Edebiyat dünyasındaki üçlemelere ihtiyatlı yaklaşırım. Çünkü bazen yazarın “üçleme” olarak düşünmediği eserler topluluğuna üçleme deniyor. Bazen de ilk eser tutunca, yazar garanti yoldan yürümeyi seçiyor ve eserin devamını kaleme alıyor. İlk roman çıktığında o romana “Bir” ibaresi ekleyen var mıdır? İşte o yazar bana daha tutarlı gelir.
Neyse…
Üçlemeler genelde iyidirler aslında. Ayfer Tunç’un da bir üçlemesi var. Üçleme olarak planlanmadığı kesin bence. Hatta yazar, ilk roman umulduğu kadar sansasyonel olmayınca sanki işi inada bindirmiş gibi. Çok da iyi yapmış! Zira üçlemenin ikinci romanı olan ve bugün değineceğim “Yeşil Peri Gecesi” çok çok iyi bir roman! Yazar sansayonel bir kitap yazmayı başarmış.
Aslında ben üçlemeyi okumadım. “Yeşil Peri Gecesi”ni okudum. Şu anda da ilk kitap olan “Kapak Kızı”nın yarısındayım. Üçüncü kitap “Osman”ı ise yakın zamanda okumayı planlamıyorum ki tavsiyelerine önem verdiğim insanlar o kitabın da çok iyi olduğunu söylediler.
Ayfer Tunç okumak uzun zamandır aklımdaydı. Bazı yazarların sadece isimleri bile sizi, onlar hakkında pek bir şey bilmeseniz de etkiliyor. AT, benim için öyle biriydi. Kendisinden okuyacağım ilk kitap için “Deliler Evi” (ismi normalde daha uzun bir roman) adlı roman önerildi. “Yüz Yıllık Yalnızlık” gibi sayısız karakter barındırdığı yazıyordu yorumlarda. Herkesin çok sevdiği “Yüz Yıllık Yalnızlık”ı ben çok tutmamıştım. Bazen öyle oluyor. Hepimize olur. Herkesin ayılıp bayıldığı bazı eserler bize hitap etmeyebilir. Okurken iyi bir psikolojide olmayabiliriz mesela. Doğru seçim olacağından neredeyse emin olduğum Ayfer Tunç’tan okuduğum ilk roman beni çok etkiledi.
Gelelim romana…
Nasıl bir roman? Bu soru benim için çok önemli. Birçok yazımda bahsetmiştim. Bir romandan bahsederken “Konusu ne?” diye sormak yerine “Nasıl bir roman?” diye sorulması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere mizantropik bir roman. Bunu ilginç buldum çünkü kadınlar pek mizantropik olmazlar. Veya erkekler kadar olmazlar diyelim. Mizantropi yani insandan nefret etmek. Onun ortaya çıkardığı yaşamdan ve toplumsal ilişkilerden nefret etmek… Nefret edilmiyorsa bile bunların türlü türlü arızalar barındırdığını ve hümanist hülyaların birer safsatadan ibaret olduklarını düşünmek…
Kadınlar erkeklerden daha “duygusal”, daha sevgi dolu olurlar. Ayfer Tunç bu romanda insan üzerine atılmış, simli parıldak şeyleri silkeliyor. Genel olarak insanoğluna, özel olarak da onun toplumuna, onun ailesine, onun erkek egemen yapısına, ayrıca onun kadın saflığına da (olumsuz anlamda saflık) cepheden saldırıyor. Bu saldırı gerçekleşirken en kötü sahneler, en kötü tecrübeler, en mide bulandırıcı ayrıntılar okuyucuya sunulmadan geçilmiyor. Roman kahramanı Şermin, en kötü şeyleri yaşıyor. En kalitesiz ortamlarda bulunuyor. En büyük hakaretlere maruz kalıyor. Kendisi de fena fena şeyler yapıyor.
Bayılırım! Mizantropik romanlara bayılırım. Çünkü ben de onlar gibi düşünüyorum. Daha doğrusu şöyle: İnsanoğlu denilen sefil mahluk, idealize edildiği yerden oldukça uzakta bana göre. Aslında onun yapısını ben doğal buluyorum ama onu idealize eden felsefeler veya ideolojiler veya öğretilerle derdim var benim. Biraz da bu idealize edilme olayı kaçınılmaz gibi de bakıyorum. Sabah akşam arızalarımızı tespit edip birbirimize anlatsak iyi kötü bir düzen içerisinde akıp giden bu yaşam nasıl bir hal alırdı acaba diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Ayfer Tunç benzerlerinden milyonlarca olan Anadolu aile yapısını da hedef tahtasına yerleştiriyor. Aslında hepimiz onun ne olduğunu biliyoruz. Onları sevdiğimiz, sevmek zorunda olduğumuz bize belletildiği için belki bu düşünceler bizi rahatsız ediyor veya belki de bunların fena aileler olduğu, bizimkinin öyle olmadığını düşünüyoruz ama aslında çok azımız bunlardan azadeyiz. Mevcut durumda dayanışmacı, korumacı, sevgi dolu gibi görünen Anadolu aile yapısı aslında küçük birer hapishaneden ibaret. Normalde asla yan yana gelmeyeceğimiz insanlarla, başka seçenek olmadığından dolayı can yoldaşı oluyoruz. Mevcut Anadolu aile yapısı fazla iç içedir ve aslında kişi farkında olmasa bile o kişiye sevgi vermekten daha çok, ona yük yükler. Ben aslında Türkiye’deki arkadaşlıkların da yük yükleme özelliklerinin daha fazla olduğunu düşünüyorum ama bu romanda öyle bir şey yok tabii.
Feminist bir roman mı? Sanırım değil. Feminizmi tarif edebilecek kadar iyi bilmiyorum. Ve çeşit çeşit feminizmler olduğunu da biliyorum. Ama eğer şu şey olanıysa, yani kadınlar aslında bu durumda olmazlar, onlara toplumsal cinsiyet rolleri dayatıldığı için böyleler feminizmiyse kitap için feministtir diyemem. Kitaptaki bazı kadınlar da yılan kadın rolünü çok doğal, çok canı gönülden oynuyorlar. Evet, bazı dayatmalar vardır. Bazı kadınlar olmak istedikleri insanı bu dayatmalar yüzünden olamıyorlar ama kadın doğası denilen bir şey de vardır ve ona hiçbir şey dayatmasanız bile bazı şeyleri ısrarla yapmaya devam edecektir o. Bazı şeyler hiç değişmeyecektir. Mesela genç ve güzel bir kadın hele ki Şebnem gibi bayağı güzel bir kadın, hangi zamana ve hangi mekana giderseniz gidin mutlaka öncelikle güzelliğiyle değerlendirilecektir. Ve aslında kendisi de bundan hoşlanacaktır. İki tane doktora yapmış olsa bile, bir kadını güzel bulunmak kadar hiçbir şey mutlu edemez. Kadın içgüdüsel olarak o sermayenin ne kadar önemli ve değerli olduğunu hissedecek ve hayatını ona göre konumlandıracaktır. Konumlandırabilecektir daha doğrusu. Bazen Şebnem gibi şansı yaver gitmeyebilir de…
SPOILER
Kitabın sonu sanki mizantropiyi yürürlükten kaldırıp onun yerine umut ve dayanışmayı koyuyor gibi. Katılır mısınız? Şebnem’in hayatı boyunca yaşadıkları münferit şeyler değil ama kitabın sonunda yaşadıkları münferit. Çünkü o bir roman kahramanı. İnsanlar romanlardaki gibi yaşamazlar. Şebnem gibi bireysel ve oldukça cesur olan bir isyan bayrağını çekmezler. Şans da o kadar yanlarında olmaz. Romanda kafamı karıştıran tek şey bu ani ve keskin dönüş oldu. Eğer bir romanı başarılı bulmuşsam şurası neden şöyle oldu diye sorma hakkını kendimde bulmam. Sormuyorum o yüzden!
Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.