Türkiye’de 1940-1954 yılları arasında uygulanan bir eğitim modeli olan Köy Enstitüleri incelenmeyi ve anılmayı hak ediyor. Marx’ın politeknik eğitim modeline çok benzeyen Köy Enstitüleri apaçık bir şekilde Sovyetler’den etkilenmiştir. Şimdiki eğitim sistemi gibi hayattan kopuk, yalan ve gerici teori bombardımanı şeklinde değil iş içinde, iş için eğitim sloganıyla özetlenebilecek bir yapıya sahipti. Öğrenciler kültür derslerinin hakkını vermekten geri kalmayıp, önemli oranda tarımsal eğitim de alıyorlardı. Bununla birlikte temel el becerileri de kazandırılıyordu. Bugünkü nesil gibi bir çivi çakmaktan aciz insanlar yerine kütüphanesini kendisi yapan, boya sıva yapabilen insanlar yetiştiriliyordu. Bu insanlar aynı zamanda müzik aleti de çalıyor, tiyatro da yapıyor, öykü de yazıyor, yabancı dil de öğreniyorlardı. Marx’ın tarif ettiği politeknik eğitim aşağı yukarı böyle bir şeydi. Hayata yabancılaşmamış, işlevsel ama aynı oranda nitelikli bir eğitim modeli. Köy enstitülerinin ideolojik çıktıları da olmuştur elbette. Bir aydınlanma hamlesidir köy enstitüleri. Bugün dinci, gericilerin hoşnutsuzluklarını rahatlıkla dile getirebildikleri karma eğitimi, 40’lı yıllarda sistematik ve kitlesel bir şekilde uyguluyordu. Son tahlilde Kemalist ideolojinin hegemonyası altındaydı ama o kadar okuma yapılan yerde, aydınlanma Kemalizmin limitlerini aşmıştı. Birçok insan Sosyalizmle tanıştı oralarda ve 60’lı yıllarda belirginleşen sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının yanında onurlu yerlerini aldılar. Tabi hep aynı terane…Anti-komünizm imdada yetişti. Aydınlanma dizginlenemeyince kapattılar ve ezberci, teorik eğitime geri döndüler. Bugün o eğitimden de daha geriye gidiyorlar ya! İşte bu bağlamda köy enstitülerini hatırlatan bir film izlemek değerli. Ama..
Maalesef Ali Adnan Özgür’ün “Toprağın Çocukları” köy enstitülerini sadece hatırlatabiliyor. İşin siyasi boyutunu işlemekte oldukça yetersiz kalıyor. Evet enstitülerle ilgili ilgi çekici sekanslar yok değil ama temelde enstitüleri bir fon olarak kullanıp yine ve yine şu kahrolası aşkı bir yerlere sıkıştırıp ortalamacı bir filme imza atıyor. Bu yanıyla piyasacı da. Köy enstitüleriyle ilgili herhangi bir bilgisi olmayan bir seyirci, film bittikten sonra bunları araştırmaya yönelir mi veya izleyicinin kaçı yönelir muğlak. Bir aşk filmi izledim diye ayrılabilir salondan. Hem de zayıf bir aşk filmi. Bugüne kadar hep serseri rollerinde izlediğimiz Ufuk Bayraktar’ın beceriksizce çizdiği jönün karşısına inandırıcılıktan uzak iki kızı koymak hiç ama hiç olmamış. Filmin teknik kusurlarına girmek istemiyorum. Buram buram amatörlük süzülüyor her taraftan.
Oryantalizmden nefret ediyorum. Yani Batılıların, Doğunun yoksulluğu ve geri kalmışlığıyla değil de egzotik yanıyla ilgilenen düşünsel akımından. Kapitalizm geliştiği oranda insan moral ve ahlaken çöküntüye uğrar, yalnızlaşır. İleri Kapitalist ülkelerin yalnız ve mutsuz insanları Doğunun egzotikliğinde sahte ve ikiyüzlü bir doğallık bulurlar. İçine girip sorunlarına köklü bir çözüm bulmak yerine kenardan dijital fotoğrafını çekerler. Bu yaklaşımdan nefret ediyorum ve bu yaklaşımın yansıdığı sanat eserlerinden de. Batı sineması bunu çok yapar. Egzantrik Doğu tablosu önünde kendi çürümüşlüğünü işler. Bu yaklaşım Türkiye sineması için de geçerlidir. Özellikle Kürtlere ve Çingenelere böyle yaklaşan filmler vardır. Bu film de Çingenelere oryantalist bir yaklaşımla yaklaşıyor. Güzel, yetenekli ve “sahici-dobra” Çingene kadın klişesi kullanılıyor ama onların toplumsal hayattan dışlanmışlığı yüzeysel bir şekilde veriliyor. Çingene kadın 1553. kez yine ve en fazla bir aşk öznesi olabiliyor. 2012’nin tikky İstanbul kız Türkçe’siyle..Mutfağa gidin ve bi’ çay koyun siz!