Ne zaman şarap içsem ertesi gün başağrısı çekerdim ama o gün kafamda bir tuhaflık yoktu. Bir gün önce, dört yıldır beklettiğim şarabımı içmiştim. Onu özenerek yapmıştım ve özel bir gün için ayırmıştım. Bir önceki gün benim için özel bir gündü.Karantinamın son günüydü. 10 günlük karantina bana o kadar zor gelmişti ki! Pir Sultan’ı düşünmüştüm, Nesimi’yi, Baba İshak’ı, Nazım Hikmet’i! Ne kadar zordu esir olmak. Hastalığı kapınca son beş günüm kalıp kalmadığını düşünmüştüm çünkü Baran Doğan beni “Peygamberin Son Beş Günü” adlı romanın romantik devrimci ozanı olan Peygamber’e benzetmişti. Karantina sürem dolunca ilk iş olarak o kitabı almaya karar vermiştim. Son beş günüm kalmamıştı. 10 günüm de kalmamıştı. Bir sincap gibi yaşamayı ciddiye alıyordum. Ne iş yapıyorsam ciddiyetle yapıyordum. Sendikal ve siyasal görevlerimi bir sincapın kozalağı yuvasına ciddiyetle taşıması gibi yerine getiriyordum. Peygamber falan değildim ben. Necip halkımın onurlu bir üyesi, devrimci sınıfımın bir neferiydim. Ben halktım. Ben emekçiydim. Onlara diz çökmemiştim. Bu da onlara dert olmalıydı. Kahvaltımı yapmalıydım önce. Zevcem işte gitmişti. Yalnız kahvaltı yapmayı da severdim. Yalnızlıktan hiçbir zaman sıkılmazdım. Mutfakta denemeler yapmayı severdim. Arayışçı biriydim. Bir sincap gibi! Evet, bir sincap gibi… Veya arı gibi, gelincik gibi, ahtapot gibi, bir leopar gibi arayışçı olmalıydım. Öyleydim. O gün; o denenmemiş, o hayal edilmemiş, o planlanmamış menemeni tarih sahnesine çıkarmalıydım. 1848’de sınıfım nasıl tarih sahnesine çıkmışsa, 1923’te Genç Cumhuriyet nasıl tarih sahnesine çıkmışsa o gün, o hayal edilmemiş menemen de tarih sahnesine çıkmalıydı. Kuş konmazlı menemen olamaz mıydı? Bir gün önce programını izlediğim Ayhan Cisimoğlu’nun dediği gibi “löö kuşkonmaaağzzh” menemene koyulmaz mıydı? Koyulurdu. Koyardım. Kimdi bunu belirleyen! Hangi AKP’li? Zaten yönetememe krizindeydiler, bir de mutfağımıza karışıyorlardı. Çeksinlerdi bıyıklarını çorbamızdan! “Löö kuşkonmaaağzzh”, “löö ıspanaaağğğh”, “löö brokoliiiğh”. Hepsini menemenime doğradım. Baharat atmadım. Baharata karşıydım. Baran Doğan baharata karşı olduğumu, sadeliğe inandığımı duyunca beni peygambere benzetmişti. Olsundu. Yaşasındı malzemelerin kardeşliği! Her şeyi atardım, karıştırırdım, hiçbir AKP’li de gelip bıyığını sokamazdı yemeğimin içine. Kahvaltımı yaptım. Kahvaltımı sindirmek için bir yarım saat televizyon izlemeye, bir şeyler okumaya karar verdim. Sonrasında spor yapacaktım. Halk TV’deki hortum reklamı çok uzayınca canım sıkıldı ve birkaç fanzin okumak istedim. Fanzinleri okudum. Bir iki şiir çok hoşuma gitti. Onların olduğu sayfaları kopartıp beğendiğim şiirleri koyduğum klasörün içindeki poşet dosyalardan birine koydum. Isınma hareketlerimden sonra ağırlık kaldırma çalışmalarına başladım. Hastalık beni biraz yorduğu için bir hafta ara vermiştim ağırlık kaldırma çalışmalarına. Üç gün önce tekrar başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle ağırlık çalışmalarını tamamladım. Duşa girdim. Uzun zamandır şampuan kullanmayı bırakmıştım. Artık saçlarımı da zeytinyağı özlü yeşil sabunla yıkıyordum. Çocukken Tuzluçayır’daki kondumuzda, geniş metal leğende, pazar akşamları güzel güzel yeşil sabunumuzla yıkanırdık. O zamandan beridir en sevdiğim kokulardan biri yeşil sabun kokusuydu. Güzelce kurulandım.Dışarı çıkmadan önce mutlaka yapmam gereken, bir sincap gibi ciddiyetle yapmam gereken tek bir iş kalmıştı. Arko tıraş köpüğünü fırçamla köpürttüm. Maltepe Pazarı’ndan 1998’de aldığım tıraş fırçamla aramda bir bağ vardı. Can yoldaşımdı bu kadar zamandır. Yoldaşlık ne güzel bir şeydi. Permatik tıraş bıçağımı altı gün kullanırdım en fazla. O gün üçüncü gündü. Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyamı da sıktım. Biraz yaktı. Artık dışarı çıkabilirdim. Gazetelerimi alacaktım. Her gün alırdım. Dışarı çıkamadığım günler için gazetelerin hesaplarına para yatırmıştım. Zaten ikisi de dayanışma kampanyası düzenliyordu. Son iki, üç senede sık sık dayanışma kampanyası düzenlemişlerdi. Hepsine katılmıştım. Gazeteler yaşasındı. Gazeteler bizim son kalelerimizdi. Hiçbir gazeteyi de ziyan etmemiştim. Otobüste, metroda, berberde, parkta düzgünce bir yere bırakırdım okuduğum gazeteleri. Halkım da onları okusundu. Hava ne güzeldi! Özgürlük ne güzeldi! Ey özgürlük! Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını! Ah ne olurdu saz çalabilseydim! Ankara’da biraz daha para verip Musa Eroğlu Müzik Merkezi’ne gitmek varken, hesap kitap yapıp daha ucuz olan Abidinpaşa Cemevi’nin saz kursuna gitmiştim. Sınıftaki 40, 50 çocuk müzik öğrenmeyi imkansız kılıyordu. O paraya ihtiyacım yoktu aslında. Korsan kitap satışından iyi bir gelirim vardı. Musa Eroğlu Müzik Merkezi’nde sınıflar yedi kişilikti. Tren kaçmıştı bir kere. Olsundu, yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmazdım ben. O deneyimden de bir şeyler öğrenmiştim mutlaka. Gazete bayime ulaşmıştım. Tokatlı Selman Dayı ile güzel bir dostluğumuz vardı. Her sabah gazeteyi alınca üç, beş muhabbet ederdik. Memleket meselelerini tartışırdık. Aydın bir esnaftı Selman Dayı. “Günün aydın olsun Selman Dayı!” Artık gazete gelmeyeceğini duyunca çok üzülmüştüm. Nasıldı yani! AKP benim gazeteme ne karışırdı! Saray Türkleri, beni gazete okumaktan alıkoyamazdı. Faşizme karşı koyma günüydü gün! Direnecektim. Halkım bana bu görevi yüklüyordu. Genç Cumhuriyet nasıl direnmişti emperyalizme! Bir burjuva devrimi yapılmıştı. Hatasıyla, sevabıyla. Tarihsel ilerlemeye küsmek olmazdı. Ne de olsa bir devrimdi. Ama burjuva devrimiydi. Sonra tercihini işçi sınıfından değil de sermayeden yana kullanmıştı. Atatürk tercihini işçi sınıfından yana kullanmak istese de çevresindeki güç odakları tercihi sermaye sınıfından yana yapması için Gazi’yi baskı altına almışlardı. O da Genç Cumhuriyeti sermaye sınıfına teslim etmek zorunda kalmıştı. Sermaye sınıfı 1950’den sonra Genç Cumhuriyetin altını adım adım oymuştu. Bu sefer öyle olmayacaktı. Direnecektim. Son bayi kalana kadar pes etmek yoktu. Nasılsa yürüyüş de yapıyordum! Başladım son bayiyi aramaya. Ümraniye Çarşı’da son bayiyi buldum. “Gününüz aydın olsun!” “Ney! Ha, aleyküm selam abi!” Sohbet etmeye pek hevesli değil gibiydi son bayi. “Bir Cumhuriyet, bir Sözcü” dedim. Sözcü’yü kısa bir sürede verdi ama Cumhuriyet’i epeyce bir aradı. “Abi Cumhuriyet bugün gelmedi galiba, haa işte bir tane var!” dedi. “Pazar eki yok ama abi sorun olur mu?” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Belki bir emekçi Pazar ekini taşıma esnasında okumak üzere gizlice cebine atmıştır. “Sorun olmaz!” Gazetelerimi aldım ve yakınlardaki bir parkta bir banka oturup okumaya başladım. Sözcü’nün başlığı “Ne Ara Yaptınız O İşi!” idi. Esat’ın karısının hamile olması üzerine atılmış bir başlıktı. Sayfanın altında Tokmak adlı yazarın “Arap Boş Durmuyor, Şam’ın Şekerinden Vazgeçmiyor” adlı köşe yazısı vardı. Cumhuriyet ise Korkut Boratav’ın kriz haberi vermesi üzerine yapılan bir ankete istinaden “Kriz Anketlere Yansıdı” başlığını atmıştı. Gazeteleri okudum ve bankın üstüne bıraktım. Sincap gibi, ahtapot gibi, gelincik gibi, leopar gibi başlamıştım güne. Öyle de devam ettirecektim o günü. Her gün yaptığım gibi. Bir gün Peygamber gibi son beş günüm kaldığını öğrenecek olsaydım bile büyük bir ciddiyetle yaşamaya devam edecektim. Örnek Mahallesi’ne doğru yürümeye başladım sonra.
Ne zaman şarap içsem ertesi gün başağrısı çekerdim ama o gün kafamda bir tuhaflık yoktu. Bir gün önce, dört yıldır beklettiğim şarabımı içmiştim. Onu özenerek yapmıştım ve özel bir gün için ayırmıştım. Bir önceki gün benim için özel bir gündü.
Karantinamın son günüydü. 10 günlük karantina bana o kadar zor gelmişti ki! Pir Sultan’ı düşünmüştüm, Nesimi’yi, Baba İshak’ı, Nazım Hikmet’i! Ne kadar zordu esir olmak. Hastalığı kapınca son beş günüm kalıp kalmadığını düşünmüştüm çünkü Baran Doğan beni “Peygamberin Son Beş Günü” adlı romanın romantik devrimci ozanı olan Peygamber’e benzetmişti. Karantina sürem dolunca ilk iş olarak o kitabı almaya karar vermiştim.
Son beş günüm kalmamıştı. 10 günüm de kalmamıştı. Bir sincap gibi yaşamayı ciddiye alıyordum. Ne iş yapıyorsam ciddiyetle yapıyordum. Sendikal ve siyasal görevlerimi bir sincapın kozalağı yuvasına ciddiyetle taşıması gibi yerine getiriyordum. Peygamber falan değildim ben. Necip halkımın onurlu bir üyesi, devrimci sınıfımın bir neferiydim. Ben halktım. Ben emekçiydim. Onlara diz çökmemiştim. Bu da onlara dert olmalıydı.
Kahvaltımı yapmalıydım önce. Zevcem işte gitmişti. Yalnız kahvaltı yapmayı da severdim. Yalnızlıktan hiçbir zaman sıkılmazdım. Mutfakta denemeler yapmayı severdim. Arayışçı biriydim. Bir sincap gibi! Evet, bir sincap gibi… Veya arı gibi, gelincik gibi, ahtapot gibi, bir leopar gibi arayışçı olmalıydım. Öyleydim. O gün; o denenmemiş, o hayal edilmemiş, o planlanmamış menemeni tarih sahnesine çıkarmalıydım. 1848’de sınıfım nasıl tarih sahnesine çıkmışsa, 1923’te Genç Cumhuriyet nasıl tarih sahnesine çıkmışsa o gün, o hayal edilmemiş menemen de tarih sahnesine çıkmalıydı. Kuş konmazlı menemen olamaz mıydı? Bir gün önce programını izlediğim Ayhan Cisimoğlu’nun dediği gibi “löö kuşkonmaaağzzh” menemene koyulmaz mıydı? Koyulurdu. Koyardım. Kimdi bunu belirleyen! Hangi AKP’li? Zaten yönetememe krizindeydiler, bir de mutfağımıza karışıyorlardı. Çeksinlerdi bıyıklarını çorbamızdan!
“Löö kuşkonmaaağzzh”, “löö ıspanaaağğğh”, “löö brokoliiiğh”. Hepsini menemenime doğradım. Baharat atmadım. Baharata karşıydım. Baran Doğan baharata karşı olduğumu, sadeliğe inandığımı duyunca beni peygambere benzetmişti. Olsundu. Yaşasındı malzemelerin kardeşliği! Her şeyi atardım, karıştırırdım, hiçbir AKP’li de gelip bıyığını sokamazdı yemeğimin içine.
Kahvaltımı yaptım. Kahvaltımı sindirmek için bir yarım saat televizyon izlemeye, bir şeyler okumaya karar verdim. Sonrasında spor yapacaktım. Halk TV’deki hortum reklamı çok uzayınca canım sıkıldı ve birkaç fanzin okumak istedim. Fanzinleri okudum. Bir iki şiir çok hoşuma gitti. Onların olduğu sayfaları kopartıp beğendiğim şiirleri koyduğum klasörün içindeki poşet dosyalardan birine koydum.
Isınma hareketlerimden sonra ağırlık kaldırma çalışmalarına başladım. Hastalık beni biraz yorduğu için bir hafta ara vermiştim ağırlık kaldırma çalışmalarına. Üç gün önce tekrar başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle ağırlık çalışmalarını tamamladım. Duşa girdim. Uzun zamandır şampuan kullanmayı bırakmıştım. Artık saçlarımı da zeytinyağı özlü yeşil sabunla yıkıyordum. Çocukken Tuzluçayır’daki kondumuzda, geniş metal leğende, pazar akşamları güzel güzel yeşil sabunumuzla yıkanırdık. O zamandan beridir en sevdiğim kokulardan biri yeşil sabun kokusuydu. Güzelce kurulandım.
Dışarı çıkmadan önce mutlaka yapmam gereken, bir sincap gibi ciddiyetle yapmam gereken tek bir iş kalmıştı. Arko tıraş köpüğünü fırçamla köpürttüm. Maltepe Pazarı’ndan 1998’de aldığım tıraş fırçamla aramda bir bağ vardı. Can yoldaşımdı bu kadar zamandır. Yoldaşlık ne güzel bir şeydi. Permatik tıraş bıçağımı altı gün kullanırdım en fazla. O gün üçüncü gündü. Eyüp Sabri Tuncer limon kolonyamı da sıktım. Biraz yaktı.
Artık dışarı çıkabilirdim.
Gazetelerimi alacaktım. Her gün alırdım. Dışarı çıkamadığım günler için gazetelerin hesaplarına para yatırmıştım. Zaten ikisi de dayanışma kampanyası düzenliyordu. Son iki, üç senede sık sık dayanışma kampanyası düzenlemişlerdi. Hepsine katılmıştım. Gazeteler yaşasındı. Gazeteler bizim son kalelerimizdi. Hiçbir gazeteyi de ziyan etmemiştim. Otobüste, metroda, berberde, parkta düzgünce bir yere bırakırdım okuduğum gazeteleri. Halkım da onları okusundu.
Hava ne güzeldi! Özgürlük ne güzeldi! Ey özgürlük! Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını! Ah ne olurdu saz çalabilseydim! Ankara’da biraz daha para verip Musa Eroğlu Müzik Merkezi’ne gitmek varken, hesap kitap yapıp daha ucuz olan Abidinpaşa Cemevi’nin saz kursuna gitmiştim. Sınıftaki 40, 50 çocuk müzik öğrenmeyi imkansız kılıyordu. O paraya ihtiyacım yoktu aslında. Korsan kitap satışından iyi bir gelirim vardı. Musa Eroğlu Müzik Merkezi’nde sınıflar yedi kişilikti. Tren kaçmıştı bir kere. Olsundu, yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmazdım ben. O deneyimden de bir şeyler öğrenmiştim mutlaka.
Gazete bayime ulaşmıştım. Tokatlı Selman Dayı ile güzel bir dostluğumuz vardı. Her sabah gazeteyi alınca üç, beş muhabbet ederdik. Memleket meselelerini tartışırdık. Aydın bir esnaftı Selman Dayı. “Günün aydın olsun Selman Dayı!”
Artık gazete gelmeyeceğini duyunca çok üzülmüştüm. Nasıldı yani! AKP benim gazeteme ne karışırdı! Saray Türkleri, beni gazete okumaktan alıkoyamazdı. Faşizme karşı koyma günüydü gün! Direnecektim. Halkım bana bu görevi yüklüyordu. Genç Cumhuriyet nasıl direnmişti emperyalizme! Bir burjuva devrimi yapılmıştı. Hatasıyla, sevabıyla. Tarihsel ilerlemeye küsmek olmazdı. Ne de olsa bir devrimdi. Ama burjuva devrimiydi. Sonra tercihini işçi sınıfından değil de sermayeden yana kullanmıştı. Atatürk tercihini işçi sınıfından yana kullanmak istese de çevresindeki güç odakları tercihi sermaye sınıfından yana yapması için Gazi’yi baskı altına almışlardı. O da Genç Cumhuriyeti sermaye sınıfına teslim etmek zorunda kalmıştı. Sermaye sınıfı 1950’den sonra Genç Cumhuriyetin altını adım adım oymuştu. Bu sefer öyle olmayacaktı. Direnecektim.
Son bayi kalana kadar pes etmek yoktu. Nasılsa yürüyüş de yapıyordum! Başladım son bayiyi aramaya. Ümraniye Çarşı’da son bayiyi buldum. “Gününüz aydın olsun!” “Ney! Ha, aleyküm selam abi!” Sohbet etmeye pek hevesli değil gibiydi son bayi. “Bir Cumhuriyet, bir Sözcü” dedim. Sözcü’yü kısa bir sürede verdi ama Cumhuriyet’i epeyce bir aradı. “Abi Cumhuriyet bugün gelmedi galiba, haa işte bir tane var!” dedi. “Pazar eki yok ama abi sorun olur mu?” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Belki bir emekçi Pazar ekini taşıma esnasında okumak üzere gizlice cebine atmıştır. “Sorun olmaz!”
Gazetelerimi aldım ve yakınlardaki bir parkta bir banka oturup okumaya başladım. Sözcü’nün başlığı “Ne Ara Yaptınız O İşi!” idi. Esat’ın karısının hamile olması üzerine atılmış bir başlıktı. Sayfanın altında Tokmak adlı yazarın “Arap Boş Durmuyor, Şam’ın Şekerinden Vazgeçmiyor” adlı köşe yazısı vardı. Cumhuriyet ise Korkut Boratav’ın kriz haberi vermesi üzerine yapılan bir ankete istinaden “Kriz Anketlere Yansıdı” başlığını atmıştı. Gazeteleri okudum ve bankın üstüne bıraktım.
Sincap gibi, ahtapot gibi, gelincik gibi, leopar gibi başlamıştım güne. Öyle de devam ettirecektim o günü. Her gün yaptığım gibi. Bir gün Peygamber gibi son beş günüm kaldığını öğrenecek olsaydım bile büyük bir ciddiyetle yaşamaya devam edecektim.
Örnek Mahallesi’ne doğru yürümeye başladım sonra.