyordu ve çok güzel olan ülkemizin düzenini bozmaya çalışıyorlardı. Sayın Cumhurbaşkanımıza sonuna kadar güveniyor ve düzeni bozacak olan herkesin karşısına dikileceğini biliyordu.

Şu anda Şevik Çepnioğlu, Kahramankazan’da hayatını sürdürmektedir. Son kez 2019’da ihtilam olmuştur. Günü, köy camisi ve evi arasında geçmektedir. Karısı ile birlikte televizyonlarda kadın programları izlemektedir. Sonra da mutlaka TRT’den haberleri izlemektedir. Haberleri izledikçe mutluluğu artmaktadır. Haftada bir gün ilçeye inip, her zamanki peynircisinden peynir almaktadır. Bal ve tereyağını da aynı kadından almaktadır. Tavukları vardır ama malları ve davarları yoktur. Bu işler geçmiştir artık onlardan. 2018’de oğulları evin tamiratı için kendisine para gönderince bir kez daha böyle hayırlı evlatlara sahip olduğu için Rabbine şükretmiştir. Yazları torunları köye gelmektedirler ama kısa sürede sıkılıp gitmek için annelerine baskı yapmaktadırlar. Şevik köyde hiç sıkılmaz. Çok mutludur orada. Allah devlete millete zeval vermesindir. Çok şükür bu dünya nimetlerinden yararlanmıştır ve yararlanmaya devam etmektedir. Öbür dünyada hesabını veremeyeceği hiçbir şey yoktur. Çok şükürdür, çok şükür!

SON SÖZ

Kurmacamız bitti. Şimdi ben roman yazarı Baran Doğan olarak yazıyorum. Orhan Pamuk son romanlarından başlamak üzere, eski romanlarına da “Son Söz” yazmaya başladı. Orada birçok şeye açıklık getirerek eleştirmenlerin elini ayağını bağlamaktadır. Ben de yapayım. Basılmayı başarmış her romanın, roman olduğunu düşünüyorsam aynı şekilde basılmayı başarmış her öykünün de öykü olduğunu düşünmem gerekir. Bu yazdığım öykü Facebook’ta ve benim internet sitemde yayınlanacak. Olsun. Yine de yayınlanmayı başarmış olacak ve bir öykü olacak. Bu öyküyü neden yazdım? Şu anda bir roman yazma sürecindeyim. Bu çok zor ve uzun bir süreç. Kurmaca yaratmayı eskisi kadar kolay yapıp yapamadığımı görmek istedim. 2016 yılında, henüz romanlar okumaya başlamadan önce yedi, sekiz tane öykü yazmıştım. Bunları çok kolay yazıyordum. Aynı şeyi yapıp yapamadığımı görmek istedim. Yapabiliyormuşum. Ayrıca o dönemden çok iyi hatırladığım bir şeyi, yani “fictionizingasm” adını verdiğim şeyi yaşamak istedim. “fictionize” yani kurmaca kurmak ve “orgasm” kelimesinin son dört harfi harmanlanarak bu yeni kelime türetilmiştir. Kurmaca yaparken adeta büyülenirdim. Bu, anlatması zor bir duygu. Bu hikayeyi yazarken de aynı duyguyu hissettim. O öyküleri yazarken birkaç kişiye teknik bazı sorular sormuştum. Şu anda kendimi bu konuda yetkin hissediyorum. Dolayısıyla bunun bir “öykü” olmadığını kimse bana söyleyemez. Birazdan dilbilgisi hatalarını gözden geçireceğim. Buna rağmen çıkabilirler. Onları eleştirebilir birileri ama bu yazdığımın edebiyat değeri taşımadığını kimse öne süremez. Unutmayalım ki bir zamanlar roman, öykü falan yoktu. Birisi, birileri bir şeyler denedi ve bugünlere geldik. Ayrıca bu öyküyü dün bitirdiğim “Kafamda Bir Tuhaflık” sayesinde yazdım. Onu taklit etmek istedim. Ona bir saygı duruşunda bulunmak istedim. Yapmak istediğim buydu. Normal tip / enteresan tip düşüncem de imdada yetişti ve kendimi Şevik Çepnioğlu’yla baş başa buldum. Ve bu çıktı ortaya.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

“Kafamda Bir Tuhaflık” Roman Eleştirisi

İnsanlar romanlardaki gibi hayatlar yaşamazlar. Orhan Pamuk

İnsanlar ikiye ayrılırlar: normal tipler ve enteresan tipler… Baran Doğan

Romanda türlere inanmıyorum. Her yazar kadar tür vardır. Hakan Günday

Basılmayı başarmış her roman, bir romandır. Baran Doğan

Kentsel dönüşümde müteahhite değil bana inanın. Biz kentsel dönüşümde gönüllülük esasına göre çalışıyoruz. Tayyip Erdoğan

Yazar sayısı kadar tür yoktur. Basılmayı başarmış kitap sayısı kadar tür vardır. Baran Doğan

1543’te aldığımız şehirde, hala birileri bize yabancı muamelesi yapıyor. Tayyip Erdoğan

Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” romanını okudum… Orhan Pamuk için yazının geri kalanında “Büyücü” kelimesi kullanılacaktır.

Büyücü’nün “Kafamda Bir Tuhaflık” romanını aslında, şimdilik okumayı düşünmüyordum. Kendisinin “Kar” romanını bitirmiştim 10 gün önce. İlk başlarda romana biraz yabancılık duygusu yaşamış olsam da sonra giderek ısındım romana ve zevkle okudum. B sınıfı Büyücü başyapıtları listeme koydum “Kar”ı. Eskisi gibi ortaokulda veya lisede çalışsaydım, “Kar”ı beğendiğimi söyleyemezdim çünkü ergen öğrenciler hemen “Ben de kar’ı severim hocam!” derlerdi. “Kar”ı sevdim, “Kafamda Bir Tuhaflık”ı ise çok çok sevdim. “Kar”dan sonra şimdi yaptığım gibi Bum’ın (Charles Bukowski) “Post Office”ine başlamaktı niyetim…

Fakat öğrendim ki (bağlaçla değil cümle, paragraf bile başlatırım Gorki Okuryazar), neyse fakat öğrendim ki Büyücü’nün her an son romanı çıkabilirmiş. O halde okumadığım son romanı olan KBT’yi okumalıydım. Çünkü fetiş yazarımın son romanı çıktığında kendisinin bütün eserlerini okumuş olmak istiyordum. 70’lerin, 80’lerin roman okuyucusu bu güzel duyguyu biliyordur. Benim gibi üç, dört yıldır roman okumaya başlamış olan birisinin ise bu duyguyu yaşaması imkansıza yakın. Bir kere aktif yazarlar içerisinde “fetiş yazarım” diyebileceğiniz çok az insan vardır, belki de yoktur. Ortalama dört senede bir roman yazan, 69 yaşındaki Büyücü’nün bir roman daha yazamadan başına bir şeyler gelmesi sürpriz olmaz. Dolayısıyla kitapçıya gideceğim ve belki de ilk ve son kez yaşayacağım bir duyguyu yaşayacağım.

NORMAL TİP VÖRSIS ENTERESAN TİP

İnsanları ne kadın/erkek, ne zengin/fakir, ne şişman/zayıf ne de emekçi/burjuva diye ikiye ayırırım. İnsanları normal tip ve enteresan tip diye ikiye ayırırım. Genelde çevremizde normal tipler görüyoruz. İnsanlar içinde yaşadıkları topluluğun normalleriyle kavga etmekten ziyade onları benimsemek eğilimindedirler çoğunlukla. Kavga etmeyi isteseler bile kavganın sonuçlarından ürkerler ve kavga etmezler. Taviz verirler. Çünkü yalnızlaşmamak onlar için savunduğu gerçeklerden daha önemlidir. İnsanlar genelde yalnız kalmakta korkarlar. Evrimsel geçmişimizin yüzde 99’una tekabül eden, yerleşik yaşam öncesi dönemde yalnız kalmak direkt ölmek anlamına gelir. Yüzde 1’e gelen dönemde ve de özellikle bu dönemin son dönemlerinde yalnız kalmak stres ve bunalım demektir. O zaman krala çıplak demek tercih edilir.

Enteresan tipler daha çok orta ve üst sınıflardan çıkar. Yani kendisine sunulanı, yadırganmak pahasına bile olsa aşmaya çalışan, ilgilendiği şeyin peşinde cesaretle giden insana enteresan tip denir. Uyumsuz olandır o. Bunu bilinçle de yapabilir, öylesine de yapabilir. Alt kesimlerden enteresan tip pek çıkmaz. Mesela bütün halk ozanları enteresan tiptir. Bazen koskoca blokların arasında gecekondusunu satmayan inatçı birileri görülür. İşte onlar da halk arasında olup da enteresan tip kategorisine girer. Bir bozacının bütün hayatının anlatıldığını bildiğim roman ben de başlamadan bıkkınlık duygusu uyandırmıştı. Bir bozacının romana konu olabilecek şeylere düşünemeyeceğini veya yaşayamayacağını düşünürdüm. Genelde de bütün bozacılar, berberler, tezgahtarlar, inşaatçılar, manavlar normal tiplerdir. Ama çıktı mı çıkıyor işte.

ANTİ-KAHRAMANIN ANTİ’Sİ

Roman kahramanı, Mevlut Karataş bir anti-kahramanın anti’si… 1957’de Beyşehir’de doğup, 1969’da İstanbul’a gelen Mevlut bir enteresan tip. Esasında dışarıdan bakınca halk insanlarının çok küçük bir bölümüne denk gelen “güzel” bir insan ama yine de bozacı bozacıdır diye düşünür herkes. Öyledir. Bozacı bozacıdır. Ama her enteresan tipin çok iyi bildiği üzere, kendisini bildiği andan itibaren kafasında bir tuhaflık var. Eğer zihinsel faaliyet ölçülebilen bir şey olsaydı, enteresan tipin “düşünme” birimi, normal tipinkinden iki kat fazla olurdu. Mevlut da sürekli düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor. İstanbul’a geldikten sonra kendisinden beklenen hayatı bir türlü yaşayamıyor, yaşamıyor. Bir antika olarak doğuyor, büyüyor ve yaşıyor. Anti-kahramanlar fena karakterlerdir. 18. Yüzyıldan önce kurmaca eserler kahramanlarla ilgilenirlerdi. Bu yüzyıldan sonra kurmaca eserler yoğun olarak anti-kahramanlarla da ilgilenmeye başladırlar. Gogol’un “Ölü Canlar”ında “Artık sıra alçak adamı anlatmada.” yazar. İşte o alçak adam, anti-kahramandır. Mevlut bir alçak adam değildir. Eskisi gibi kahraman da değildir. Fakat enteresan tiptir, antika adamdır. O halde anti-kahramanın anti’si diyebiliriz kendisi için. Roman boyunca başına öyle şeyler geliyor ki… Ama o antika düşüncelerden, hep yanlış davranmaktan bir türlü sıyrılamıyor.

İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ

Bir tartışmada Büyücü’nün Nişantaşı’ndan başka bir yeri tanımadığını söylemişlerdi. Oysa “Kırmızı Saçlı Kadın” romanında da KBT’de de görüldüğü üzere İstanbul’un her yanını çok iyi tanıyor. “Kara Kitap”ta anlattığı Zeytinburnu bölümleri de geliyor aklıma. Zaten anılarında sürekli gezdiğini okumuştuk. Neyse, bu romanda adeta bir İstanbul ansiklopedisi görüyoruz. “Cevdet Bey ve Oğulları”nda 1900’lerin başından alıp 1970’lerde bıraktığı işi tamamlıyor adeta… Her romanda biraz yapsa da, bu iki romanla İstanbul’un yüz yıllık dönüşümünü bir belgeselci titizliğiyle aktarıyor. Evet, Büyücü’nün titizliği gerçekten göz kamaştırıyor. “Benim Adım Kırmızı”da titiz çalışma olduğu düşünülür daha çok. Doğrudur da ancak bu iki romandaki titiz çalışmalar da göz kamaştırıcıdır. 70’lerle başlayan gecekondulaşma sürecini yıl yıl, ay ay anlatıyor. O mahallelerde neler olmuş, neler bitmiş, çok doyurucu bir şekilde öğreniyoruz. Sadece bu yeni gettoları değil, Tarlabaşı’nın başına da neler geldiğini yıl yıl, ay ay öğreniyoruz. Dediğim gibi bir ansiklopedi, bir belgesel.

YILLARDIR BİR ROMANI BİTİRMEYE ÇALIŞIYORUM.

Böyle demiştir Büyücü. Hayatı boyunca bir romanı bitirmeye uğraşacağını düşünmektedir. Gerçekten bütün romanları birbirleriyle bağlantılıdır. Bazıları “Kara Kitap” ve “Yeni Hayat”ta olduğu gibi direkt bağlantılıdır. Diğerleri de az ya da çok bağlantılıdır. Cevdet Bey’in oğulları, ve romancı Orhan Pamuk “Masumiyet Müzesi”ndeki düğünde karşımıza çıkarlar örneğin. “Sessiz Ev”deki tarihçi “Beyaz Kale”yi araştıran kişidir. Firdevsi’nin Şehname’si ve Oidipus Kompleksi “Kırmızı Saçlı Kadın”da karşımıza çıkar. KBT de direkt CBVO’nun devamı niteliğindedir. Bütün romanları bir şekilde iç içe geçmiştir. Aslında bütün yazarları kronolojik sırayla okumak gereklidir. Tabii bütün eserlerini okuyacaksanız! Zira herkesin her eserini okumaya gerek yoktur. Hayat bu kadar uzun değildir ama bazılarının bütün eserleri okunabilir. Bence Büyücü öyle bir yazardır. O halde onu kronolojik sırayla ve art arda okumak çok isabetli olacaktır. Bunu kimsenin yapmayacağına eminim bu arada. Neyse, bu yazıyı okuyan ve Büyücü’nün fetiş yazarı olacağını sezen birisi varsa, o bari bu 10 romanı kronolojik sırayla ve art arda okusun…

TEKNİK

Büyücü’nün özellikle ilk romanlarında bariz teknik hatalar vardır. Bu son romanlarında bunlar görülmüyor. Dikkati dağıtacak kadar uzun cümlelere ise ben hiç rastlamadım. Veya şöyle diyeyim, Büyücü’nün hiçbir kitabında herhangi bir cümlenin anlaşılmayacak kadar uzun ve karmaşık olduğunu düşünmedim. Belki “Kara Kitap”ta bir iki tane deneysel paragrafta vardır bu. Onun dışında “sürükleyicilik” Büyücü’nün karakteristik özelliğidir. Ben sürükleyicilikle arası çok iyi olmayan bir insanım üstelik! Bir röportajında romanlarını içgüdüsel olarak yazdığını ve daha sonra bunların post-modernizm denen akımın özelliklerine uyduğunu söylemişti. Üniversiteden hatırladığım kadarıyla “Fiction is fictitious.” şeklinde bir şiar vardı. Yani romanın gerçek taklidi yapmaktan vazgeçmesi ve kurmaca bir şey olduğunu okuyucuya hatırlatması gerekir. Kendisi de bunu amaçlamıştır. Hatta bu  olay onun büyücülüğünün en önemli yanlarından biridir. Yazar Orhan Pamuk karakteri sık sık karşımıza çıkar. Elimizdeki metnin aslında bir kurmaca olduğunu sık sık hissederiz. Cesaret isteyen bir tutumdur açıkçası. Klasik anlatım tarzının hazır çok sayıda okuyucusu varken bunu tercih etmek ve altından başarıyla kalkmak iyi bir şey olsa gerek. Bu romanda da karakterlerin araya girip demeç verir gibi bir şeyler söylemesi deneysel bir şey. En azından Türk edebiyatı için, benim bildiğim kadarıyla… Bu demeç gibi olan bölümlerde romanı olduğundan daha da ilginç kılan ayrıntılar var. Beğendim çok.

Orhan Pamuk’u neden bu kadar sevdiğimi anlayamayabilir bazı arkadaşlarım. Her ne kadar Nobel ödüllü bir edebiyatçı olsa da sevmeyeni de çoktur kendisinin. Sanırım zengin biri olması ve siyasi anlamda sık sık radikal çıkışlar yapması kendisini harlandırıyor. Ben kendimi ona çok benzetiyorum, belki de sevgimin sebebi budur. Otobiyografisini okudum. Sayısız röportajını okudum. Ben de tıpkı onun gibi iç gerilimi hiç bitmeyen biriyim. İç barışı, iç huzuru olmayan biriyim. Ama tıpkı onun gibi ve de hayret bir şekilde, çok mutlu biriyim. Ona olan takıntılı sevgimin sebebi bunlar olabilir.

Not 1: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.

Not 2: Belki de bu yazıyı yayınladığımda Büyücü’nün Toy Story 3 filmindeki Ayı Latso karakteriyle bir fotoğrafı çıkmıştır. Olsun yine de fetiş yazarım.

Alakasın Not: Zonguldak’ta Sendika Camii var.   

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın