“Güven”

Bitti, bitti, bitmedi!

Vedat Türkali’nin “Güven” romanını bitirdim!

Birinci cildi okuyunca “Bu Romanı Yazmalıydım” başlıklı bir yazı yazmıştım. Romandan etkilendiğimi, ikinci cildi okumadan da o yazıyı yazmamın yerinde olacağını düşündüğümü yazmıştım. İkinci ciltte olacaklar ve olmayacaklar belliydi. Tabu deviren bir roman değil “Güven”. Yazarın “Bir Gün Tek Başına” romanı o tanıma daha uygun sanki. Bir tarihi okuyorsunuz ve yarısında, eserin geri kalanının birinci bölümle aynı misyonda yazılmış olduğunu anlıyorsunuz.

Evet, birinci ciltte bıraktığımız tarih ikinci ciltte de devam ediyor. İlk yazıda belirtmiştim, Vedat Türkali çok şey bildiği gizli komünist örgüt tarihi hakkında bildiklerini yazmayı kendisine bir görev olarak atfetmiş ve o görev bilinciyle bu romanı yazmış. Yani yazmış olmuş olmak için yazılmış bir roman “Güven”. Ama bu yönüyle de benim sanata biçmiş olduğum misyonla çelişmiyor: Sanat “sanatçı” içindir. Sanatçı beklediği şeyi/ilgiyi/övgüyü/duygusal tatmini/misyon tamamlamış olma duygusunu eseri aracılığıyla elde ediyorsa ve o eser beğeni düzeyi yüksek kişiler tarafından beğeniliyorsa sorun ve de tartışılacak bir şey yoktur! Yazmış olmak için yazılmış bir roman olan “Güven” çok iyi bir roman!

Birinci ciltle ikinci cilt arasında misyon ortaklığı olsa da ikinci cildin biraz daha sarsıcı olduğunu belirtmek isterim. Neden?

Çünkü bir eserin; “Güven” adında, 1800 sayfaya sahip olan ve yeraltı komünist örgütünü arayan insanların maceralarını anlatan bir roman olduğunu biliyorsanız o roman sizde merak uyandırır, hafif tedirginlik yaratır, size bağımlısı olunası bir gerginlik yükler… Bir şekilde işkence sahnelerini okuyacağınızı bilirsiniz. Cinayetler de işlenebilir. Romandaki kişilerin en yakınlarından bile şüpheye düştüğü anların geleceğini hissedersiniz. Birinci ciltte bunları çok görmedik açıkçası. Ama ikinci ciltte…

İkinci ciltte işkenceler de yaşanıyor, cinayetler de işleniyor… Roman için çözülme, sonuca bağlanma bölümü… Yaşanılanlar insanı etkiliyor. Sarsıyor. Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı gibi insanı paramparça eden bir roman değil “Güven”. O romanın yaptığını yapan başka bir roman var mıdır emin değilim. Ama yine de bin parçaya bölünmeseniz de 100 parçaya bölünüyorsunuz. Polislerin emir kulu olup olmadığını düşünmüyorsunuz.

Türkali bu romanı yazdı. Romanda yaşanılanların birçoğunu yaşadı. İşkence gördü, sürgün yedi. Kendisinin hemen hemen bütün romanlarını okudum ve kendisinin bu işte yani bu halka devrim götürme işinde umutsuz olduğunu ve hayal kırıklığı duygusuyla dolu olduğunu her romanında hissettim. Dahası insanın doğasıyla bu yüce devrim olgusunun bağdaşmadığını düşündüğünü bütün romanlarında hissettim. Ben de öyle düşüyorum. “Her Şey Sınıfsal Mı?” başlıklı yazımda belirttiğim üzere liberal düşüncede olan insanların daha yüksek IQ!ya sahip olduklarını ortaya koyan bir araştırma var. 1940’lı yıllarda hepi topu 100, 150 “şehirli” (yani şehirde yaşayan anlamında) enteresan tipin, 15 milyonluk bu üçkâğıtçı köylü toplumuna devrim yaptırabileceğini düşünmek için hakikaten ya aptal ya deli olmak lazım. Özür dileyerek söylüyorum, o 150 kişinin yarısı aptal yarısı da deliydi zaten! Ben de bir dönem –aptal olduğum için- bu düşünceye kapıldım. Sonra IQ seviyem o kadar da kötü değilmiş ki radikal, ütopik siyasi düşüncelerden uzaklaşıp daha liberal düşüncelere yöneldim. Devrimle olmasa bile tarihin doğal akışı içerisinde bütün toplumlar gibi TR toplumu da daha iyi hale gelecek, daha gelişecek. Marksist tarihçi Hobsbawm’a göre TR toplumu dünyada değişime en dirençli toplumlardan biridir. Ben de ekliyorum ki değişime karar verdiği zaman da bunu en hızlı gerçekleştiren toplumlardan biridir. Dengesiz yani. Öngörülemez bir toplum.

Vedat Türkali de devrimin olmayacağını çok net biliyordu ama gençliğinde onun hayatına büyük anlam ve heyecan katmış bu olayın etkisinden ömür boyu kurtulamadı. Her romanında bu konuyu işledi. Arızalı insan doğasını ortaya koymaya çalıştı her romanında. Nihayet “Güven”le de son noktayı koydu. Ölenler öldü. İstanbul şiirinde “Boşuna çekilmedi bunca acılar” diyordu ama sanki boşuna çekildi der gibiydi her romanında.

(ANADOLU) CİNSELLİ(Ğİ)K

Her romanında işlediği bir diğer konu da cinselliktir. Benim Anadolu cinselliği dediğim şeydir biraz da. Nedir Anadolu cinselliği? 31, kerane, eşek, Aydemir Akbaş’ın mavi slip donu, oğlancılık, kayınço elti görümce kaynana dörtgeni gibi dörtgenler ve ömür boyu devam eden travmalar… Bin bir baskı ve efsaneyle kıstırılmış, maruz olanların hayatlarını oldukça etkileyen bir olgudur Anadolu cinselliği. Kadınlar için ayıp (kendileri de erkekler kadar meraklısı değildirler ya), erkekler için mücadele başlığı, eş cinseller içinse intihar sebebidir “Anadolu” cinselliği. Bu romanda üff üff! Kör tuttuğunu! O yıllarda cinsellik bu kadar serbestçe yaşanmıyordu. Daha doğrusu gizlice yaşanıyordu, insanlık tarihi boyunca yaşandığı gibi. Ama işte bu devrimci insanlar toplumun ön yargılarından “biraz daha” sıyrılmışlardı. Biraz daha ama tamamen değil! Bakire olmadığı için Necla’yla arasına duygusal mesafe koyan anlı şanlı devrimci Turgut’tan hala var. Hobsbawm’ın dediği gibi TR toplumu dünyada değişime en çok direnen toplumlarda biri. Ve benim düşüncemi de tekrarlamak istiyorum: Değişimin kaçınılmaz olduğunu sezdiği anda da inanılmaz bir hızla değişen bir toplum. Yakın zamanda sosyal medya aracılılığıyla yaşanan flört devrimi de bunu kanıtlıyor. Geçen Twitter’da bir türbanlı paylaşımı vardı: “Bekaretimi kaybettim ama onurumu değil!” yazıyordu. Böyle işte. Dünya devrimini kovalayan (özünde köylü) Turgut, devrimci sevgilisine bakire olmadığı için gönül koyuyordu ama 100 yılcık bile geçmeden, Büşra Nur bacı tabuları deviriyordu. En azından dürüstçe… Yakında erkek arkadaşıyla eve çıkan Büşra Nur, ailesini evine iftara çağıracak ve herkes mış gibi yapacak. Bir 50 yıl sonra onu da yapmayacaklar. Büşra Nur’un kızı Alin Su öff öff! Tarih yazacak.

Romanda cinsellik resmen başrollerden birinde. Türkali bu bela konunun o kıstırılmış toplumda ne sorunlara sebep olduğunu çok iyi tahlil etmiş. Peşini bırakmıyor bu konunun. Tıpkı diğer romanlarında bırakmadığı gibi. Fotoğraf çekiyor.

UMUT VAR MI?

Dünkü “Her Şey Sınıfsal Mı?” yazımda bahsettim. Bence eşitsizlik insanın kaderi. Eşitsizlik deyince kötü bir duygu yükleniyor insana. Farklılıklar mı desek? İnsanın da dâhil olduğu bir biyolojik takım olan primatlar doğada fiziksel dezavantajlarının üstesinden gelmek için karmaşık sosyal ilişkiler inşa etme yoluna gitmişlerdir ve de entrikacılığı çok iyi kullanmışlardır. Şimdi insanız, Madagaskar’daki lemur değiliz elbette ama milyonlarca yıllık alışkanlıkları bir anda atmak olmuyor. Eşitlik diye bireylerin öne çıkma güdülerini engellerseniz bu durum şu anda tahmin edemeyeceğimiz sorunlara sebep olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunun için umutlanmak yersiz. Dolayısıyla da umut var! Anadolu cinselliği gibi isim babası olduğum başka bir şey daha var: Makul orospu çocukluğu… Batı toplumları gibi alt tabakadaki insanlara insanca yaşama koşullarını sağlayacaksınız, bununla birlikte bireylerin öne çıkma dürtülerini de bastırmaya çalışmayacaksınız. Bir düzen tertip olacak. Bence TR bunu başarabilecek olanaklara sahiptir.

Makul orospu çocukluğu, hemen şimdi!      

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Her Şey Sınıfsal Mı?

Değil!

Birçok şey sınıfsal ama her şey sınıfsal değil!

Sınıfsal derken işçiler ve patronlar arasındaki bir çelişkiden bahsetmiyorum. Hayattaki birçok şey ekonomik çıkarı gözeterek yapılır evet, ama her şey bunun için yapılmaz. Tarihte ilk kez enikonu Karl Marx tarafından ortaya atılan sınıflar mücadelesi olgusunun insanlık tarihi boyunca doğru dürüst sorgulanmadığını ve eşitsizliğin içselleştirildiğini görüyoruz. O halde Marx yanılmış olabilir mi? Eşitsizlik acaba insan doğasının bir çıktısı olabilir mi?

 Marksizme tıpkı bir dine bağlı gibi olan solcuların tüylerinin diken diken olduğunu hissediyorum. Çünkü bunu yapmasalar 10 yıllar boyunca yanlış bir hayat yaşamış olacaklar. Tıpkı 2015 yılında sudan çıkmış balığa dönen “bir kısım” MHP’li gibi…

Bir Twitter hesabı keşfettim: Psiko Bilim adlı bu hesap yayınlanmış ciddi makaleleri, araştırmaları okuyor ve yorumluyor. Araştırmanın vurucu yanını ve özünü paylaşıyor. Orada ateizm ve liberalizm gibi düşüncelere meyil veren insanların IQ’larının daha yüksek olduğunu ortaya çıkan bir araştırma gördüm. Hak verdim. Liberal demek TR solu için küfür gibi bir şeydir. Oysa radikal, ütopik düşüncelere, siyasi akımlara kapılmaktan ziyade toplumun tarih içerisinde doğal olarak daha iyiye gideceğini görmek bence daha akıllıca. 30, 40 yaşında olanlar doğru dürüst bir mücadele olmamasına rağmen gündelik hayatın nasıl da eskiye nazaran daha iyi olduğunu, toplumların nasıl da ileriye doğru geliştiğini görebilirler. Tabii bunun için ön yargılardan uzak bir şekilde bakabilmek gereklidir. Erdoğan’ın “Biz geldiğimizde bulaşık makinesi yoktu” şeklindeki cümlesi doğrudur. Şimdi her evde bulaşık makinesi olması Erdoğan’ın özel başarısı değildir elbette ama kabul edelim ki bu doğrudur. 1900’leri başında bir kadının ev işlerine ayırdığı vakitle şimdi ayırdığı vakit arasında uçurum vardır. Bunu erkekler mi bahşetmiştir? Feministler mücadeleyle mi bunu kazanmıştır? İkisine de hayır. Toplumlar doğal olarak gelişmektedir. Ha, TR kadınları hala 1900’lerin başındaki kadar ev işlerine vakit ayırmaktadırlar, buna bayılmaktadırlar ama o da onların kerizliğidir kesinlikle!

Soruya tekrar dönelim… Her şey sınıfsal mıdır? Tekrarlayalım: Değildir!

Kısa bir süre önce Twitter’da birisi bir hamburger görseli paylaştı. Denizden çıkmışsındır… Annen hamburgerin hazır olduğunu söyleyerek seni çağırmaktadır… Halk plajlarında satılan kalitesiz bir hamburger ve daha önce çokça kez kullanılmış olan yağda kızartılmış kötü patates kızartması vardı görselde. Kullanıcı “sinifsaldir mesela” notuyla paylaşmış görseli.

O kötü hamburgeri yiyebilmek “sınıfsal” mıdır? Benim de içinde bulunduğum epeyce bir insan ilk kez denize 15, 16 yaşlarında girdi. Çoğu o hamburgeri yiyemedi, evden getirilen atıştırmalıkları yedi. Benim dâhil olduğum grubun dışında yer alan epeyce kişi ise denize hiç gidemedi. Bu iki grubun içerisinde denize gitmek için yanıp tutuşan ama parası olamadığı için gidemeyenler kadar parası olduğu halde o vizyona sahip olmayan insanlar da vardı. O kültüre dahil olmayan, o kültüre ilgi göstermeyenler de vardı. 20 milyonluk İstanbul’da deniz girmek için yanıp tutuşan insanlar bunu mutlaka başarabilirler. Üsküdar’dan kalkan Şile otobüslerine binerler, metrekareye 8 insan düşen alanda denize girerler, karınlarını da doyururlar ve tekrar evlerine dönerler.

Görseli paylaşan kişinin baktığı yer yanlıştı. O şey ilk olarak sınıfsal değildi. Kültüreldi. 70’li yılların solcularının imkânları varken Birinci sigarası içmeleri gibi bir şeydi o paylaşım. Muhafazakar bir tutumdu yani. O görsele yorum yapan birisinin iletisi de çok tartışıldı. 90’lı yılların bir memur çocuğunun paylaşımında olay doğru yerden yakalanıyordu. Aradaki kültürel farkın altı çiziliyordu. 80’lerin, 90’ların orta sınıfları şimdiki orta sınıflardan daha kalabalıktılar. Bir şeyleri elde etmek olanakları daha fazlaydı. En alt kesim yine en alttaydı ama altın üstü orta sınıflar biraz daha oransal olarak fazlaydılar. Ama işte bu iki kesim arasında aşılmaz gibi görünen kültürel farklılıklar var.

Klasik Marksist önermeyle, maaşla çalışan herkesin işçi sınıfına dahil olduğu ve dolayısıyla siyaset yaparken birleşip ortak çıkar için mücadele etmeleri gerektiği tezinin Türkiye’de karşılığı yok. Yani bu uygulanamaz.

Çünkü Türkiye’de siyaset ekonomik çıkarlardan önce kültürel bölünmüşlükler üzerinde yapılıyor. Şu son seçim sonuçları herkesi ters köşe yapmış olsa da ben bunu savunuyorum. Veya 22 yıl çok uzun bir süre ve dolayısıyla tarih aktığı için insanlar kültürel olarak da birbirlerine benzemeye başlıyorlar… Asgari ücretli ortalama bir sünni muhafazakar insan, 150 k maaş alan bir “emekçi” Aleviden tiksinir burada! Onu adamdan saymaz. Onu çevresinde istemez. Ona kesinlikle ülke yönetiminin verilmemesi gerektiğini düşünür. Ne ortak çıkarı, ne tarihsel birlikteliği! 150 k maaş alan Alevi emekçi (yazılımcı) veya asgari ücretli Kürt veya 150 k maaş alan sünni ama tiyatroya giden, kitap okuyan insan… Keraneye giden, içki içen ama modern yaşam süren o kesimlere küfredip, açıktan onlara düşmanlık yapan atölye sahibi Duran Abi ona daha yakın gelir… Duran Abi nereyi işaret ederse ona oy verir bizim asgari ücretli vizyonsuz “emekçi” kardeşimiz! Yakalasa sizi siker maazallah! Uzak durun!

Mesele o emekçiyle ekonomik olarak aşağıda veya yukarıda eşitlenmek değildir! Mesele onunla kültürel olarak eşitlenmektir. O zaman sorunlar çözülecektir. Ve bence bu da mücadeleyle olmayacaktır. Tarihin doğal akışı içerisinde, kendiliğinden gerçekleşecektir. Belki de şu seçim sürecinde olan biten budur. Bu arada mesele demişken, ben bunu mesele olarak görmüyorum. Hepsinin köküne kibrit suyu! Mesele olarak göreniniz varsa diye diyorum. Duran Abi veya o Selman Usta için yapılabilecek bir şey yoktur. Rakımızı içeceğiz, flörtümüzü edeceğiz, konserlere gideceğiz, tatillere gideceğiz ve onların dönüşmesini bekleyeceğiz. Hiç mücadeleye gerek kalmadan, en fazla 40 yıl içerisinde onlarla kültürel olarak eşitleneceğiz. CHP iktidarı o zaman gelecek veya işte o, isim babası olduğum CAK Parti iktidarı! Yani hiç mücadeleye gerek kalmadan 40 yıl içerisinde CAK Parti iktidarı kendiliğinden gelecek! Oh mis!

Her şey sınıfsal mı sorusuna üçünce kez ve son kez dönüyoruz…

İnsan olarak tam bir provokatör orospu çocuğu olan ama aslında çok büyük bir entelektüel olan Sevan Nişanyan’ın çok doğru bulduğum bir tespiti var:

İnsan bu hayatta en çok ne için yaşadığını sormuştu birisi kendisine. Ünlü provokatör de düşündü ve dedi ki ne hayatta kalmak ne de üremek için yaşar, insan bu hayatta en çok itibar için yaşar! Yıllardır düşündüğüm ve formüle edemediğim şey belki de buydu. Neler yapmadık ki şu itibarı elde etmek için! Bu arada aslında bu formül daha çok erkekler için geçerlidir. Kadınlar güzel bir yuva kurmak ve sonra da o yuvayı çamaşır suyuyla silmek için yaşarlar genelde. Yoğurt kabı biriktirirler, 50 gram zeytini israf olmaktan kurtarırlar, dolapları düzenlerler, zaten düzgünce serilmiş olan yorganın üstüne bir de estetik yatak örtüsü sererler ve mutlu olurlar bunlar için. Sonra da burç yorumlarını okurlar. Ama erkekler itibar isterler. Ortamlarda kendileriyle ilgili övgü dolu sözler gelsin isterler. Hatta bazıları öldükten sonra bile anılmak için roman yazarlar, şarkı bestelerler, devlet/millet kurtarırlar…   

Yani eşitsizlik insan doğasının bir çıktısıdır. Birileri mutlaka birilerinden daha çok ön planda olacaktır. Olmak isteyecektir ve kaçınılmaz olarak olacaktır da… bu öne geçiş daha çok servet toplamak şeklinde olacaktır. Veya bir şekilde işte diğerlerine karşı bir üstünlük koyarak olacaktır. Bırakınız koysunlar! Bunu yapmazsanız insanın (erkeğin) var olma amacıyla oynamış olursunuz. Bu farklılaşma bazı Batı toplumlarının başardığı gibi en altı ve bir üstünü gözeterek, onlara insanca yaşam olanakları sunarak yapılırsa en ideali olur. İşte liberalizm! Devrimle bunun üzerine giderseniz, B planınız var mı? Bağlasan durmayacak olan daha etkili bireyleri nasıl idare edeceksiniz? İşte bu yüzden her şey sınıfsal değil. Bazı şeyler insanın, bireyin tutkuları yüzünden olur! Onun nefret ettiği şeyler vardır, onun hayran olduğu şeyler vardır, onun kutsal olarak gördüğü şeyler vardır ve bu etkili erkek birey milyonlarca kişiyi peşinden sürükleyebilir. Cengiz Han’ın başlattığı Moğol Dünya Savaşı’nın (aslında birinci dünya savaşı o) sınıflar mücadelesiyle alakası yoktur bence. Ailesinin ormanda bilerek bıraktığı ve fare avlayarak hayata tutunmuş bir çocuktan bir psikopat ortaya çıktı ve o piskopat dünyanın gerisinin hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda amına koydu! (1100lü yıllarda yaşamış bir bireyin bugün Asya’da yaşayan milyonlarca kişinin genetik babası olduğu kesinleşti.) Hitler gibi bir manyağın tüm ulusu çılgınca bir projeye zorlaması, bunu başarması sınıflar mücadelesi miydi yoksa kolektif bir çılgınlık mıydı? Hangi makul insan Almanya’nın hem İngiltere, Fransa’yı hem de Rusya’yı yenebileceğine inanır! Ama inandılar işte! İnanmasalar bile inananlar o kadar fazlaydı ki seslerini çıkaramadılar. Tarihte kazanma ihtimali %10’dan az olan nice prens, şehzade, bey, ağa isyanı vardır! Bu insanlar isteseler ömürleri boyunca bir elleri yağda bir elleri balda yaşayabilirlerdi ama itibar için çılgın maceralara girdiler. Çünkü onlara o devasa çiftlik evi ve o kasabanın yönetimi yetmiyordu. Marksizm kazansa tıpkı sıradan insanlara parasız eğitim ve parasın sağlığın yetmeyeceği gibi… Onların hayatlarını bir anlam katamazsınız, bir mitoloji veremezsiniz onları mutlu edemezsiniz. PKK hareketi o yüzden Newroz adlı, 1979 yılında kimsenin bilmediği mitolojileri yaratmaya çalışıyor.

Dünyada, insanlık tarihinde “psikolojik” olan şeyler sınıfsal olan şeylerden katbekat fazladır!

Diyerek yazımı tamamlıyorum.

Not: Yazım yanlışlarına bakamayacağım.     

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

MUTLULUK NEDİR?

Mutluluk nedir? Bana mutluluğun resmini yapabilir misiniz?

Mutluluğun resmini yapmamışlar fakat yapılan bir bilimsel araştırmayla, ona ulaşmanın bazı püf noktalarını açığa çıkartmışlar. Bu araştırmaya, bugün Psiko Bilim adlı X hesabında rastladım. Uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir mevzuydu bu. Araştırma sonuçları, mutluluğa erişmek için aşağı yukarı benim düşündüğüm şeyleri işaret ediyor.

Bunları yorumlamak istedim…

Akıllara hemen mutluluğun göreceli bir şey olup olmadığı sorusu gelecektir. Kime göredir, neye göredir! Bazı şeylerin göreceli olduğu mevzusunun, kime göre neye göre olayının bazı durumlarda maniple edildiğini düşünüyorum. O kadar görelilik iyi bir şey olmasa gerek. Kesin şeyler de var şu hayatta. Mutluluk konusunda mesela, yoksul olmak ve onun getireceği mutsuzluk göreceli bir şey olmasa gerek… Veya fiziksel olarak beğenilmemek oldukça somut bir mutsuzluk kaynağı olmalıdır.

Bahsetmemiz gereken bir şey daha vardır ki insanoğlunun her şeye alışacağına inanıyorum. Çok büyük trajedilere hariç insanoğlu her şeye alışır! Bir de “derdini sikeyim” mevzusundan bahsetmeliyiz sanırım. Bazı insanlar ortalamaya göre çok iyi koşullara sahipler ama türlü türlü sebeplerden dolayı mutsuz oluyorlar. Bu sebeplerini bir bölümü insana hadi oradan dedirtecek cinsten. Terbiyeniz müsaade ediyorsa hadi oradan yerine diğerini de söyleyebilirsiniz.

Gelelim mi şu maddelere?

Psiko Bilim hesabından öğreniyoruz:

Bir araştırmaya göre bir kişinin yaşam memnuniyetini en çok etkileyen faktörler:

*Sağlıklı olmak,

*Dış görünümünden memnun olmak,

*Kendine ayırabileceğin boş zamanın olması,

*Bir topluluğa ait olmak,

*Aileyle vakit geçirmek,

*Üst-orta sınıfta yer almak.

Bunlar arasında bir önem sırası verilmiyor. Bence en önemli şeyden başlamak istiyorum:

ÜST-ORTA SINIFTA YER ALMAK

Yani yoksul olmamak. Yaşamayan bilmez. Yoksulluk ve onun yükleyeceği mutsuzluk da yaşanmadan bilinmeyecek şeylere örnektir. Yoksul olmak ve bir ailesi olmak… Çocuklarının isteklerini yerine getirememek… Onların gelecekleriyle ilgili kaygı duymak… Yoksul çocuk olup doğru dürüst hiçbir şeye erişememek… Bunlar fenadır. O yüzden üst-orta sınıfa dahil olmak bence büyük bir mutluluk kaynağıdır. Mesela TR için bu sınıfa dahil olmak, 200 bin TL ve üzeri bir aylık gelire sahip olmak olabilir veya 250 bin… Bu kişi yılda üç, dört kere yurt dışına seyahat edebilir. Ev alabilir, araba alabilir. Güzel bir eş tarafından seçilebilir. Çocuğunu özel okula gönderebilir. Özel psikoloğa ve psikiyatra gidebilir vs. Hiç ağlamamalı ve zırlamamalıdır.   

BİR TOPLULUĞA AİT OLMAK

Bu maddenin nokta atışı bir madde olduğunu düşünüyorum. Yıllardır böyle düşünüyorum zaten. Ben bu konuda istisna olanlardanım. Bir topluluğa ait olmak benim mutluluk katsayım üzerinde etki etmiyor ama kabul ediyorum ki insanların geneli böyle değildir ve bu durum insanoğlunun doğasıdır. Öyle olmasaydı küçücük siyasi partilerde, hiçbir umut belirtisi yokken, yüce ülküler uğruna vakit ve emek harcayan insanlara rastlanılmazdı. Çünkü o topluluğun üyesi olmak, o yüce topluluğun üyesi olmak kişiye kendisini iyi hissettiriyor. Öyle biri olmak hoşuna gidiyor kişinin. Bir nevi vicdanını da aklıyor kişi. Veya vicdan yargıcı önünde kendisini… Din ve milliyet aidiyetleri de böyle bir şey. Devletlerin bunlara yatırım yapmalarını anlamak zor değil. Devlet olmak isteyenler de yapmalı bunlara yatırım. Çünkü insanoğlu biz duygusu içerisine girerse kendisini daha mutlu hissediyor.

AİLEYLE VAKİT GEÇİRMEK

Makro biz kadar önemli olan bir şey de mikro biz’dir. Yani aile… Burada aile bağlarının sağlam olmasını koşulunu hatırlatmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü aile var aile var! Bireylerin birbirlerine güvenli bir şekilde bağlandıkları, birbirlerine yanlış yapmadıkları ve sevgilerini hissettirdikleri ailelerde işler iyidir. Ama bunların terslerini düşünün ki vardır öyle aileler de, o tip ailelerde bu madde geçerli değildir. Aile yani çocuk yetiştirmek için sevgi dolu bir ortam hazırlanması da bence insanoğlunun seyri nereye giderse gitsin değişmeyecek, sadece güncellenecek şeylerden biridir. Belki ileride nikahlar, düğünler olmayacak ama çocuğun sevgi ve güven dolu bir ortamda büyümesi ihtiyacı ortadan kalkmayacak.   

BOŞ VAKİT

İnsanın kendisine ayırabileceği boş vaktin olması en önemli mutluluk kaynaklarından sayılmış. Bence kesinlikle doğrudur bu ama bizim toplumumuzda gerçek nedir şüpheliyim. Çünkü bu toplumda çalışmak kutsanmıştır. Çalışmayınca canının sıkıldığına inandırılmıştır insanlar. Doğru dürüst hobileri, ilgi ve alakaları da olmadığı için gerçekten çalışmayınca sıkılır insanlar. Bu davar toplum diyeyim, ne anlar boş vakitte kendisiyle vakit geçirmekten! Önemli bir madde ama biraz ışığa tutulması lazım diye düşünüyorum.

ÖNEMLİ OLAN İÇ GÜZELLİK

Hayır, değil! Önemli olan dış güzellik. Yani dış güzelliğe sahip insanlar birçok avantaja sahip oluyorlar. Kendileri bunları değerlendirmeyebilirler, o onların akılsızlığı! Mesela iri yarı olan bir erkek çocuğunun etkisiz biri olması kendi kabahatidir. Elbette IQ da önemli ama erkek çocukların dünyasında IQ yerlerde değilse, fiziksel üstünlük belirleyici olur. Kızlar için de güzellik bir altın bileziktir. Kızlar/kadınlar neredeyse sadece güzellikleriyle önem arz ederler. Bence bu mevcut durumdur. Olması gerekendir demiyorum. Dış güzellik açısında sıkıntılı bir erkeğin kendisini çekici yapabilecek daha birçok enstrüman vardır ama böyle bir kadını, varsa parası bile kurtaramaz. Genç ve bekar bir kadının erkeklere çekici gelmiyorsa çok ciddi psikolojik sorunlar yaşayacağına inanıyorum. En alttaki %5’lik kesimden eş bulabilir ancak. Bu kadın hele hele akıllı ve okuyan bir kadınsa onun vay haline! Tarih boyunca ürememiş (yani bir erkek tarafından beğenilmemiş) kadın sayısı çok çok çok azdır. Ama erkeklerde yanlış hatırlamıyorsam oran %40larda falan… SMV diye bir kavram vardır yani Sexual Market Value – Cinsel Piyasa Değeri diye çevirebiliriz. Yani bir insan başka bir insanla sevişecekse neye bakar? Elbette tipi güzel olanlar herkesten bir adım öndedir. Ama erkekler için en az tip kadar maddi güç, statü, zeka, renkli olmak gibi şeyler de devreye girebilmektedir. Hele hele maddi güç ve statü ortalığı yıkar geçer. Ama kadınların SMV’sini belirleyen şey, %99 dış güzellikleridir. Yani tip önemlidir. Beğenilmek büyük bir mutluluk kaynağıdır.

SAĞLIKLI OLMAK

Bu maddeyle ilgili de ben bir şeyler eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, sağlık önemli. Bunu hepimiz biliyoruz. Kendisi veya ailesi sağlık sorunu yaşayanlar ciddi mutsuz oluyorlar. Bu da bir gerçek. Ancak çok ciddi sağlık sorunlarını, genç yaşta kaç kişi yaşıyor? Buna da bakmak lazım. Tıp çok ilerledi. 50, 60 sene önce büyük problem teşkil eden hastalıklar artık kolaylıkla tedavi ediliyor. Ortalama insan ömrü tarihin en iyi seviyesinde. Daha da ileriye gidecek bir durumu kalmadı neredeyse. Yeni doğanlar için “tüm dünyada” beklenen 80 yıllık bir ortalama ömürden daha iyisi nedir, kaçtır? Ailesinde veya kendisinde genç yaşlarda ciddi sağlık sorunları olanları rencide etmek istemem ama şu bahsettiğim genç-yaşta-çok-ciddi-sağlık-sorunları artık istisna oldu… Nezleyi, gribi oluruz, sıkıntı yok. Bazen kolumuzu bacağımızı da kırarız. Endoskopi, kolonoskopi yaptırırız vs. Bunlar için önemli olanın sağlık olduğunu söylemek bence totolojidir.

HAYATA ANLAM YÜKLEMEK

Bu maddeyi ben ekliyorum. Hayata büyük bir anlam yüklemek, hayatta yüce bir amacı olduğuna inanmak da bence mutluluğu pekiştiren şeyler. Ben böyle düşünmüyorum. Tesadüf eseri dünyaya geldik, yaşıyoruz ve sonunda siktir olup gideceğiz. Ünlü ve önemli biri değilsek bizi 5 sene sonra kimse hatırlamayacak. Ünlü ve önemli olsak bile ne yazar! Biz öldükten sonra birileri bizi yapıp ettiklerimizle, yazıp çizdiklerimizle hatırlasa ne olur hatırlamasa ne olur! Hayatın büyük bir anlamı yok. Bu büyük anlamı bulanlar evet daha mutlu olabilirler. Bu büyük anlamı arayıp da bulamayanlar, olmadığına inanmaktan ziyade bulamadıkları için mutsuz oluyorlar. Bence yanlış yapıyorlar.

İmza: Mülayim REST    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Muhabbet Kasetlerinin Sosyolojik ve Müzikalite Olarak Değerlendirilmesi

Başlık, sıkıcı akademik metinlerin başlığı gibi oldu ama bu yazıyı yazarken eğleneceğim için sizin de eğleneceğinizi tahmin ediyorum…

Herhalde şu hayatta en çok dinlediğim “kaset” Muhabbet 4 olmalı!

En son kaset almamın üzerinden 20 sene geçmiş olmasına rağmen o günleri hala özlüyorum. O dönemlerde müzik, yani halk müziği ve özgün müzik hayatımdaki en önemli şeylerdendi. Şimdi öyle değil. Müzik dinleyecek vakit pek bulamıyorum. Messi, Ronaldo yılları gibi kaset alıcılığı yılları da, yoğun müzik dinleyiciliği de geride kaldı…

Yazıyı başlamadan önce müzikle ilgili iki tezimi tekrarlamak istiyorum:

  1. (Akademik metin gibi olmasın bu yazı, lütfen!) İnsanın çocukluğunda, ergenliğinde hayatına giren müzikler ömür boyu oradan çıkmıyorlar.
  2. İnsanlar müziği iki şekilde dinlerler: duygusal katılımcı olarak ve teknik gözlemci olarak…

Bu iki tezi herkesi de bağlayabilir, sadece beni de bağlayabilir. Emin değilim! Beni bağlıyor ama…

Çocukluğumda hayatıma giren müzikler bir türlü hayatımdan çıkmıyorlar. Onlardan çok daha nitelikli müzikler olduğunu bilmeme rağmen, onları hayatımdan çıkartamıyorum. Müziğin niteliği ve değeri farklı iki şey. Halk müziğinin değeri elbette vardır ama onun tekdüze ve klişelerle dolu bir müzik olduğunu kabul etmemiz gerekir. Veya ne gerek var şimdi buna değinmeye… Konumuza dönelim:

Muhabbet kasetlerini çocukken ve daha sonra üniversite yıllarımda bağlama öğrenmeye çalışan bir genç olarak çok çok dinledim. O serinin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’ü diğerlerinin toplamından daha çok dinlemişimdir.

Nedir Muhabbet serisi?

1982-89 yıllarında yayınlanmış olan bir kaset serisidir. İlk önce üç müzisyen vardır: Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu. Daha sonra onlara Yavuz Top da dahil olur. 4’te Muhlis Akarsu yoktur, 6 ve 7’de de Arif Sağ. Biraz karışık. Ama bu işin beyni ve sürükleyici gücü olarak Arif Sağ’ı görmeliyiz. Onun olmadığı 6 ve 7 biraz yavan kaçar.

Muhabbet kasetlerini incelemek istiyorsak, yukarıdaki paragrafta yazdığım üzere, bu projenin beyni, sürükleyici gücü, süperstarı Arif Sağ’a biraz bakmamız lazım. 60’lı yıllarda Orhan Gencebay ile iki genç star bağlamacı olarak enstrümantal dinletiler vermeyi başarmış olması onu farklı bir yere koyuyor. 70’lerde arabesk müzikte şansını deneyen Arif Sağ aslında çok baskın Alevi kimliğini hiçbir zaman unutmamıştır. TRT’de ve İstanbul konservatuvarında parlak ve risksiz bir kariyer kendisini bekliyorken, bunları itmiştir ve devlet memurluğunun konforundan sıyrılıp risk almıştır. Bunu ne kadar bilinçli yapmıştır, bunun ne kadarı çıkıntı karakterinden ötürüdür bilemiyorum. Ama yapmıştır.

Ayrı bir yazıyı hak eden 1982 Şan Tiyatrosu konserinde, esasında yavan bir köylü çalgısı olarak görülen bağlamayla, ilk kez bir insan virtüözite gösterisinde bulunuyordu. Artık Arif Sağ bir stardı. Sazı çalarken kendinden geçerek alnına inen saçının perçemlerini sallamasıyla yakışıklı bir figürdü de Arif Sağ. Tip önemlidir!

Yakışıklı star Arif Sağ, hayatının en önemli iki şeyinden biri olan Alevi müziğini (diğeri de rakı) topluma sunmak için olanaklara sahip olmuştu. Araştırmalar toplumun %5’nin Alevi olduğunu gösteriyor. Belki o yıllarda asimile olmamış olanlarıyla birlikte bu oran %10 falandı. Ayrıca 70’li yılların –bana göre moda olan- solculuğu da hala diriydi. Yani o kaseti alacak bir 1 milyon insan vardı. Kaset çıktı.

Kısa zamanda bir fenomene dönüştü ve işte o süreç yedi yıl sürdü. Alevilerin TR genelinde bu kadar görünür, hissedilir, kabul edilebilir olması o tarihe kadar görülmüş bir şey değildi. Herkesin var olduklarını bildiği ama nefret ettiği, küçümsediği; uzak durulması, önemli yerlerden uzak tutulması gereken insanlardı Aleviler. Arif Sağ bu zinciri kırmıştır. Muhabbet serisinin sosyolojik boyutu budur. Yıllar sonra Çarkıfelek’e katılan Arif Sağ’a Mehmet Ali Erbil 80’li yıllardaki bir Almanya turnesinin anısını anlattırır. Alevi deyişleri söyleyen Arif Sağ’ın o turnede, o ekipte yer alması Muhabbet serisi olmasaydı, örneğin 70’li yıllarda mümkün değildi. Aleviler bu kasetlerle kendilerini kabul ettirmişlerdir. Kabul ettirmişler midir? Aslında bu sorunu cevabı halen hayırdır! TR ortalama adamı (homo ortalamus) halen Alevileri sevmez, onları beğenmez, onları çevresinde istemez, onlarla ilgili tuhaf tuhaf iddiaları sorgusuzca kabul eder. Bu kasetlerin sağladığı şey, Aleviler ilk defa “biz buradayız, varız” diye seslerini yükseltmişlerdir.

Bu arada yeri gelmişken burada açıklama ihtiyacı hissediyorum: Ben de Alevi bir ailede doğdum ama kendime Alevi diyemem. Benim için Alevilik, sünni İslam inancından “daha az saçma” bir şey değildir. İnsanoğlunun bütün spiritüel şeyleri geride bırakmasını arzu ederim ama bunun, en azından ben yaşarken, olmayacağını biliyorum. İnsanlar, özellikle de kadınlar spiritüel şeylere bayılıyorlar. İstihareye yatan Niğdeli Fatma teyzenin yaptığı, Hızır lokması dağıtan Sevim teyzenin yaptığından veya Fethiye’deki paralı öz benlik kampına katılan İlayda Su’nun yaptığından daha az saçma değil! Ama herkes Alevi olsa işime gelirdi, bunu da söyleyeyim. Benim sürmek istediğim yaşam tarzı üzerinde Aleviler baskı unsuru kuracak bir topluluk değil!

Kasetlerin müzikalite olarak değerlendirmesine geçelim. Arif Sağ Türkiye’ye bağlamada da virtüözlük olabileceğini kanıtlamış insanların başında gelir. Aslında ondan önce Orhan Gencebay vardır ama insanlar Gencebay’ın şarkılarını şarkı olarak dinlerler, bağlamada tarih yazılan eserler olarak değil! Yavuz Top’un olmadığı Muhabbet 1 ve 2 bana savruk görülür. Zaten bazı röportajlarda Arif Sağ bu kayıtların doğaçlama yapıldığını söyler. Dinlerken bazı hataları fark edersiniz. 70’li yılların muhalif ozanları, örneğin Mahsuni, Ruhi Su, İhsani veya geleneksel ozanları örneğin Davut Sulari, Aşık Veysel falan sazı çok kötü çalarlar. Bu insanlar büyük değerler oldukları için onlara laf söyleyemezsiniz ama gerçek budur. Sazı ilk defa “adam gibi” çalan birileri gelmiştir. Eksiklidir ama diğerlerinden daha iyidir.

Yavuz Top’un 3’te gruba katılmasıyla müzikalitede belirgin bir yükseliş olur. Artık rakı masasındaymış gibi değildir kayıtlar. Daha derli toplu ve teknik olarak bağlamayı konuşturan eserler gelmiştir. Bu işin zirvesi olarak gördüğüm Muhabbet 4’te Muhlis Akarsu yoktur. Merhuma saygım sonsuz, çok güzel türküleri de var ama onu dinlemekten haz aldığımı söyleyemem maalesef. 4’te daha önce pek eşi benzeri görülmemiş güzellikte saz çalar üçlü! 5’te Akarsu yine gelir. 5, 4’ün üzerine çıkamaz. Sonra Arif Sağ iyice star olduğu için, veya SHP milletvekili olduğu için, veya da yüksek egolu ve çıkıntı karakteri artık diğerlerince çekilmez olduğu için 6 ve 7 Sağ’sız çıkar.

Bu kasetlerle bağlamada devrim yapılmıştır. TRT’nin dayattığı bozuk düzen akortlu, uzan sap bağlamalar terk edilmiş onun yerine bağlama düzeni akortlu kısa sap bağlamalar gelmiştir. Alevi deyişlerini çalmak için çok daha iyidir bu kısa sap bağlamalar fakat daha sonra o da bir nevi tahakküme dönüşmüş ve uzun yıllar boyunca sanki uzun sap bağlamalar yokmuş gibi davranılmıştır. Bugün zaten saz çalan, saza ilgi gösteren insan sayısı daha azdır ve onlar da her ikisini kullanıyorlar gibi geliyor bana.

Evet, insanlar (daha doğrusu ben) müziği iki şekilde dinler(im)ler: duygusal katılımcı veya teknik gözlemci olarak… İçinde Ali, Şah, Muhammet, yar, 40’lar, 7’ler gibi kelimeler geçen bir müzik eserini duygusal katılımcı olarak dinleyemiyorum ama teknik gözlemci olarak çook çook dinledim. Hala da arabadaki 1000 parçalık flash diskte varlar bu parçalar. Denk gelince dinliyorum. Müzik, serotonin hormonunu en kısa sürede ve en yoğun salgılatan sanat dalı olabilir. O yüzden dinliyoruz. Biz çocukken oradaydılar, seviyoruz işte, na’apalım!

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Bu Romanı Yazmalıydım

“Çok şey biliyordum. Bunları güzel bir üslupla yazmak istedim.” Vedat Türkali

Fetiş yazarım olarak gördüğüm Vedat Türkali’nin “Güven” adlı romanını nihayet okudum. Aslında birinci cildini okudum, ikinci cildine yeni başladım. Yine de bu yazıyı yazmak istedim…

İkinci cildi de tıpkı birinci cildi gibi belli bir dönemde yaşanılanları ele alıyordur.

Bu romanı okumak yıllardır aklımdaydı ama 1300 sayfa oluşuydu beni engelleyen. Sayfa sayısının çokluğu kadar kitapta kullanılan puntonun küçüklüğü de göz önünde bulundurulmalı. Türk edebiyatının en kalın kitabı olduğu kesin gibi bir şey. Dünya edebiyatında da iyi bir yerlerdedir diye tahmin ediyorum.

Yazarın hemen hemen bütün romanlarını okudum. Müthiş bir kurmaca yaratma becerisine sahip. Dili çok kıvrak kullanıyor. Ele aldığı konuları çok çarpıcı bir şekilde işliyor. Ve de en önemlisi, insanı yüceltme gibi bir derdi yok. Komünist ideallere bağlı bir insan olarak öldüğünü bilsek de (buraya geleceğiz) insanoğlundaki defoları çok iyi analiz etmiş ve eserlerinde bunların üstüne korkusuzca gidiyor. Her zaman söylemişimdir: Ayakkabının içine kaçmış taş gibi romanları severim en çok! Bir roman okumak için günlerimi vereceksem, o kitabın beni sarsmasını beklerim. Sarsacak pek kitap kalmadı ya, o kitaptan en azından bana masal anlatmamasını beklerim. Yazar insanoğluna ve hayata, yaşamaya sahip olmadığı özellikler yüklememeli! Türkali bunu yapıyor. Çok iyi yapıyor hem de! O yüzden fetiş yazar(lar)ım(dan)!

OPUS MAGNUM

Yazarın ilk olarak “Bir Gün Tek Başına” romanıyla tanışmıştım. Hem de o dönemler iyi bir roman okuru değildim. Çok etkilenmiştim. Okuyanlar bilir: Türkçede yazılmış en iyi romanlardan biridir. Peki, bu kitap yazarın “opus magnum”u mudur? Opus magnum yani Latince “en önemli eseri” demektir. “Güven”i okumadan önce, ben öyle düşünüyordum. Ama elbette “Güven”i de okumak gerekir diye düşünüyordum. Çünkü bu kitap yazarın hayatını adadığı projeydi. Çok büyük bir projeydi. O şeyin, yani opus magnum’un “Güven” olduğunu sanıyordum.

“Güven”e başlayınca çok sarsıcı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu anladım. Bir sanatçının iki tane opus magnum’u olup olamayacağını düşünmeye başladım. Bu fikre kapılmak üzereydim. Roman ilerledikçe “Güven”in çok güçlü bir roman olduğu fikrinden uzaklaşmayarak, “Bir Gün Tek Başına”dan daha iyi bir roman olmadığına karar verdim.

YAPMIŞ OLMAK İÇİN BİR ŞEY YAPMAK

Bu tür şeylerden genelde hayır gelmez. Ya herru ya merru diye girişilen işlerde genelde merru gelir! Vedat Türkali’nin “Güven”i yazması ya herru ya merru şiarıyla girişilen bir iş değildi elbette ama bu romanı yazması diğer romanlarını yazma motivasyonlarından farklıydı. Bir tarihi kayıt altına almak için yazmış bu romanı. Çok iyi bildiği ve en başlarından beri içinde olduğu TKP tarihini kayıt altına almak istemiş. Bunu da belirtiyor zaten. Bu motivasyon “Güven”i benim nazarımda farklı bir yere oturtuyor. Onun bir kurmaca olarak değerini düşürmüyor elbette de, nasıl anlatsam! Bir sanat eseri tüketmekten daha çok kendimi bir belgesel izliyor gibi hissettim. İlgiyle de izledim. Vedat Türkali’ye “Güven”i yazdığı için kızmayalım! Hakkıydı ve yazdı! Biz de okuruz elbette ama işte roman, sanat, kurmaca daha başka bir şey. Bunları, şu anda bir roman yazan ve yazma motivasyonunun “bir bölümünü” “yapmış olmak için yapmak” şiarı teşkil eden bir insan olarak yazıyorum… Bana da kızmayın! Beni de okuyun!

KOMÜNİST

Aslında Vedat Türkali’nin “Komünist” adında bir anı kitabı var. Orada açıkça yaşadıklarını anlatıyor. Kızacağı kişilere kızıyor, onore edeceği kişileri onore ediyor. Bu kitap yetmez miydi? Kendisine yetmeyeceği açıkça görülüyor, o zaman dediğim gibi koskoca Vedat Türkali’ye 1300 sayfalık belgesel çektiği için kızmayalım. “Bir Gün Tek Başına” gibi insanın en insan yanına dokunan bir eser yazdığı için kendisine minnettarız. “Mavi Karanlık” ve “Tek Kişilik Ölüm” de cabası. İyi ki varsın Vedat Türkali!

DEVRİMCİ ÜTOPYA

Bu konuda çok yazdım. İşçi sınıfının devrimci bir müdahaleyle yeryüzündeki adaletsizlikleri ortadan kaldırarak çocuklara “güzel günler” göstereceğine inanmak ve bunun için işe girişmek insanoğlunun nice hülyalarından birisidir diye düşünüyorum. İnsanlar bu işlere genelde 15, 20 yaşlarında başlarlar. Ben de başlamıştım bu işe. 15 yaşlarında düşük yoğunluklu bir şekilde ve kısa süreliğine yaptım bu işleri. Orada kalmalıydım ama 30 gibi geç bir yaşta plansız bir şekilde, birden ve yoğun bir şekilde tekrar başladım. Kişisel dünyamdaki bazı arızalardan kaynaklandı bu geri dönüş esasında. Tesadüfiydi. Kandırmacası bol bir şeydi. Bir şeylere inandığımdan veya bir şeyleri dert ettiğimden değildi. Ahmaklıktandı, kabul ediyorum. Kitapta tarihi yazılan TKP’nin adını günümüzde taşıyan topluluk içerisinde üç, dört yıl bir şeyler yaptım. Ne alakaysa! Ara ara coşkun duygular yaşadım ama pişmanım.

TKP

Kitaptaki TKP’lilerde de günümüzdeki TKP’lilerde de örgüt fetişizmi vardır. Burunları büyüktür bunların. Kendilerini dünyanın en akıllı insanları zannederler. “Örgütlü” oldukları için kendilerini diğer insanlardan üstün hissederler. Oysaki bence ikisi de birer örgüt değildir. Örgüt veya hareketten ziyade enteresan insanların bir araya gelip varoluşsal kaygıları doğrultusunda bir şeyler yaptıkları birer “topluluktur” o iki TKP de. Onlar için “öyle bir insan olmak” hoştur. Yani yüce bir amaç uğruna mücadele eden ve diğer faydasız insanlardan farklı bir tipoloji olmak… Büyüleyici, “bir topluluğun parçası olmak” da es geçilmemeli.

Kitapta anlatılan topluluk toplam 100, 150 kişilik bir topluluk. Hepsi kafadan kontak olan birtakım mürekkep yalamış insanlar bunlar. Az sayıda da maceraperest işçi var içlerinde. Bu işler böyledir. İnsanların normal tipler ve enteresan tipler olarak ikiye ayrıldıklarını yazdım çok yerde. Bir avuç insandan oluşan gizli bir topluluğa üye olanların enteresan tip olmamaları mümkün değildir.

Kitapta bunları görüyor muyuz? Vedat Türkali’nin bu konuda tam olarak benim gibi düşündüğünü zannetmiyorum. O yüzden kitapta bunlar yok ama ben görüyorum bunları… Hayatındaki erkeğe yaranmak için onun siyasetine angaje olan, hatta onun tuttuğu takımı tutup futbolla ilgileniyormuş gibi görünen, rakıdan tiksinmesine rağmen rakıyı seviyormuş gibi görünen, onun dini hassasiyetlerine dâhil olan nice kadın tanıdım ben. Necla onlardan biri değil mi? Necla’nın aklında sefalet içinde yaşamaya çalışan emekçi katmanları ayağa kaldırıp devrimci bir yumrukla burjuvaziyi ezmek mi var gerçekten? Yoksa Turgut’la yaşadığı aşktan dolayı varoluşsal problemlerini unutmuş olması mı onu o hayata itiyor. Evet, aşkın gözü kördür. O insan mal değilse, “bir süreliğine” kördür diye düzeltelim. Aşk da Necla’nın gözünü kör ediyor. Turgut karşısına çıkmasa, ömrü boyunca “konspirasyonla” işi olmayacak… Turgut da mı aşık? Hayır aşık değil, o bir erkek. Genç bir erkek. Genç bir erkek olarak ona adrenalin veren şeyin peşinde gidiyor. Bilgisi, görgüsü kıt. Onun işte tam olarak “öyle bir insan olmak” hoşuna gidiyor. Bir dolu defosu var. Büyük siyasal dönüşümlere imza atan insanların defoları yok mu? Olmayanı yok. Ama devrimci ütopyaya bunları söyleseniz sizi döver.

Vedat Türkali 40’lı, 50’li yıllarda “konspirasyon” içerisinde yaşadıklarını unutamamış belli ki! Yaşadıkları ona şu hayatta en çok yoğun duygular hissettiren şeyler olmalı. Fakat akıllı ve çok düşünen bir insan olduğu için bu işteki yanlışlıkları, çıkmazları kavramış. Çok da şey biliyormuş, çok şey duymuş, çok şeye tanık olmuş. “Epik roman yazayım bari!” demiş.

Çok şey bilip, çok şey anlatmak istemek romanın edebi tadını bence kötü etkilemiş.

İkinci cildi bitirince belki bir şeyler daha yazarım…   

Uncategorized kategorisine gönderildi | ile etiketlendi | Yorum yapın

Sigara İçin, İçki İçin, Kumar Oynayın veya 20 Sene Sonra Toto’dan İkramiye Kazanmak

İçki içiyorum… Hiç sigara içmedim ama 65 yaşından sonra ona başlayacağım… Kumar oynamayı yani bahis oynamayı uzun süredir yapmıyordum, tekrar başladım…

Bugünkü yazımızda kumar oynamaya yani bahis oynamaya odaklanacağız ama önce şeyi bir şey yapalım: Neden böyle cümleler yazıyorum? Bir öğretmen olarak bana bu tür şeyler yazmak yakışıyor mu? Burada elbette ironi var. Yarı gerçeklik de yok değil…

Ben bu dünyada, insanoğlunun gelmiş olduğu şu aşamada genel geçer kabul gören iyilik, dürüstlük, erdem, sağlıklı, güzel (yok o değil gerçi), namuslu gibi olguların sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Mesela dünyada “müthiş” adaletsizlikler varken bu düzende geçerli olan dürüstlük, erdem gibi olguları aynen kabul etmek ne kadar doğru! Devrimi veya devrimciliği işaret etmiyorum burada. O, hayal. Az biraz Avrupa gibi olsa her yer, yeter! Ama patronun oğlu Rio karnavalına gidecek diye sen neden şirketin işlerinin yolunda gitmesi için hassasiyet gösteresin…  

Bu kötü yaşamda da hayata renk ve adrenalin katan içki, sigara, kumar gibi şeylerin –başkalarının hayatını berbat etmediğiniz sürece elbette, bunu da açıklattınız bak- şeytanlaştırılmaması gerektiğine inanıyorum…

Bu şiarla tekrar İddaa oynamaya başladım. Ama İddaa hevesim kısa sürdü. Neden? Çünkü eski tutkum Spor Toto tutkusu devreye girdi. Bunun sebebi ise İddaa’nın ancak çay, çorba parası vermesi, buna karşılık Spor Toto’nun verdiği milyon TL’lerle çok iyi hayal kurdurmasıdır… İddaa’da iki, üç bin lira koyarak risk alabilirsiniz ve bala göte 5, 6 bin lira alabilirsiniz. Buna gerek olmadığını düşündüm ve İddaacılıktan vazgeçtim.

Başlıkta 20 sene diye yuvarlak hesap yaptım ama Spor Toto’yu hayatımda sadece bir dönem, o da 2001-02 futbol sezonunda oynadım. Oynamaya devam ederdim ama 2002 Eylül’ünde öğretmen olarak atandığım Sinop taşrasında Spor Toto bayisi olmadığı için mecburen onu bırakmıştım. O sezon Gençlerbirliği’nin bütün maçlarını stadyumda izlemiştim ve kardeşimle bir şekilde Spor Toto oynamaya başlamıştık.

Spor Toto’da 15 maç vardır ve 12, 13, 14, 15 bilenler ikramiye kazanır. 15 bilenler duruma göre 8, 10 milyon TL alabilirler. Tutturan kişi sayısına göre 1, 2 milyon TL de alabilirler, bu hafta olduğu gibi yani benim kaçırdığım üzere… Çok kişi tutturursa onlar da çay, çorba parası alırlar.

2002 yılında her hafta heyecanla Toto’yu takip ettim. Cuma akşamı bir maç olurdu. Çoğu zaman direkt o maçtan yatardım. Sonra cumartesi günleri gündüz 2. Lig maçları olurdu. Trt o maçları verdiği için o maçları izlerdim. Bu arada futbol kalitesi olarak berbat maçlardı ama heyecanlı oluyordu o maçları izlemek. Sonra cumartesi stadyumda Gençlerbirliği maçını izlerdik ve tribünlerde radyodan maçları dinleyenlerden sonuçları alırdık. Genelde de o anlarda dördüncü maçı da bilemediğimiz ortaya çıkardı yani “yatardık”…

Pazar gününe “yatmadan” ulaşabilirsek gündüz maçlarından mutlaka yatardık. Bu şekilde haftalar geçti. Mayıs ayına geldik. Üniversitede son senemdi ve öğretmen olarak atanıp Ankara’dan ayrılacağım iyice belli oluyordu ki hiç istemiyordum Ankara’dan ayrılmak. İşte o haftalardan birinde bu hafta yaşadığım duyguları yaşadım…

Cuma akşamı oynanan maçı bildim. Cumartesi günü tvdeki ve stadyumdaki maçları bildim. Radyocu dayılardan diğer da diğer maçları bildiğimi öğrendim. Cumartesi eve geldim. Kardeşimle birbirimize bakıyorduk. Yoksa 15’i tutturacak mıydım? Dedim ya Spor Toto çok iyi hayal kurduruyor. Ve birileri bu hayallere emeğiyle erişiyor… Herhangi bir “ibnelik” yoksa elbette… Hemen öğretmenliğe başvurmayıp, Ankara’da kral gibi yaşamaya devam edeceğim hayallerine kapıldım.

Pazar günü gündüz oynanan iki, üç maçı da tutturunca kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Geriye beş, altı tane maç kalmıştı. O zamanlar internet olmadığı için sonuçlar TRT’de 21.00’de yayınlanan Spor Stüdyosu adlı programın son beş dakikasında veriliyordu. Hayallerime ulaşmama bir, iki saat kalmıştı. Eve misafir gelmişti. Ben ise TV başında olacakları bekliyordum. Misafirler bir şeyler diyorlardı ama ben onları duymuyordum. Kardeşim onlara “Yalnız, Baran gerçekten zengin olabilir!” diye bir cümle kurmuştu. Artık misafirler de dâhil herkes sonuçların açıklanacağı anı bekliyorduk. Sunucu Levent Özçelik açıklamaya başladı. Geriye kalan beş, altı maçın ilk bir iki maçını da tutturunca heyecandan ölecek gibi oldum. Sonra birden açıklanan üç maçtan da yattığımı öğrendim ve dünyalar başıma yıkıldı. Elvedaydı Ankara! Elvedaydı 67 şehir, parkam, sigaram, sazım, Ankara Hamamönü’ndeki porno sinemam! Sınırlı olmayan mekâna, sınırlı olmayan zamana gidiyordum!  

O günü, o gün yaşadığım hayal kırıklığı duygusunu hiç unutmuyorum.

İşte onun benzerini bu hafta yaşadım. Cuma akşamı olan maç tamam! Cumartesi günü oynanan bütün maçlar tamam ki o maçlar arasında yılın maçı Leverkusen-Bayern maçı, Real Madrid-Girona maçı, Roma-Inter maçı falan var… Pazar günü 13:30’daki Sivasspor-Rizespor maçını izledim. İnanılmaz bir maç oldu. Rize tek kale oynadı. 50 tane pozisyona girdiler. 3,4 topları direkten döndü. Bir penaltıları VAR’dan döndü. Sonra Sivaslı adam 40 metreden frikiği koydu. 7’de 7 oldum.

16.00’daki maçlara başladım. Balkonda beyaz şarap eşliğine karım ve oğluma balık pişirirken göz ucuyla da maçları takip ediyordum. Hayaller kurmaya başladım yine. Öğretmenlikten istifa edebilecektim. Artık çalışmayabilecektim. Piç yaramaz öğrencilerden kurtulabilecektim. İstifa ettikten sonra birkaç tanesini koridorda yakalayıp dövmeyi bile planladım. Oh mis! İlk yarılar istediğim gibiydi. İkinci yarıları TV’den izlemeye başladım ve ikisi de beni yatırdı! Sonra akşam da Fener yatırdı! Üç maçtan yatmıştım….

Pazar günü akşamı oynanan maçları bildim. Pazartesi üç maç kalmıştı. Onları da bildim ve 12 bildiğim kesinleşti. 2002 yılı gibi. O zaman da bir kutu kola parası almıştım. Bu hafta da 88 lira aldım. O üç maç benim istediğim gibi bitseydi 8, 10 milyon TL değil de 1,25 milyon TL alacaktım. Çünkü 10 kişi daha bilmişti. Olsundu. Öğretmenlikten istifa ettirmezdi ama bir araba aldırırdı bana ki hiç fena olmazdı. İkinci arabaya ihtiyaç duyuyoruz şu aralar.

Bir gün boyunca iyi hayal kurduk. Teşekkürler Spor Toto. Hayatımıza renk geldi. Hayaller gerçekleşebilirdi de… Ultra uçuk, kaçık hayaller değil bunlar…

Neyse… Şerlisi neyse o olsun!

Bu işe iyice odaklanıp, önümüzdeki 20 yılda mutlaka ama mutlaka 15 bileceğime inanıyorum. Umarım 19. yılda olmaz bu iş.

İçki için, sigara için, kumar oynayın!

Ama rasyonel kumar…    

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Zeki Demirkubuz’un Son Filmi

Zeki Demirkubuz’un son filmi “Hayat” şu anda gösterimde (korsanı da eyçdifilmcehennemiizle nokta kom gibi sitelere düşmek üzere…) Ben o filmi izlemedim. Başlıkta kendisinin son filmini izlemiş olduğuna dair yaptığım ima aslında bir aldatmaca. Okuyucuyu yazıya çekmek için yapmış olduğum bir hile ancak doğruluk payı da yok değil…

Yani benim için son filmi… Çünkü ben yönetmenin 2016 yılında gösterime soktuğu “Kor” filmini izlememiştim, dahası böyle bir filmin varlığından haberim yoktu. Dolayısıyla benim için “Kor” yeni gösterime girmiş bir son film gibi bir şey… Ki kendimi yönetmenin sıkı hayranlarından biri addederim.

Bendeki bu sinema işleri dengesiz bir şekilde gidiyor. Eskiden çok iyi (dengesiz) bir sinema izleyicisiydim fakat yaklaşık 5,6 senedir sinemaya olan ilgim yine dengesiz bir şekilde azaldı. Örneğin Demirkubuz’un bir filminden haberim yok. Yazıya ara verip Google’a yöneleceğim ve Richard Linklater’ın, Coen Kardeşlerin, Todd Solondz’un, Pelin Esmer’in, İnan Temelkuran’ın haberdar olmadığım filmlerinin olup olmadığına bakacağım! Beş dakika sonra… İnan Temelkuran hariç hepsinin 2015 sonrasında çekmiş oldukları ve benim izlemediğim filmleri varmış! Oysa bu insanların sıkı hayranıydım, tıpkı Demirkubuz’un olduğu gibi.   

Bir gün tekrar iyi (ama bu sefer dengeli) bir sinema seyircisi olmayı planlıyorum elbette ama daha çok var o vakte diye düşünüyorum. Bakalım şu “Kor” filmine…

Birkaç hafta önce Nuri Bilge ve Zeki Demirkubuz arasında, çoğunlukla sosyal medya üzerinden bir tartışma yaşandı. Olayın iç yüzünü tam olarak bilmemiz mümkün değil diye düşünüyorum. Ve bu insanlar çok büyük egoya sahip insanlar. Her başarılı sanatçı veya sporcu veya politikacı veya çoğu zengin veya çoğu iri yarı insan gibi… İlgi büyüleyici bir şeydir ve insan ona ulaşmak için her türlü maymunluğu yapabilir. İlgiye sahipse onu korumak için de her türlü maymunluğu yapabilir. Zamanlarının dolmuş olduklarını bir türlü anlamak istemeyen ünlü sporcular veya ünlü sanatçılar bu duruma örnektir. Kılıçdaroğlu örneğin! 75 yaşında adam Ankara’da ofis tutmuş!

Yukarıdaki paragrafın son bir iki cümlesini alıp “’Kor’ ile ilgili söyleyeceklerim” diye yayınlayabilirim aslında… Zeki Demirkubuz sinemasının özetini –bir bakıma- anlatan bir, iki cümle. Baştan beri hep aynısını yapıyor. Bazı Zeki Demirkubuz yazılarımda aktardığım anekdotu burada da aktaracağım: 2006, 2007 gibi annemlerin evlerinde her gün kendisinin bir filmini içerideki bilgisayarda izliyordum, annem kardeşime “La Okan, bu Baran manyak la! Her gün aynı filmi izliyo!” demişti. 1994’te gösterime giren “C Blok”tan beridir yani 30 yıldır hep aynı filmi mi izliyoruz? Bence “Kıskanmak” hariç evet!

KÖTÜ İNSAN, CİNSELLİĞİ SÖMÜRÜLEN / CİNSELLİĞİYLE SÖMÜREN KADIN

Evet, hep bunlar var. Kayıtsız, duyarsız, kötülük yapmakta tereddüt etmeyen insanlar… “Orospu çocuğu” orta/üst kesimler… Alt kesimden olmalarına ve dolayısıyla üst kesimler tarafından kullanılmalarına rağmen erdemden yoksun, leş gibi hayatlar yaşan insanlar… Ortada kalan çocuklar… “Kader”deki kadın karakterin deyişiyle “sikildikleriyle kalan” kadınlar; onları “sikseler” başka türlü, “sikmeseler” başka türlü belalara paçalarını kaptıran erkekler…   

Sahi, hayat bu kadar kötü mü? Şöyle bence: Hayatta katlanılmaz derecede büyük trajediler yaşayan insanlar varlar ama oldukça azlar. Onların dışında kötü tecrübeler, kötü hayatlar yaşayan insanlar epeyce çok, özellikle de fakirler arasında fakat birincisi, fakirlik bu insanlar için çok büyük bir dert değil, ikincisi de bu insanlar başlarına gelen kötülüklere kısa süre sonra alışıyorlar ve onları umursamıyorlar. Tanrı, din burada çok iyi işlev görüyor. Toplu halde yaşama kültürü de çok iyi işlev görüyor. Sonra bok gibi hayatlar yaşamış olarak ve o durumu umursamadan ölüp gidiyorlar. Sanırım Zeki Demirkubuz bu iki kesim arasında geçişli bir durumu filmlerinde ele alıyor hep. Biraz o dayanılmaz trajediler yaşayanlardan, biraz da o duyarsızlaşmışlardan… Ülke düzeyinde meşhur olmuş bir sanat yapıyor ne de olsa!

Bu yüzden beğeniyorum kendisini. Doğru okuyor insanı ve Türkiye toplumunu. Bunların köklü ve devrimci bir şekilde, yüce bir şey oluyormuş gibi değişeceğine olan inancım yönetmenin kendisi gibi sıfır. Bu yüzden favori yönetmenlerimden.

“Kor” da böyle bir şeyi ele alan bir film. Yine ilgiyle izledim ve beğendim. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’ın asla yapmadığı bir şeyi yapar, yani teknik şeylerde bazen vasatlıklar ortaya koyar. Bu filmde onların oldukça az olduğunu düşünüyorum.  

Bu filmin “seveninin” çok az olduğuna inanıyorum çünkü insanlar bir sanat eserinde onları rahatsız eden şeyler ve karakterler görünce o eserin “kötü” olduğuna kanaat getiriyorlar. Bir eser onlara mutlaka hoş duygular yaşatmalı. O yüzden Zeki Demirkubuz filmleri az izlenir, az beğenilir. Olsun, biz seviyoruz ve onun için hdfullfilmcehennemi nokta kom’u tıklamaktan geri durmayacağız! Mücadelemiz sürecek…

Not: Todd Solondz’un “Happiness” adlı filminden uzak durunuz! Ciddiyim!

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Nostaljisi Yapılabilecek Şeyler Listesi

*Anadolu liseleri

*Hazırlık sınıfları

*Sembol (ve bazen de orospu çocuğu olan) yerli futbolcular

*Kış saati uygulaması

*Pop müzik

*Ülker Dido’nun gümüş renkli kağıdı

*Kamusal alanda görünür olan alkol

*Merkez sağ, sosyal demokrasi koalisyonları

*Facebook’un ilk dönemleri

*Elon Musk’tan önceki Twitter

*KPDS

*2020 öncesindeki ekonomi

*Efes Dark

*Anadolu’da bulunabilen Bomonti Buğday

*Yılbaşı gecelerinin heyecanı

*Fotoğraf çekmenin özel bir şey olduğu dönemler

Çok da fazla bir şey yokmuş…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

1 Mart 1991: Show TV’nin Kuruluşu

1 Mart 1991 tarihinde, Show TV’nin kuruluşu kadar beni mutlu etmiş şey azdır!

13 yaşındaydım…

Ankara’nın varoş mahallesinde oturuyorduk. Mahallede, okulda gördüklerim, deneyimlediklerim bana yetmiyordu. Kitap okuma alışkanlığım da yoktu. Beni televizyon kadar cezbeden bir şey yoktu.

1 Mart 1991’den önce de öyleydi. Çocukken tutuğum günlükte şöyle bir cümle var: “Kendimi anlamıyorum. Bu deftere uzun süredir bir şey yazmıyorum. Yeni yayın dönemi başladı ve bitiyor bile.”

Yani hayatımı yeni yayın dönemine göre değerlendiren bir çocuktum. 1985-86’larda evimize televizyon alınmasıyla birlikte hep bir televizyon çocuğu olmuştum. Show TV’den önce Star 1’in Türkiye’de herkesçe izlenebilmesi olayı var beni çok mutlu eden. O Star 1 kanalı sadece bazı özel antenlerle izlenebiliyordu. Star 1, onu izleyebilen çocukların anlattıklarıyla bir efsaneye dönüşmüştü biz çocukların nezdinde. Yaptığım araştırmaya göre Star 1’in evimize girmesi 4 Ağustos 1990tarihinde oldu. O günü çok iyi hatırlıyorum. Mahallede, benden büyük arkadaşlarla “American Ninja 58” filmine gitmiştik (aslında ‘Cobra’ filmine gitmiştik ama bilet bulamayınca o filme gitmiştik) ve eve geldiğimde annem Star 1’in artık “çektiğini” söylemişti. Dünyalar benim olmuştu. Star 1’i sabah uyanıp da gece yatana kadar sömürmeye başlamıştım. Fakat bir sorun vardı. Bir süre sonra Star 1’in o kadar da hayranlık besleyecek kadar farklı olmadığını düşünmeye başlamıştım. Neyden farklı? TRT’den. Amerikan Güreşi denen saçmalığı izlemeyi hemen bırakmıştım. Çizgi filmler iyiydi. Ama TRT’deki çizgi filmler de iyiydi. Artık büyüyordum. Bana daha fazlası lazımmış. Örneğin, bir süre sonra Star’ın yan kanalı olan Teleon kanalında bol bol karate filmi vermeye başladılar. Onların ne kadar dandik olduklarını düşünmeye başlamıştım. Oysa çok değil yalnızca bir, iki sene önce, Gençlik Parkı’ndaki çay bahçelerinin önünde dikilip, garsonun gelip de bizi kovmasına kadar geçen sürede karate filmi izlemeye çalışırdık…

Bana lazım olan şey Show TV’ymiş…

1 Mart 1991’de yayın hayatında başlamış Show TV. Hatırlıyorum. Körfez Savaşı nedeniyle bina tahliye tatbikatları yapardık. Show TV’nin kurulduğu, kurulacağı okulda yayılmıştı.

Tanıtım videolarını hala hatırlarım. R.E.M’in “Losin’ My Religion” şarkısı eşliğinde o ay yayınlanacak olan filmleri tanıtırlardı. Jeneriği çok iyiydi. Yani o yıllar için. Şimdi çok sıradan geliyor elbette.

KİBAR FEYZO

Show TV’nin o ana kadar olan hayatımda ciddi bir fark yaratacağını ilk günlerinde verdiği “Kibar Feyzo” filmi sayesinde anlamıştım. Bizim evimizde video yoktu. Evlerinde video olanlar orada yayınlanan birçok şeyi evlerinde önceden izlemiş olmalılar ama ben o insanlardan biri değildim. “Kibar Feyzo”nun gösterileceği gün okulda yer yerinden oynuyordu. Filmi izlemeden biz çocuklar reklamda gördüğümüz replikleri sürekli tekrar ediyorduk. Akşam olup da filmi izleyince hayatımda hiç o kadar gülmediğimi düşündüm. Yani bunu şimdi düşünüyorum. Ve sonrasında o yıllarda çocuk olan birçok insanın başına gelen şey benim başıma da geldi. Yaklaşık bir 10 sene televizyonda verilecek olan bütün Kemal Sunal filmlerini izledim. Hala bu filmlerin kurgularını, senaryolarını ezbere bilirim. İlginçtir hala bu filmler büyük kanalların, yazın hafta içi prime time’larında gösteriliyorlar. Ayıp bu! Bir keresinde aynı anda iki farklı kanalda aynı Kemal Sunal filminin gösterildiğine şahit olmuştum. Bu konuyla ilgili bir şeyler yazmıştım. Kemal Sunal TR’nin gelmiş geçmiş en büyük starlarından birisidir. Ama bu starlık aktif kariyeri sırasında değil, daha ziyade bu özel televizyonların ilk döneminde oluşmuştur. Ertesi gün okul “Kibar Feyzo”yla yıkılıyordu.

Sonra Hababam Sınıfı filmlerini verdi Show TV. Fakat dizi gibi iki, üç güne yayarak verdi. O zaman büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım.

TERMİNATÖR

Ama hangi Terminatör? “Terminatör 2”yi verdi Show TV. Kendisinden önceki bütün görsel efekt birikimini katbekat aşan bir filmdi “Terminatör 2”. Birkaç ay öncesine kadar da sinemada vizyondaydı. O filmi vermesi Show TV’yi TR’nin bir numarası yapmaya yetmişti bana göre. Soluksuz izledim o filmi. Ve sonrasında verilen bütün Amerikan macera filmlerini. Rockyler, Rambolar, Indiana Joneslar vs…

Show TV’deki yerli yapımlar da çok iyiydi. Saklambaç ve Çarkıfelek yarışmaları diğerlerine hiç benzemiyordu. Hiçbir yarışma programı onları geçemiyordu. O yıllarda bir de “müzik-eğlence” programı olayı vardı. Bir televizyon mutlaka ama mutlaka bunu yapmalıydı. Bir akrabamızın Teleon’u övmek için “gündüz bir müzik eğlence programı”na sahip olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Hatta o programlardan birinde Ahmet Kaya “Başım Belada” şarkısını söylüyordu ve bugün o kayıt Youtube’da var. Emin değilim ama sanki Star, müzik-eğlence olayında daha iyiydi. Kısa bir süre sonra İbo Şov fenomeni gelecekti zaten.

GALATASARAY

Show TV 1992-93 ve 1993-94 sezonlarını canlı yayınladı. Benim gibi eskiden hayatındaki en önemli şeylerden biri Galatasaray olan o çocuk için paha biçilemez bir şeydi o iki sene. O iki senede de şampiyon olduk. Sonra maçlar Cine 5’e geçti ve benim futbol izleyiciliğim büyük darbe aldı. Elbette Cine 5’ten karıncalı maç izledim. Erotik film de izledim…

EROTİZM

Gelelim erotizme… Herkes hatırlayacaktır. Show TV’nin kırmızı noktalı yayınları vardı. Prime Time’da bir film içerisinde erotik bir sahne çıkacaksa kırmızı nokta ile uyarı verirlerdi. Aileler hemen kanalı değiştirirlerdi. Gece ise direkt kırmızı noktalı yayınlar olurdu. Ailem yattıktan sonra gizlice kalkıp,  yayınları izlemişliğim çoktur. Tutti Frutti’yi izleyenler hatırlar. En çok beğendiğim program, açıkçası mastü… Neyse! En çok beğendiğim program “Paris Düşleri” adlı erotik diziydi. Bilen bilir. El, kanal düğmesinde ayakta bekleyen nesiliz biz! “Uykum kaçtı da anne, ne var ne yok diye bakıyordum…” Erotik film demişken beni Müjde Ar filmleri de etkilerdi. Müjde Ar’ı çok beğenirdim, herkes gibi. Oysa şimdi baktığımda çekici bir kadın olduğunu düşünmüyorum kendisinin. “Gizli Duygular” filmine bir bakın.  

TÜRK SİNEMASI

Show TV’de Türk filmi başlayacağı zaman özel bir jenerik devreye girerdi. O yıllardan başlayarak tam bir Türk filmi delisi olmuştum. Yabancı filmlerden sadece macera blockbuster’ları izlerdim. Bu durum 25 yaşına kadar devam etti. Hesaplamalarıma göre 700 farklı Türk filmi izledim. Fakat toplamda, bu 700 filmi, 3000 kere falan izlemişimdir. Pişmanım elbette. Kafamı “sikeyim!”

Kafamı şekillendiren en önemli şeylerden biri Show TV’ydi. 1 Mart 1991’de yaşadığım sevinci bir daha çok az yaşadım. Fakat o yaşadığım sevinçler yetişkin dünyasının, hayatın gerçekleriyle ilgili olan şeylerdi. Televizyona düşkün bir çocuğun, muhteşem bir televizyon kanalına sahip olmasıyla kıyaslanamayacak şeyler… Zaman makinesi icat edilse, ilk seferde, gitmek isteyeceğim tarih belli…      

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

YDS Sınavı: Nedir, Ne Değildir?

*ÖSYM’nin yaptığı Yabancı Dil Sınavı YDS’den hedeflediğim notu (A) alınca hem hava atayım hem de bu sınavla ilgili bilgi vereyim dedim. YDS sınavı demenin yanlış olduğunu biliyorum.

*Bu sınav yılda iki kere yapılır. Ayda bir falan da online olarak yapılır. Online yapılanları, ÖSYM online sınav merkezlerinde yapılır ve buraların kapasitesi yaklaşık 5000 falandır. Başvuruları birkaç dakikada dolar online sınavın. Gerçek sınava ise her dönemde 60-80 bin kişi girer.

*Kimdir bu 80 bin kişi? Bu sınava maaşa tazminat almak isteyen devlet memurları girer çoğunlukla. A’ya yani 90-100 arasına 600 lira, B’ye yani 80-89 arasına 300 lira, C’ye 150 lira ödenir. D ve E de tazminat alır ama o parayla şey bile çekilmez. Gerçi A’nın parasına da şey bile çekilmez bu devirde.

*Üniversitelerde okutman olmak isteyenler, master doktora yapmak isteyenler, doçent olmak isteyenler bu sınava girmelidirler. Bunları yeni araştırdım: Üniversitelerin yabancı diller bölümünde okutman olmak için 80 almak şartı var. Öğretim elemanı olmak için 50. Doçent olmak için 55 şartı aranıyor.

*Tabii bir de YÖKDİL diye bir sınav vardır. Bu sınav YDS’den daha basittir. YDS’yi yapamayan torpilli Ak Partililer kadrolara yerleşsin diye icat edilmiş bir sınavdır.

*Zorluğa gelelim… Evet, çok zor bir sınavdır. Tahminimce TR’deki İngilizce öğretmenleri bu sınava sokulsa ortalama 70 alırlar diye düşünüyorum. Veya?

*Bu sınavdan B ve üstü almak için çok iyi bir gramer ve kelime bilgisine ihtiyaç vardır. Orası kesin. Fakat sorun şudur ki bu sınav, girenlerden daha çok odaklanma/dikkatini diri tutma becerisi, ezber yeteneği istiyor. 80 adet test sorusu soruluyor. Özellikle paragraf soruları kafa beyin dağıtan cinsten. Üç saatlik sınavın sonuna kadar beyni diri tutmak imkansız. Anadili İngilizce olan birisi bile bu sorulardan sonra beyin tutulması yaşar.

*Bu sınavda şans da önemlidir. A alabilen birisi şansı yaver giderse 100 de alabilir. Nasıl bir şanstır o? Bildiği kelimeler çıkar. İlgi duyduğu alanlardan paragraflar, sorular gelir. Bazı dönemler sınavın kolay bazı dönemler zor olduğu iddia edilir. Ben bu iddiayı pek tutmuyorum. Her dönem zor. O kişiye özel şans devreye girmişse o kişi için kolay oluyor, girmemişse kazık oluyor. Tekrar söyleyeyim, o şansa erişmek için yeterince emek vermiş olmak, gramer ve kelime bilgisini halletmiş olmak gerekiyor. Yani sen look forward to’dan sonra –ing takısı geleceğini ve buna benzer bir araba dolusu şeyi içselleştirmiş olmalısın ki şans faktörü senin için devreye girsin. Hayatta her şey için böyle midir? Değildir. Mesela davarın biri bir müteahhittin oğlu olarak doğar ve olaylar gelişir.

*Bu sınavın adı eskiden KPDS (Kamu Personeli Dil Sınavı) idi. En son 2013’te yapıldı KPDS. KPDS’de 100 soru vardı ve süre 3,5 saati. Ama KPDS, YDS’ye göre daha basit bir sınavdı. Ben KPDS’yi mutlaka önce bitirir ve soruları kontrol ederdim. Geriye de bir 15, 20 dakika kalırdı. YDS’yi kontrol etmek için bir 15 dakikam kalıyor ve gerçekten o sürede soru işareti koymuş olduğum sorularla yeniden cebelleşiyorum. Close test denen şey yani kelime ve gramer bilgisinin ölçüldüğü yer 20 soruydu eskiden. Şimdi onu 30 yaptılar. KPDS’de çeviri soruları kafa toplamak, kendini yenilemek için insana fırsat sunardı çünkü başı, kışı belliydi onların. Ama şimdi YDS’de çeviri sorularında insan yanlış bile yapabiliyor. KPDS’de yanlış yaptığında 1 puanın gidiyordu, şimdi ise 1,25 gidiyor.

*KPDS sadece Ankara’da yapılırdı. Her sene iki kere sınava girecek herkes Ankara’ya gelirdi. Çok saçma değil mi? Şimdi 30, 40 ilde yapılıyor.

*Bu sınav benim başımın belasıdır. Bu sınavda A almak için çok acı çektim. Acı çektim derken ders çalışmadım pek fazla ama alamadığım için üzüldüm fazlasıyla. KPDS’ye sadece askerlik döneminde birkaç ay çalıştım. Sınavdan çıktığımda 100 alacağımı düşünüyordum. KPDS’de hep öyle olmuştur. 89 almıştım. Sonra bir daha girdim, 87… Son kez girdiğimde 91 aldım ve rahatladım. 2010 yılıydı. A notum 2015’e kadar geçerliydi. Beş sene sonra sınava girmezsen notun bir alt derecesine düşüyor yani tazminatın. 2016’da girdim ve YDS’nin ne kadar değiştiğini, ne kadar zorlaştığını gördüm. Hiç çalışmadan iki, üç kere girdim. 80’lerde dolandım. Bu sene girdiğimde de biraz Instagram’daki Ankara Dil Akademisi sayfasının video sorularını izledim ama çalıştım diyemem. Hayatımda doğru dürüst ders çalıştığımı hatırlamıyorum. Onun da allah belasını versin. Nihayet 91,25 aldım. İlk 50 soruda bir yanlışım çıktı. Sonra beynim yandığı için yanlışları yaptım. O 50 soru bir gün sonra sorulsaydı (TOEFL gibi) oradan da en fazla bir yanlış yapardım diye düşünüyorum. Neyse A’yı aldım. Beş sene rahatım. Bir daha bu sınava girer miyim emin değilim. Tazminatının da, sınavının da, ÖSYM’sinin de allah belasını versin.

*Bu sınava hazırlanmak isteyenlere özel ders verebilirim ama bu kişilerin sayısının oldukça az olduğunu ve bunların özel derse fazla para verebilecek insanlar olmadıklarını düşünüyorum. Ortaokula giden oğluna özel ders aldırmak isteyen iyi bir esnaf, bir doçent adayından daha fazla para verebilir. Zaten 50, 55 nedir? Onu da alamayan birisinin üniversitelerde olmaması lazım da nerdee! Burası Türkiye. 55, 60, 70 alan bir kişi daha fazlasını almak için derse ihtiyaç duyabilir. Ama neden? Kendi kendisine çalışamadığı için. Normalde o notu alan bir kişi kendi kendisine çalışıp A alabilir. Ama bakın tekrar altını çiziyorum, ça-lı-şa-rak. Çalışmaktan nefret eden bir insan olarak, bıktırıcı bir şekilde çalışmanın önemini vurgulamak istiyorum.

*Bu sınavda iyi not almış olmak sizin İngilizce bildiğinizi kanıtlamaz. Ezberiniz ve odaklanma becerinizi çok iyidir, A alabilirsiniz ama İngilizce konuşmak, yazmak, yazılanı anlamak başka bir şeydir. A alıp da hiçbir şekilde iletişime geçemeyen insanlar tanıdım.

*Er meydanı TOEFL veya IELTS sınavlarıdır. Orada konuşma, dinleme ve yazma bölümleri de var çünkü. Bu dili bildiğini ispat edersin orada gerçekten. Eskiden ciddi üniversiteler KPDS sınavını kabul etmez, TOEFFL isterlerdi önemli şeylere başvuranlardan. Artık kalkmış olabilir. Baktım şimdi, mesela Bilkent öğretim elemanından YDS 85 istiyormuş. Eskiden TOEFL isterlerdi.

*Neyse sonuç olarak, İngilizce aslında öğrenmesi kolay bir dildir. Güzel bir dildir ama Türkiye’de her şey kötü olduğu için İngilizce öğretimi de kötüdür. 40, 50 yıl sonra dünyada dillerin, dil öğretiminin durumlarının şimdikilerden oldukça farklı olacağı bence kesindir. 20 sene sonra, ölmezsem son YDS’ye gireceğim!

Uncategorized kategorisine gönderildi | , , ile etiketlendi | Yorum yapın