“subUrbia” (1996)

Google görsellerden suburbia kelimesini aratınca izlediğim filmin afişinden önce bu ve buna benzer resimler çıktı. Bu yerleşim yerleri birçok Amerikan filminde karşımıza çıkmıştır. “A Nightmare on Elm Street/Elm Sokağında Kabus”ta bu mekanlarda gerçekleşen korkutucu olaylara tanık oluruz. “Blue Velvet/Mavi Kadife”de korkutucudan da öte insanın kanını donduran olayları izleriz. “Edward Scissorhands/Edward Makaseller”de fantastik bir hikâye bizi karşılar. Bazı filmlerdeyse bu mekânlarda geçen tekdüze, standartlaştırıcı hayat tarzları eleştirilir. “American Beauty /Amerikan Güzeli” gibi. Ankara Batıkent’te yıllarca oturup daha sonra dayanamayıp oradan taşınan teyzem aklıma geldi. Acaba o da bu gizli standartlaşmadan rahatsız oldu mu da bu Amerikan banliyölerine benzeyen Batıkent’ten taşındı. Burada bir kavram kargaşası oluşabilir. İngilizce suburb veya town diye adlandırılan bu bölgeler için Türkçe taşra veya banliyö kelimesi kullanılıyor. Bizim Taşra’dan anladığımız çoğunlukla çiftçilikle veya hayvancılıkla uğraşan insanların yaşadığı yerler. Banliyö ise bizde çoğunlukla treni çağrıştırıyor. Mesela Ankara’da banliyö trenlerine Mamak, Kayaş gibi yerlerde oturanlar binerler. Bunlar da alt sınıftan gelen insanlardır. Oysa Amerika’da banliyölerde yaşayanlar orta sınıfa daha yakın insanlardır. Ve beyazdırlar. Amerikan bağımsız sinemasının en önemli temsilcilerinden Richard Linklater’in “subUrbia” adlı filmi de tam bu bahsettiğim banliyö yaşantısına eleştirel bir bakış açısı getiriyor. U harfini büyük yazarak acaba u-you-sen önemlisin, bireyselliğinin farkına varmalısın mı demek istiyor acaba? Yönetmenin “Slacker” adlı filmine benzeyen bir yapısı var. Her iki filmde de kısıtlı bir zaman diliminde sokakta aylaklık eden gençlerden karakterler görürüz. “Slacker”da incir çekirdeğini doldurmayan diyaloglar var gibi görünse de aslında orta-alt sınıf Amerikan gençliğinin ne kadar da tekdüze bir hayat tarzı olduğu seyirciye yansıtılıyordu. “subUrbia”daysa daha iddialı diyaloglar var. Aylaklık eden gençler hayat üzerine ilginç tezler sunuyorlar. Her şey eski mahalleli yeni pop star Pony’nin limuziniyle mahalleye gelmesiyle başlıyor. Bu kadar çok kaybedenin olduğu mekana görece olarak yırtmış birinin gelmesi ve sahip olduğu metaları onların gözüne gözüne sokması kaçınılmaz olarak çatışmayı doğuruyor. Bu çatışmalar esnasında alt-orta sınıf Amerikan düşünce yapısının ne kadar yüzeysel olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Hiçbiri hiçbir şey bilmiyor ve tek amaçları yırtmak. Pop star olmak, albüm kapağı hazırlamak, LA’ye veya NYC’ye kapağı atmak. Onun için hayali bir yer olan banliyönün adı Burnfield. Yani yaşayan ölüler mekanı. Göreceli olarak daha bilinçli olan Jeff ve Tim’in de itiraf ettikleri üzere diğerlerinden tek farkı hiçbir şey bilmediklerini biliyorlar olmaları. Bir ara filmde “Do the Right Thing/Doğru Şeyi Yap”ta olduğu gibi Pakistanlı bakkala karşı bir operasyon yapacak gibi olsa da korkulan olmuyor ama bu bakkalla diğerlerinin diyalogları da çok dersler çıkarılabilecek nitelikte. Bu filmin hayranları çok ve artık ben de onlardan biriyim. Ama iki gün ara vererek filmi bitirdiğim için sağlam kafayla oturup bir daha izlemek istiyorum. Bir sene sonra falan. 
Bu yazı Bağımsız Sinema, Indie, richard linklater, subUrbia kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.