Türkiye sinemasından bahsediyorum.
Olmak zorunda mı?
Bu, benim naçizane arzum. Sinemada, genel anlamda sanatta, “en sevdiğim” yaklaşım toplumcu-gerçekçi yaklaşımdır. Türkiye sinemasında toplumcu-gerçekçi yaklaşıma sahip olanları ele alırsak karşımıza çıkan sonuç acıklıdır.
Bununla birlikte, yerli sinemada sadece toplumcu veya sadece gerçekçi olan yönetmen sayısı “acıklı” değildir. Acıklı ile “eh işte” arasında bir yerdedir.
Ali Özgentürk de toplumcu olup gerçekçi olamayan bir yönetmendir ve en önemli filmi 1981 yılında çektiği “At” adlı filmdir.
Özgentürk’ü gerçekçi olmamakla suçlamak biraz ağır olur çünkü onun var olduğu koşullar daha fazlasına pek de izin vermemektedir. Biraz teknik bir meseledir bu.
12 Eylül faşizminin hemen arkasından insanı çaresiz bırakan toplumsallık üzerine bir film çekmek ve de o yıllara kadar gelen teknik yetersizliklerle beraber bunu yapmaya çalışmak kolay bir şey değildir.
Bir, köyden kente göç öyküsüdür anlatılan.
Bu tür işlerde dikkatli olmak lazım çünkü köy ve köylülük yüceltilmesi gereken en son şeylerden biridir. Toplumların en büyük ayak bağlarındandır köylülük.
Fakat ne diyeceksin? Şehirdeki barbarlığa bakınca insanların köydeki “akarı kokarı olamayan” hayatı özlemeleri anlaşılabilir bir şey. Gece 11.30’da bile tıklım tıklım olan ve eşek ölüsü gibi kokan 522 ST’yi vaat ederek, politik bilinci olmayan insanları köylülükle hesaplaşmaya davet edemezsiniz. Politik bilinci olmayanların hemen hemen hepsi, politik bilinci olanlarınsa bir bölümü öz yaşamlarındaki somut problemlerle ve bunların giderilmesi ile ilgilenirler. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında yani neyin ne olacağının net bir şekilde belli olmadığı zamanlarda, bazı politik bilinci olan işçilerin, açlıktan dolayı fabrikalardaki çarkları hurdacıya sattıkları görülmüştür…
“At”daki Hüseyin de çocuğunu okutmak ve daha fazla para kazanmak için köyden kente göç ediyor. Tek düşüncesi bu. Tabi, hayaller Şanzelize gerçekler Sarıgazi misali işler umduğu gibi gitmiyor.
Kapitalizm, insanlığa ilerlemeyi, aydınlanmacılığı sunduğu yemeğin faturasında yozlaşma da yazmaktadır. Ee, bu işler böyle…Ben söylemiyorum koskoca diyalektik söylüyor bunu. 1980 yılının İstanbul’u şimdinin jungle’ı yanında zemzem suyuyla yıkanmış gibi kalmaktadır ama yine de yoz bir yerdir. Hüseyin ve oğlu, el arabasıyla sebze satma işine girişirler ama dog-eat-dog dünyası işleri berbat eder.
Film, Hüseyin’in iktisadi faaliyetlerinden biraz daha fazla gündelik yaşamda başına gelenlerle ilgileniyor gibi. Yozlaşma da en çıplak haliyle buralarda görülüyor. Hüseyin ve oğlunun başına gelenler büyük şehir yaşantısından nefret ettirecek cinsten şeyler. “Canım Kardeşim” filmindeki Kancı Memet gibi burada da ismi verilmeyen bir kadavracı karakter var. Kimsesizleri zehirleyerek cesetlerini tıp fakültesine satıyor. Kanı donduran cinsten bir karakter.
Sonuç önemli değil. Türkiye’nin kapitalistleşme süreci nice trajediye sebep oldu. Süreç tamamlandıktan sonra (Maoist Komünist Parti bile tamamlandığını ilan etti geçen sene) da trajediler devam ediyor. Şu anda nice Hüseyinler nice Burak Hanlar, nice Büşra Nurlar nice Baranlar maddi manevi çok kötü yaşam koşullar altında yaşamaya devam ediyorlar.
Filmin gerçekçilik sorunlarına gelince. Tüm iyi niyetine rağmen bana göre meseleyi doğru kavrayamıyor. Çok önemli değil. Asıl sorun teknikte. Dün “Canım Kardeşim” ile ilgili yazımda değindiğim gibi bana göre Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet”inden önce filme benzeyen bir film yok Türkiye sinemasında. Dublajlı bir film, en başta, film değildir demeyelim de tuhaf bir şeydir. Adını bile zor söylemesi beklenen köylüye İstanbul tiyatro oyuncu dublaj yapınca ortaya müthiş bir yabancılaşma duygusu çıkıyor. Kameralar da oldukça kötü. Abartılı ışık ve abartılı makyaj oluyor gerçekçi olmayan yerli filmlerde.
Kötü bir film demeyeceğim. “Mükemmel” değil. Ben, her hangi bir konuda, örneğin ikili ilişkilerde, örneğin bir toplumsal süreçte, örneğin bir sosyalizm denemesinde, örneğin oy verilecek bir partide mükemmellik arayışını şımarıklık olarak, bulup da beğenmemek olarak değerlendiririm ama bu film için bunu belirtmeden geçemeyeceğim. Birçok siyasi tartışmada öne sürdüğüm “olsa dükkan senin” önermesi 1981 yılının yerli sineması için de geçerli.
İyi günler.