“Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğimi söyleyecektim…”
Sabahattin Ali’nin muhteşem “İçimizdeki Şeytan” romanında geçen bu cümlede kendimi buldum…
Kendimle beraber orada başka bir arkadaşımı (GE) da bulduğumdan dolayı cümleyi ona da gönderdim. İkimiz de “Yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmam.” popüler yargısından hiç hoşlanmayan insanlarız. Yaşadığımız birçok şeyden dolayı fena halde pişmanız.
Bugüne kadar hayatıma sığdırdığım şeyler birçok insanı gıpta ettiriyor. Etrafımda, benimkiler kadar çok hobiyle benim kadar çok vakit geçirmiş kimse yok (özür dilerim) ve bundan da eşek gibi pişmanım ama yine de edebiyata bu kadar geç kaldığım için kendimi ıslak odunla dövesim var. Oysa edebiyat bölümü mezunuydum ve hep aklımdaydı. Birkaç yıldır başlayan edebiyat tüketme sürecim henüz çok yeni olduğu için Top 10 romanım sürekli güncelleniyor. Not: Liste yapmaya bayılırım ve yapmayı sevmeyenlerin bir bölümünün zihinsel tembellikten dolayı bunu yapmadıklarını ve o yüzden “her şeyin ayrı değeri” olduğunu öne sürdüklerine inanırım… Her şey ayrı ayrı değerlidir ama aynı ölçekte değerli değildir. Bunları belirlemek de kötü bir şey değildir. Hatta çok güzel ve faydalı bir şeydir.
“İçimizdeki Şeytan”ı rahatlıkla Top 10 roman listeme koyarım Ocak 2020 itibariyle…
Daha önce yazardan okuduğum “Kuyucaklı Yusuf”u çok iyi bir roman olarak değerlendirmemiştim. Sağda solda Sabahattin Ali’nin “overrated” bir yazar olduğunu okuyordum. “Kürk Mantolu Madonna”nın başına gelenlerden de haberdardım… Bu yüzden romana temkinli yaklaştım ancak İŞ, ilk sayfadan çok iyi bir eser olduğunu belli eden romanlardandı.
1940 yılında yazılmış ve yazarın ikinci romanı…
Romanlarda “yetkinlik” diye bir şey varsa bunun ilk dönemlerden ziyade 1950’lerden itibaren geliştiğini düşünüyorum. Normaldir… Yeni ve ihraç edilen bir janr ancak toplumun yapısının da bunda etkili olduğuna inanıyorum. Toplum geliştikçe, daha doğrusu şöyle diyelim aydın sınıfı geliştikçe yani sanatı üreten ve tüketen insanlar, eserler de yetkinlik kazanıyor. Romanlar birer tarihi belge olması sebebiyle çok değerlidirler ancak eski romanların (yabancılarınkiler de dâhil) atmosferi içine girmeyi zorlaştıracak teknik acemiliklerle doludur. Orhan Pamuk’a göre “İnsanlar romanlardaki kadar muhteşem insanlar değillerdir ve öyle yüce şeyler yaşamazlar.” Bu da gerçekçilik mefhumunu önümüze koymaktadır. Romandan gerçekçi olmasını mı yoksa nasıl yaparsa yapsın bizi büyülemesini mi bekleyeceğiz? İkisini de yapan varsa ne mutlu bize…
İŞ, gerçekçi bir roman mıdır? Soruyu revize edelim, 1940’larda bir insan Ömer’in kurduğu uzun ve derinlikli cümlelerden kurabilir mi? İnsanlar o şekilde mi konuşup, giyinip, yaşıyorlardı? Burada Orhan Pamuk’un fikri devreye girer. Ben insanların o şekilde konuşmadıklarını tahmin ediyorum ancak bu, romanın büyüleyici olmasını engellemiyor. Roman böyle bir şey zaten. Sinemada bunu yapamazsınız, en azından günümüzde sanatsal değer biçilen filmlerde; akıllı, tecrübeli ve gelişkin estetik duygusuna sahip insanların izlediği filmlerde gerçekçi olmayan bir konuşma, sahne, kıyafet barındıramazsınız. Romanda ise bunu yapabilirsiniz. Yani eskiden, roman türü çok canlıyken yapabilirdiniz. Sağladığınız başka şeylerle okuyucuyu tatmin edebilirdiniz.
İŞ, çok da gerçekçi olmamasına rağmen yetkin bir roman tekniğine sahip. Döneminin veya kendisinde 10, 15 yıl önce yazılmış romanların yetkinliğine baktığımızda İŞ’in onlardan ileride olduğunu görüyoruz. Yani teknik olarak masal anlatır gibi olmayan bir roman…
1940’ların bir romanıysa hemen akla “The Kriz” geliyor…
Yazılarımı okuyanlar hemen The Kriz’in ne olduğunu anımsayacaklardır: TR’de sınıflar mücadelesi yoktu. Hepsi aynı sınıfsal kökenden gelen 15, 20 bin etkili erkek bireyden oluşan bir kalabalığın, Batılılaşma-Batılılaşmama kavgası TR siyasetinin 200 yıldır bir numaralı ve en yoğun gündem maddesidir. The Kriz, TR’de romanının da bir numaralı teması olmuştur uzunca bir süre.
“İçimizdeki Şeytan”da The Kriz’i etkin bir tema olarak görmüyoruz nihayet. 1940 yılı için bu şaşırtıcı… Roman bireye yönelir genellikle. Türk edebiyatında bireye dönmeler “İçimizdeki Şeytan”la başlamamıştır elbette ama ilk yetkin ve çarpıcı örneği bu roman olsa gerek.
KÜÇÜK, SEFİL BİR ŞEYTAN OLARAK İNSAN
“Adam olmak değil, enteresan olmak istiyordum.”
Birçok roman yazımda mizantropi ve sinizmden bahsettim. Mizantropi, insan türünden nefret etmek, onu yüce bir varlıktan ziyade sefil bir yaratık olarak değerlendirmektir. Sinizm ise iyi ve güzel olan hiçbir şeye inanmamak, onlara düşman olmak demektir. Ekşi Sözlük’teki bir tanımlama ilgimi çekti: Tutkusuzluk dehşeti…
Roman eğer bireye, bireyin iç dünyasına yöneliyorsa –ve bize yalan söylememek niyetindeyse- oradaki karanlık noktalarla karşılaşmaması ve bunları okuyucuya sunmaması imkânsız. Bazıları bundan sakınır. Bunlardan rahatsız olduğu ve pozitif şeylerden mutlu olduğu için onlara yönelebilir. İtirazımız yok. Çünkü hayatta karanlık veya aydınlık taraf mutlak bir şekilde diğerine karşı üstündür gibi bir düşüncemiz yok. Karanlık taraflara odaklanan romanları daha cesur buluyorum, onları daha ilgi çekici buluyorum.
Ömer, mizantropi ve sinizmin adeta efsanevi bir sunumu… “Dorian Gray’in Portresi” romanında hemen hemen her sayfada özlü söz olabilecek cümleler vardı. Bir süre sonra başım dönmüştü ve bunları not etmeyi bırakmıştım. İŞ’te de o kadar yoğun olmasa da oldukça yoğun bir şekilde “Yazar bu cümleyi nasıl kurabilmiş?” diyebileceğimiz cümleler var sıkça. Ömer’in toplum, hayat ve insan analizleri her başarılı mizantropunkilerin olduğu gibi çok çarpıcı. Hangi birine değinmeli ki… İŞ’teki olağanüstü cümleler başka bir yazıda ele alınabilir.
Ömer’in mizantropisi kendisi de dahil olmak üzere hatta en çok kendisine yöneltilmiş bir şekilde herkesi hedef alıyor. İçimizdeki şeytanı anlamak istiyorsanız “İçimizdeki Şeytan”ı okuyunuz.
Ömer’in romanın sonunda yaşamış olduğu değişikliğe ne demeli? Veya Macide ve Bedri karakterleri erdeme ne kadar sahipler? Yusuf Atılgan veya Oğus Atay mizantropisinden biraz daha sakin bir mizantropisi var Sabahattin Ali’nin. Ömer, meşhur tiradında “Derhal kendimi düzeltmek, ona layık bir hale gelmek icap etmez miydi? Yapamadım ve bu aczimi içimdeki şeytana hamlettim. Halbuki tembel ve iradesizdim.” İnsan doğasında var olup olmadığı tartışılan kötülük meselesi karşımıza çıkıyor. Marksistler böyle bir kötülük fikrinin düzen sahiplerinin ideolojik araçlarıyla pompalandığını iddia ederler. Bu sayede insanlar düzeni değiştirme motivasyonlarını kaybedeceklerdir. İnsanı var eden sahip olduğu maddi koşullardır… Maddi koşulların insanı var etme konusunda oldukça etkili olduğunu inkar edemeyiz ama o dönemlerde çok ilerlemiş olmayan evrimsel psikolojinin çıktıları da göz ardı edilemez.
İNTİHAR ETMEMİŞ SELİM IŞIK
Mizantropinin en destansı örneği olan “Tutunamayanlar”ın Selim’i akıllara geliyor. O halde diyebiliriz ki Ömer, intihar etmemiş bir Selim Işık’tır. Bu arada mizantropiyle ilgili düşüncelerimi hatırlatayım: İnsandan ölesiye nefret eden birisi değilim ancak onun aslında çok erdemli olduğuna, hayatta çok yüce şeyler başarma potansiyeline sahip olduğuna ve nihayet günün birinde bunu başaracağına inanmıyorum. Az önce anılan evrimsel psikoloji çok ilgimi çekiyor. Onun evrimsel sürecine baktığımız zaman hile, hurda ve şerefsizlikle var olduğunu görüyoruz. Milyonlarca yıllık kariyerinde bunlar var. İlerde değişir mi bilemem. Onun evrimsel süreci hesaba katıldığında çok kısa bir süreye tekabül eden 60, 70 yıllık bir süre sonra yaşamak için fiziksel olarak gerekli olan her şeyi kontrolü altına alacak. Yaşamını garanti altına alacak. Görecek ki dünyadaki herkes için yaşam koşulları halledilmiş bir durumda olacak. O zaman ne olacak merak ediyorum… Tutunamamaya sebep olan maddi koşullar halledilince yine yerinde durmayacak mı? Bekleyip görelim diyeceğim ama bizim ömrümüz yetmeyecek buna. Neyse bize ne ya!
YAŞAM ÇELİŞKİLERLE YOL ALIYOR
Hegel’in bu sözünü çok severim…
Yukarıda tam olarak cevaplanmamış iki soru sordum. Ömer’in değişimi ve Macide ile Bedri’nin sahip oldukları erdem potansiyellerini sorguladım. “İçimizdeki Şeytan”ın en beğendiğim yanı insanın çelişkili yapısını çok başarılı bir şekilde ele alabilmesiydi. Hepimiz geceleri uyku uyuyamayacak kadar birer çelişki yumağı değiliz ancak hayatta ne yapmak istediğini net olarak bilen ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen göçmen kuşlar gibi şeyler de değiliz… Yani çelişki yumağı değiliz ama çelişkilerle doluyuz. Hep öyle olduk. İnsanı var eden şu maddi koşullar sorun olmaktan çıktıkları zaman bile çelişkiden azade varlıklar olmayacağız. Bu romanın kahramanı Ömer’dir. Ömer’in Macide’yi de etkileyen cümleleri (bu konuya geleceğiz yani kızlar piç erkek sever konusuna) insandaki çelişkili yapıyı anlamak açısından bire bir. Hapishanede Bedri’ye verdiği tirat ise adeta bir destan. Bir çelişki destanı…
Kitap toplumsal eleştiri yaparken kadın erkek ilişkisine de odaklanıyor. Bu anlamda “Kiralık Konak”a benziyor. Toplumsal eleştiri boyutuna bakalım… Toplumsal eleştiri derken aslında bir aydın eleştirisi var. Ve de aydınların bir bölümü eleştiriliyor. Yani sağcı, milliyetçi, Turancı aydınlar… “Tutunamayanlar”da her türlü aydın eleştiriden nasibini alıyordu. “Tutunamayanlar”ın torunu “İçimizdeki Şeytan”da Turancı aydınlar veya devletçi aydınlar eleştiriden nasiplerini alıyor. Sabahattin Ali, solcu olduğu için kendi mahallesindeki aydınları eleştiriden muaf tutmuş oysa biliyoruz ki onlar da eleştirilecek davranış kalıplarına sahiplerdir. Cemaat olmanın zorunlu kıldığı birtakım saçma ritüellere ve insana inandırıcı gelmeyen tutum ve davranışlara sahiptirler. İnsanın siyasal mücadeleler vermesinde psikolojik faktörler, yani onu yapıyor olmasının ona hissettirdiği duygular önemli oranda rol oynarlar. Ben buna inanıyorum. Bunları ele alsan, solcular kızarlar. Ele alamazsın… Sabahattin Ali de ele almamış fakat bunları görmemiş olamaz.
KIZLAR PİÇ ERKEK SEVER
Popüler bir yargıdır ve de bu konuda Ekşi Sözlük’te başlık bile vardır ama bilimsellikten tamamen uzak bir yargı değildir. Ömer’in “adam olmak değil enteresan olmak” istediğini yazmıştık. Oluyor da… Ve enteresan tipler daha ilgi çekicidir. Bilimselliği nerede peki? Okuduğum bir makalede dünyada şimdiye kadar var olmuş erkeklerin yüzde %40’ının, kadınların ise %80’inin çocuk sahibi oldukları yazıyordu. Bu istatistik genetik biliminin bize sundukları sayesinde bilimsel olarak ölçülebiliyor. Evrimsel süreçte başarının ölçütü üremektir. Peki, kadınlarla erkekler arasındaki bu inanılmaz fark nereden geliyor? Savaşlar öne sürülebilir. Savaşların bu kadar büyük fark yaratamayacağı düşünülüyor çünkü askerlik hep profesyonel bir işti. Ulusların topyekûn askere alınıp savaştırılmaları Birinci Dünya Savaşı’yla başlamıştır. Ondan önce savaşlar uzak yerlerde, gözlerden uzakta, profesyoneller arasında oluyordu. Yani savaşlar böyle büyük bir fark yaratmaz. Burada kadınların (az da olsa) tercihleri bu konuda rol oynamıştır. Yani kadınlar güçlü, kuvvetli, etkili, zengin, ağzı iyi laf yapan, iyi avcı, zeki erkeklerin ikinci karısı olmayı etkisiz erkeklerin birinci ve tek eşleri olmaya “önemli oranda” tercih etmişlerdir. Buna zorlanmışlardır da. Hatta zorlanmalar daha etkilidir ama tercihlerin tamamen etkisiz olduğu da iddia edilemez. Ömer çok yakışıklı ve zengin değil. Macide sokakta kalınca karşısına çıkması da etkilidir ama Macide’yi asıl etkileyen şey Ömer’in kimsenin kurmadığı cümleler kurması, kurabilmesi. “Piç” işte yani enteresan yani ilgi çekici… Kim için? Macide gibi toplumun normallik sınırlarının içerisinde olmayan, melankolik, düşünceli, “çelişkilerle” yaşayan bir kadın için. Fakat Macide’nin de aslında çok da kendisini tanıyan, bilen bir insan olmadığını görüyoruz. Hafif nihilist bir yanı da var. Çelişkileri ise gözlemlenebiliyor. Bedri’nin zaman zaman beliren düşüncesi bile kendisini huzursuz ediyor. Öyle işte… Karakterleri net bir şekilde oraya buraya koyamıyorsunuz. O zaman başarılı.
Tembelliğin ve iradesizliğin romanı yani içimizdeki şeytanın…