ugün Zeki Demirkubuz’un bir söyleşisine gittim.
Kendisinin bütün filmlerini en az iki kere seyrettim. Bazı röportajlarını da okudum. Zihnimi meşgul eden bir insandır. O yüzden kendisini ilk kez göreceğim, gözlemleyebileceğim bu söyleşiyi kaçırmak istemedim.
Aslında bugün katılmayı arzu ettiğim iki etkinlik vardı. Birinci bu söyleşiydi. Diğeri de MESEL konseriydi. Çok beğendiğim bir müzik grubu MESEL fakat dün yaşanılanlardan dolayı müzik dinleyecek havada olmadığım için oraya gitmedim. Etkinliğin iptal edileceğini düşünüyordum bir de ve de düşündüğüm gerçekleşti.
Söyleşi, aslında bir Zeki Demirkubuz söyleşisi değildi. Bugün Yılmaz Güney’in doğum günü. Bu vesileyle dört konuşmacılı bir etkinlik planlamışlar. Konuşmacılardan biri de Zeki Demirkubuz idi. Sanki herkes oraya benim gibi Zeki’yi gözlemlemeye gelmiş gibiydi.
Yılmaz Güney’le ilgili düşüncelerimi ve deneyimlerimi başka bir zamana bırakarak Zeki ile ilgili düşüncelerime geçeyim.
Herkesin kabul edeceği üzere şu anda Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan’la beraber sinemayla ilgili en çok ilgi çeken kişidir.
Aslında ben Türkiye’de sinema diye bir şeyin neredeyse olmadığını dünyada da çok az olduğunu düşünüyorum.
Bu altı gram sinemayı yapanlardan biridir Zeki Demirkubuz.
Tıpkı Yılmaz Güney gibi tek kelimeden oluşan isimlere sahip filmler çeker Demirkubuz.
Yılmaz Güney için toplumcu (sorunlu) gerçekçi diyebiliriz. Bu durumda Zeki için de “toplum düşmanı gerçekçi” dememiz gerekiyor.
Kendisinin hayatını biçimlendiren kişi Dostoyevski’dir. 12 Eylül’de solculuktan hapse girince orada Dostoyevski ile tanışmış ve onu tanrılaştırmıştır.
Dostoyevski’ye göre insan her yerde ve her zamanda aynıdır.
Bu söz Zeki Demirkubuz’un sinemasını, hayat görüşünü, varlığını özetler.
İnsan her yerde ve her zamanda aynıdır!!!
Kendi adıma garanti edebilirim ki ben dünkü insan değilim.
Zeki Demirkubuz bu hareketsizliği olumsuz perspektifle kavrar. Yani ona göre bu aynılık insan doğasına çakılı bulunan bir kötülüktür aynı zamanda.
İyi ve güzel olan hiçbir şey yoktur Kubu Zekirdemiz evreninde (espri Ekşi Sözlük’e ait.)
Karakterlerinin hepsi anti-kahramandır. Zaaf sahibi olmanın ötesinde kötülüğün taşeronu birer küçük şeytandırlar. İyiliği temsil eden bir karakter varsa ya aşırı derecede saftır ya da numara yapıyordur.
NORMAL BİRİNE BENZİYOR
Diplerden seslenen bu adamı bugün gördüm. Röportajlarını da okuyunca bu adamın hiç gülmediği gibi bir izlenime kapılıyorsunuz. Sorulara verdiği yanıtlar korkunç bir mesafe duygusu uyandırıyor insanda. Attığı tvit’ler de bu kalın duvarı hissettiriyor. Onun gülen biri olduğunu hiç beklemezdim. Oysa söyleşi esnasında gayet rahat tavırları vardı.
İKİ KERE ESPRİ YAPTI
Bu da beni şaşırttı. Konuşmacılardan birisi hastasına Lars Von Trier’in “Melankoli” filmini verdiğini ve adamın yarıda bıraktığını söyledi. İyi ki “Mayıs Sıkıntısı”nı vermemişti. Sonra Zeki araya girdi ve yorum bölümünde paylaşacağım çok çok ilginç bir film olan “Bekleme Odası”nı vermiş olmasını dilediğini söyledi. Salon yarıldı. İkinci esprisi ise Zahit Atam’ın sinema eleştirmenlerini “eleştirmesi” esnasında oldu. Bu eleştirmenlerin Güney’i çözüm göstermediği için saçma bir şekilde eleştirdiklerini söyledi. Zeki yine “kardeşim size de 90’larda bana aynısını yapıyordunuz” diye sitem ederek espri yaptı. Salon yine yarıldı.
KONUŞMASI İYİ DEĞİLDİ
İnsanların konuşma performanslarına dikkatlice bakarım. Üniversitedeki “oral skills” dersinden gelen bir alışkanlık bu. Orada görevimiz konuşmalardaki olumsuz ve olumlu yanları çıkarmaktı. Hazırlıksız ve plansız konuşmalar beni sıkar. Zeki Demirkubuz da aynen böyle konuştu. Şu anda benim de hatırlamadığım bir başlığı vardı panelin. Bu başlığa hiç değinmeden Zeki, Yılmaz Güney ve hayatla ilgili düşüncelerini fragmanlar şeklinde sundu. Zaten kendi belirttiği üzere, kendisine soru sorulmazsa kendisini ifade etmekte zorlanıyormuş ve çok sık da yanlış ifade ediyormuş. Aynen böyle oldu. Fragmanlar şeklinde konuşurken varoluşçu felsefenin o soyutluğundan izler bıraktı. Umutsuz ve mizantropik bir insan tipi kesinlikle yok belirttiğim gibi ama satır aralarında direk Dostoyevski’den alıntılarla rengini sezdirdi.
Odaklandığı nokta Yılmaz Güney’deki sinema tutkusuydu ki bunu hepimizi biliyoruz. Kendisi ile Güney arasında bence hiçbir benzerlik kurulamaz.
Çok donanımlı bir insan olmadığını da ki bunu röportajlarına itiraf eder ve de bu, yüz kızartıcı bir suç değildir, gördük.
Tesadüf eseri sinemacı olmuş ve bir şekilde oradan yürüyen birisi gibi ki bunu da belirtir. Yılmaz Güney’le benzemeyen yanlarından biri de budur.
Bence bu söyleşiye Nuri Bilge Ceylan daha iyi giderdi fakat biliyoruz ki o da o kadar konuşkan biri değil. Zeki gibi “yırtık” biri değil.
MARKSİST OLAMAMAK BENİM TRAJEDİMDİR
Böyle demiştir ve de en doğru söylediği şey de budur. Marksist olma tamam da insanı da “Yeraltı”na fırlatıp atma.
Yorum bölümündeki filmi tekrar tekrar mutlaka tavsiye ediyorum.
BIRAK YA HEPSİ PALAVRA!
O filmde geçen bir replik bu. Zeki’nin kendisinin canlandırdığı yönetmen karaktere genç bir hayranı “sizin filmlerinizi çok beğeniyorum” der. Zeki de böyle der: Bırak ya hepsi palavra!
Böyle işte. Sahip olduğu karakter özelliğini bir etikete dönüştürmüş bir insanı gördük bu akşam. Çok haksızlık da etmek istemem, bu etiket belki de (hatta büyük ihtimalle) kendiliğinden oluştu ve herkes hayatından memnun. Kimsenin kasım kasım kasılmasına gerek olmayan bir kültür sanat ortamına kesinlikle sahip değiliz. Bu sistemde mümkün değil bu.
Bu sistemde yetmez-ama-evet’çi (YAE) sanatçıların çıkmaması da mümkün değil. Maalesef.
İyi akşamlar.